Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 4 25/10/07 14:44 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN 28 EKİM 2007 / SAYI 1127 Kabaramazsın Kel Fatma! Selçuk Erez laçların yan etkisizi yok gibi... Günaşırı birinin toplatıldığını, ya da yeni bir olumsuzluğunun fark edildiğini okuyoruz. Bunlardan ürkenler, Mısır Çarşısı’na koşuyor, alternatif tıbbın çeşitli formüllerine sığınıyorlar. Alternatif tıpta da her illete birebir sandığımız otların bakıyorsun bir süre sonra pek bir işe yaramadığı açıklanıyor, bugün kabızlığa çare sandığımız çöğür otunun, yarın ishale iyi geldiği söyleniyor. Çare? Ecdadımız tarafından başarıyla kullanılmış ama zamanla unutulmuş psikoalternatif tıptan yararlanmak gerekir! Otlak takma adıyla ilk psikoalternatif tıp kitabını yazmış olan farmakoloji profesörünün yeni eseri, “Ne ot, ne ilaç” bu alandaki boşluğu doldurmuştur. Birkaç maddesini aktarıyoruz: * İştahsızlık (anorexia): “Öcü”, çocuklarda çeşitli nedenlerle görülen iştahasızlıklara kesinlikle iyi gelir. Bu entegral varlık, çocuk yemek yemediğinde gelir, cama ya da masaya tak tak diye vurur. Gerçek mekânı, duvarların içi ya da küf kokan eski dolapların en üst raflarıyla merdiven altlarıdır. Öcü, mesela kereviz beğenmeyen, kapuska çorbasına direnen çocukları resmen yer. Uzun kıvrık tırnakları ve ağzından taşan azı dişleri ile insanları çok etkileyen Öcü’nün son seçimlerde aday olduğunu duymuştuk ancak seçilip seçilmediğini öğrenemedik . * Bayılma (senkop): Bunu çeken, bir de gizli sarası olup ta bayılan imamlara katiyen et yedirmemelidir; Maazallah “karnıyarık” oluverirler. Şehrin göbeği cinayet mahali Berat Günçıkan Çiçekçi’deki caminin avlusunda toplanıldı. İki tabut yan yanaydı. Kadınlar öfke ve acılarını siyah gözlüklerinin arkasına saklamışlardı, erkekler ise yere bakıyordu. Emine, yanındaki arkadaşına eğilip fısıldadı, “Biz yaşayamayız, bizim başımıza gelmez sanıyorduk, ama işte oldu”... Sadece Emine değildi böyle düşünen, yıllardır Doğu’ya sıkıştırılan, töre cinayeti denilerek kısmen meşrulaştırılan, cehaletle açıklanan cinayetlerden biri İstanbul’un göbeğinde işlenmişti, öldürülen Sevim Gelişli hemşire, Halil İbrahim Zarif ise İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yardımcı doçentti. Cinayetle suçlanan Yaşar Ö. ise avukattı, üstelik “solcu”ydu, tıpkı Sevim ve Halil İbrahim gibi… Bu ilk değildi, son da olmayacaktı… Erkeğin şiddetine her zaman bir gerekçe bulunacaktı, namus, kıskançlık, tahrik, öfke… Bu da yeni cinayetlerin önünü açacaktı. Öyle de oldu, Sevim’den sonra, çok kadın öldürüldü şehrin göbeğinde, öldüren kocaydı, sevgiliydi, babaydı, kardeşti… günü, bu kez Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin hemşirelerinden Şenay Kılıç, ambulans sürücüsü kocası tarafından öldürüldü. Eyüp Kılıç daha sonra intihar etti, beş yaşındaki kızları ise koruma altına alındı… Son üç ayda, başta İstanbul olmak üzere pek çok kentte, boşanmak isteyen sayısız eş, ayrılmak isteyen sayısız sevgili, kimileri çocuklarıyla birlikte, bıçaklandı, kurşunlandı, dövüldü… 4 Ağustos’ta İstanbul’da Mehmet Sinan Demir karısı Besi Demir’i, 9 Ağustos’ta Dilovası’nda 19 yaşındaki Ersin Cihangir, anne ve ablasını, 20 Ağustos’ta İzmir’de S.B, karısı Mevsim’i öldürdü. 23 Ağustos’ta Nişantaşı’nda, Hasır Restoran’ın sahibi Nizami Hakan Tokol, eşi Gülşen’i boğazını keserek, on yaşındaki kızı Selen’i ise boğarak, 6 Eylül’de Sakarya’da bir kişi, Azeri uyruklu eşini; 26 Eylül’de İzmir’de bir baba, kızını yok etti. 28 Eylül’de Bağcılar’da avukat Mahmut Bulut karısını ve iki çocuğunu öldürdü. 3 Ekim’de, Adana’da kendisini boşamak için dava açan 12 yıllık eşini bıçaklayan Kenan Gülen’in “neden” sorusuna verdiği yanıt trajikomikti: “Onu çok seviyorum. Onun için canımı veririm. Öldürdüğüme pişmanım”. 8 Ekim’de Manisa’da Veli Yüksel, sadece kendisinden ayrılmak isteyen eşini değil, kardeşini de, 18 Ekim’de ise Kadıköy’de emekli başçavuş Cemal K, boşandığı modaevi sahibi karısı Vandan’ı kurşunladı. Antalya’da Fatma K, eski sevgilisinin bıçak darbeleriyle komaya girdi, Kırıkkale’de Belediye Meclisi Üyesi Ragıp Özdemir, eşi ve kızını bıçakladıktan sonra kayıplara karıştı… Peki, neden neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor? Cinayetler artıyor mu, yoksa görünür hale mi geliyor? Sevim gibi sürekli tehdit edilen, suç duyurularıyla önlem alınmasını isteyen kadınlar neden korunmuyor? Bütün bu soruların yanıtı öldürenlerin, şiddet uygulayanların kendilerini savunma repliklerinde ve repliklere inanan toplum ile TCK’nin “namus cinayetleri”ne verilen cezalarda “ağır tahrik” indirimi yapılmasını sağlayan 29. maddesinde: Namusumdu, aldattı, kışkırttı, öldürdüm… Anlaşılan bu madde kaldırılmadıkça, “namus” kadınla ölçüldükçe, erkekler tahrik olacak, kadınlar ölecek... Namus, kıskançlık, tahrik… Erkeklerin kadınları öldürme gerekçeleri… Nedenleri ise hep “Doğu”da ve “cehalet”te arandı. Oysa, eğitimli, meslek sahibi kadınlar da vuruluyor, öldürülüyor, hem de şehrin orta yerinde, tıpkı Sevim, Şenay, Besi, Gülşen, Zehra ve Melek gibi… İ Halil İbrahim Zarif ve Sevim Gelişli Zarif... Hemşire Sevim Gelişli, Ankara’da, mesleğe yeni başladığında tanıştı hukuk öğrencisi Yaşar’la. Evi geçindirme işini üstlendi, kocasının su ve elektrik faturasını ödemesi için loğusa yatağının başına bırakmasına aldırış etmemeye çalıştı, hayatını da evliliğini de kardeşlerinin ve arkadaşlarının desteğiyle sürdürdü. On yıl önce, yorulduğunu, bıktığını anladığında tek bir hamlesi kalmıştı, boşanmak. Mahkeme kızlarının velayetini Sevim’e verdi. Yaşar Ö, on yıl boyunca kızının üzerinden eski eşiyle kavgasını sürdürdü. Kızını kaçırdı, geri almak için Haymana’ya giden Sevim’e ve avukatına şiddet uyguladı. Asıl öfke nedeni, Sevim’in Halil İbrahim’le evlenmesi, ondan da bir çocuğunun olmasıydı. Yaşar Ö’nün kavga yollarından biri tehditti. Sadece Sevim’i değil, ailesini de tehdit ediyor, hakkında suç duyurusunda bulunulması onu durdurmuyordu… Kızının velayetini almak için yeniden dava açtı, iddiaları ağır ve asılsızdı. Sevim oturup hâkime sekiz sayfalık dilekçe yazdı, yaşadıklarını anlattı, evliliklerini, boşanma gerekçelerini, kızıyla ilişkisini… 17 Ekim 2002’de yazdığı mektubunda “Yıllarca çocuğuma babasıyla ilgili hiçbir kötü laf ne ben ne ailem söyledi. Çocuğum büyüdükçe, görerek, duyarak, yaşayarak öğrendi. Annesinin darp edildiğini gördü. Şimdi eşime bulaşarak ayrılmamıza, kurduğum yuvayı bilinçli şekilde bozmaya çalışıyor” diye yazdı: “Çocuğum çok açık şekilde, annemle, kardeşimle olmak istiyorum diyor. Ben velayeti verirsem çocuğumun tırnağını bile göremem”… Ne Yaşar Ö’nün tehditleri kesildi, ne de Sevim’in suç duyuruları… Ta ki, 22 Temmuz 2007’ye kadar. O gün öğle saatlerinde milletvekili seçimi için oylarını kullandıktan sonra evlerine doğru yürüyen Sevim ve Halil İbrahim kurşunlandılar. İkisi de öldü. Tanıkların ifadelerinden öldürenin Yaşar Ö. olduğu belirlendi, cinayet sırasında kullanılan araba da onun üzerine kayıtlıydı. Olay yerinden kaçtıktan yaklaşık bir buçuk ay sonra yakalandı Yaşar Ö, susma hakkını kullandı. İlk duruşma 1 Kasım’da, Üsküdar Adliyesi’nde görülecek. Sevim eğitimli, şehirli, meslek sahibi olup da boşanan, bununla kalmayıp kendine yeni bir yaşam kuran ve sırf bu yüzden, erkeğin iktidarını yerle bir ettiği için öldürülen ilk kadın değil elbette. Son da olmadı. 20 Ağustos * Uykusuzluk (insomnia) çekenler: “Umacı” ya da “Karakoncolos”, uyumamakta direnenler için birebirdir. Kahverenklidir. Mezarlıklarda, suyu kesilmiş çeşmelerde barınır. Evlere, anahtar deliklerinden, bacadan, kapıların altından süzülerek girer ve uyumamakta direnenleri alır götürür . * Alzheimer illeti: Çaresi “Şeytan”dır: Unuttuklarını bulmak için “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi” denmelidir... * Benmerkezcilik (Megalomani): Bu gibiler, dünyanın kendi eksenleri çevresinde döndüğüne inanır ve “Küçük dağları ben yarattım, büyüklerine de Kondoliza yardım etti!” derler. Bazen aynanın karşısına oturur, “Türkiye benimle gurur duyuyor” diye söylenirler. Eleştiriye asla tahammül etmez, eleştiren olursa ya da gazeteciler kendilerine aykırı sorular sorsalar ifritleşirler, onları kovdururlar. Kendilerinden başka bir şeye tapmazlar: Cenazelerde çekilmiş resimlerine dikkat edin, avuçlarını sadece kendileri için açtıklarını anlarsınız. “Pohpoh”suz yaşayamadıklarından çare, bunlardan feci halde muhtaç oldukları “pohpoh”u esirgemektir. O zaman gazı kaçmış kola gibi olur ya da havası alınmış balon gibi pörsüyüverirler. Bu gibiler, her mevkiye gelebilirler. Yasa taşeronları uyarılmalı, yeni anayasaya, bunlar, bakan veya başbakan oldukları takdirde Osmanlı ecdadımız zamanında devlet yöneticilerinde görülebilecek megalomaniyi önlemek için söylenegelmiş bir tekerlemenin benzerini, bütün milletvekillerince oturumların başında ayağa kalkılarak bir ağızdan ahenkle terennümünü zorunlu kılan bir madde konulmalıdır: “Mağrur olma padişahım; senden büyük Allah var!” sözlerini, Anadolumuzun bağrından kopup gelen “Kabaramazsın kel Fatma; annen güzel sen çirkin!” söylemi ile karıştırıp anlamlı ve etkin sentezler yapma zamanı gelmiştir. erezs@superonline.com Melek ve Zehra Fotoğraf: Vedat Arık Melek ve Zehra iki kardeş. Doğum yerleri Sıvas, İstanbul’a geliş tarihleri 1969… Fabrika işçisi Melek, ailesinin “pek tekin görünmüyor” uyarılarına aldırmadan belediye işçisi E. ile evlendi. En büyüğü bugün 24 yaşında olan üç çocukları oldu. Sosyal demokrat bir partide ve sendikada aktif politika yapan eşi Melek’i sürekli aşağılıyor, aldatıyor, dahası şiddet uyguluyordu. Melek ise buna rağmen çocuklarına karşı babalarını savunuyor, “O ne derse haklıdır” diyordu. 1999 depreminden Melek (sağda) ve Zehra... Zehra vurulduktan sonra hastanede... hemen sonra tahammülü kalmadı ve evden ayrıldı. Kocası üç çocuğuyla birlikte ev tutan Melek’i geri dönmesi konusunda ikna etti, ancak şiddet yinelenince yine evi terk etti. Bu kez kararlıydı, boşanacaktı. Kocası peşindeydi, bir kez jiletlemeyi denedi, kurtuldu. ÖDP’de politika yapan kız kardeşi Zehra, ablasının başına geleceklerden endişeliydi, avukatlardan destek istedi. Evliliği boyunca yanında kimse yoksa evden çıkmayan Melek avukatları beklemeden, alyansını çıkardı ve tek başına adliyeye gidip boşanma dilekçesini verdi. Üç çocuk babalarıyla kaldılar. Aradan iki yıl geçti, kocasının öfke dolu soluğu sürekli Melek’in ensesindeydi. O gün yurtdışında yaşayan kız kardeşlerinin İstanbul’da olmasını bahane eden iki kız kardeş annelerinin Gazi Mahallesi’ndeki gecekondusunda buluştular… Çatıdan gelen seslerle bahçeye fırladılar, Melek’in kocası elinde pompalı tüfeği, göğsüne sardığı fişekliği ile tehditler savuruyordu. Önce Zehra’ya ateş etti, ayak bileğini parçaladı, tam başına nişan almıştı ki, Melek kardeşinin üzerine atlayıp, “Onu bırak” diye seslendi “Ben buradayım, ne istiyorsan benden iste, ona dokunma”. Silah sustuğunda Melek’in iki dizi de parçalanmış, bacakları delik deşik olmuştu. Melek ve Zehra’nın iyileşmesi yıllar aldı, Melek yedi, Zehra dört ameliyat geçirdi. Eski koca ise 11 yıl hapis cezası aldı, tahrik ve iyi hal indiriminden yararlandı ve iki buçuk yılda tahliye edildi, çıkar çıkmaz da ailenin karşısına dikildi, “Karımı geri istiyorum”. Melek bir kez daha davacı oldu, dosyası hâlâ açık...