Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 6 15/3/07 15:35 Page 1 PAZAR EKİ 6 CMYK 6 18 MART 2007 / SAYI 1095 Biraz da sinirleriniz bozulsun Sanat nedir? Balkan Naci İslimyeli’nin yanıtı net: “Ben bu dünyanın içine doğdum, ama böyle bir dünya istemiyorum diyebilmektir”. Son sergisi “Gizli İşler”de elli yılını özetlerken, istediklerini ve istemediklerini de sıralıyor İslimyeli. Tartışmacı, başkaldırıcı bir estetiği yeğliyor, eğer varsa, bir sanatçının misyonunun bu olduğunu düşünüyor… Sinir bozmak istiyor, içinde paraların olduğu cepli kefeni de sinir bozmak için yaptığını söylüyor. Kendi sinirleri mi? O eserinden emin olduğu sürece, sevmenizi de nefret etmenizi de umursamıyor… Esra Açıkgöz Balkan Naci İslimyeli’ye göre sanatçının bir misyonu varsa, o da başkaldırı estetiğini haz estetiğine yeğlemek... Bir zamanlar sakıncalıydı! 20 Eylül 1947 yılında Adapazarı’nda doğdu. Resimle tanışması kendisini bilmeye, tanımaya başladığı dönemlerde başladı yani beşaltı yaşlarında. Bunda karikatürist ve ressam olan babasının, Orhan İslimyeli’nin, etkisi büyüktü. O zamanlar resmin insanlara kendini anlatabileceği, ifade edebileceği bir güç olduğunu anladı. Boya ve kâğıtla küçük yaşta kurduğu bu ilişkinin profesyonelleşmesi ise, 1968’de girdiği Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü’nde oldu. Devrimci hareketle tanışması da. DevGenç'in Tatbiki Güzel Sanatlar temsilciliğini yaptı. Bir gece evlerine gelen bir misafirin Akbank Selamiçeşme banka soygunundan arandığını, polis baskınıyla öğrendi. Bu “yardım ve yataklık suçu” Balkan Naci İslimyeli adını gazetelere çıkaran ilk olaydı! Dört ay Maltepe Cezaevi’nde yattıktan sonra serbest bırakıldı. 1972’de okuldan birincilikle mezun oldu, asistanlık sınavına girdi, kazandı, ancak “sakıncalı” ilan edildiği için resim değil, Temel Sanat Eğitimi dersine verildi. İlk sergisini de yine “sakıncalı” olduğu dönemde açtı, Maltepe Cezaevi’nde yaptığı darbe konulu resimlerini sergiledi. 1975’te Avusturya hükümeti bursu ile Salzburg’da litografi çalışmaları yaptı. Yurtdışındaki çalışmalarını, Floransa, New York, ABD izledi. 1996’da Marmara Üniversitesi’nde profesör oldu. Amerika, Saraybosna ve Türkiye’de 33 kişisel sergi açan sanatçı, 50’den fazla karma sergiye katıldı. “Suç”, “Söz”, “Suret”, “Deja vu” ve “Matah” adlı beş sanat kitabı hazırladı. 1. Sayfanın devamı Böylece 50 yılınızı gözler önüne serdiniz. Kaygılarınız oldu mu? Hiçbir kaygım olmadı, çünkü ben üretirken çok büyük bir eziyet süreci geçiriyorum. Bu sergi, bir yıl boyunca yaşadığım keşiş hayatının sonucu, bu sürede sinemaya, tiyatroya gidemedim, dostlarımla görüşemedim. Sanatı çok ciddiye alıyorum. En zor süreç de, insanın yaptığını kendine beğendirmesi. Çünkü bunun içinde kendinize ilişkin de kritikler var. Bunu başardığımda başkalarının söylediği beni hiç ilgilendir miyor. Ben, bir dönem şu nedenlerle bunları düşündüm ve bunların arkasındayım, diyebildikten sonra işler benden çıkıyor, artık toplumun sorunu oluyor. Onları sevebilirler, nefret edebilirler, değiştirebilirler… Bunlar beni hiç sarsmaz. Siz, eserlerinizi gözden geçirince neler gördünüz, 50 yılda değişenler ve değişmeyenler nelerdi? Değişen şeyler, aslında kaynağa bağlı. Değişmeyen ise, ilk desenimden beri, bir kristal küre gibi insana ilişkin gerçeklerin değişik yüzlerini, yansımalarını araştırmam. İnsanın varoluş sorunlarını, çevreyle çatışmasının travmalarını… Toplumun dışladığı kesimlerin duygularını, acılarını, sembollerini kullanarak onların yanında oldum. Nihayetinde sanat, bireyin toplumla çatışmasından çıkan bir öneridir, “Ben bunun içine doğdum, ama böyle bir dünya istemiyorum” diyebilmektir. Bizim gibi feodal kalıplardan gelen bir toplumda sanatın çok açıcı bir rolü olduğunu düşünüyorum. BELKİ BÖYLE BİR IŞIK DA YOKTUR... Sanatçıya düşen rol de, sizin deyiminizle bir ateş gibi yapıcı ve yıkıcı olmak… Evet, sanatçı aynı zamanda kendini de yer, ama küllerinden yine doğar. Bu acılı bir süreç. Önemli olan topluma özgürlük alanının kazandırılmasında sanatın gücünü kanıtlamak. Bunu kanıtlamak için hep çabaladım. Piyasanın eğilimleri, beğenileri beni hiç ilgilendirmedi, tam aksine onların üzerine gittim. Hazır kalıplarla, toplumu forme eden güzellikle, estetikle boğuştum, onları eleştirdim. Dolayısıyla toplumun beslediği haz estetiği yerine tartışmacı, kritik, baş kaldırıcı bir estetiği her zaman yeğlerim. Öğrencilerime de bunu aşılıyorum. Sanatçının misyonu varsa, budur. Sergide, “Yolcular” diye bir bölüm var. Yolculuk sizin diğer sergilerinizde de işlediğiniz bir konu. Bu yolculuklarla varmaya çalıştığınız bir yer var mı? Benim için değerli olan arayışın kendisi. Araştırmak, elindekiyle yetinmemek, o yolun sonunda görmeyi umduğunuz ışığa yaklaştığınızı hayal etmek… Belki böyle bir ışık da olmayabilir. Sergiden bir fotoğraf... “Yolcular” serisinde, sinemasal, dramatik bir anlatımla fotoğrafın durağan karakterini birleştirerek, hayata ilişkin temel insani durumların dökümünü yaptım. Aynısını video odasında “Manzaralar”da da yapıyorum. Plazmalara Barok çerçeveler geçirdim. Başta bir yağlıboya sergisine girmiş gibi oluyorsunuz. Video, bir manzara ile başlıyor, ısrarla bakarsanız içinde birtakım şeylerin cereyan ettiğini görüyorsunuz. Bunların hayal mi gerçek mi olduğunu, aralarındaki bağlantıları siz tayin edeceksiniz. Videolara Barok çerçeve geçirmeniz, klasik sanatla çağdaş sanatı yakınlaştırma çabası mı? Resim sanatının durağan şeması ile videonun dramatik şemasını üst üste getirdim. Üstelik peyzaj gibi geleneksel bir resim konusunu seçtim. Çok iç açıcı bir alana girdiğinizi düşünürken, çağdaş sanatın şokuyla karşılaşıyorsunuz. Sergideki diğer iki konu da giyim ve yemek… Var olmak için insanların her zaman ihtiyaç duydukları şeyler. Bunun bir kast sistemi içinde örgütlenmesini, buyurgan kalıplar içine sokulmasını, bir insanın öbürü üzerinde üstünlük kurmasının aracı haline getirilmesini, trilyonluk bir sektöre dönüşmesini, en mühimi de insanları belli kalıplara sokan, kimliklerini tehdit eden bir boyut kazanmasını eleştiriyorum. Bundan sonra, “Underground” diye bir sergi yapacağım. Yeraltı dünyasının itilmiş, dışlanmış kesimlerinin kıyafetlerini sergileyeceğim. Giysiler arasında insanı karşılayan ilginç bir çalışma var: “Kefen”... Bir sergide kefenle karşılaşmak insanlar için biraz sinir bozucu olmayacak mı? Haklısınız, zaten ben de sinirleri bozulsun istiyorum. Temelde iki giysimiz var, hayatın başında ve sonunda giydiklerimiz; kundak ve kefen. Aradakileri başkaları için giyiniyoruz. Kefeni bir ironi yaparak sevimli kılmaya çalıştım, cepli kefen yaptım ve içine paraları doldurdum. Bu, sistemin açlığına bir eleştiri. Peki sizin ölümle ilişkiniz nasıldır? Ölümü, Doğulular gibi düşünüyorum. Reenkarnasyona filan inancımdan değil, ama hiçbir şeyin yok olmayacağına inanıyorum. Kimi çocuk yapar, kimi okul bağışı. Biz de biraz daha dayanalım, biraz daha hatırlanalım diye sanat yapıyoruz. Ölümden tek korkum, aklımda çok büyük projelerle gitmek, ama Leonardo bile ölürken “Ah daha yeni öğreniyordum” demiş. Yani unutulmak gibi bir korkunuz var? Biraz daha fazla akılda kalmak iyi olur, ancak unutulmak diye bir korkum yok, doğrusu. Çünkü görüyorum ki her şey unutuluyor. Tüketim; hafızanızı, kayıtlarınızı, her şeyi hızla silip yerine yeni bir şey tecrübe etmek, vefasız bir dünyevi bakış üzerine kurulu. Bunun kurbanı olmamak mümkün değil, yani bizi de harcayacaklar (gülüyor)...