Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 7 25/1/07 17:45 Page 1 PAZAR EKİ 7 CMYK 28 OCAK 2007 / SAYI 1088 7 DERVİŞ ZAİM (Yönetmen) BARIŞ PİRHASAN (Senarist ve yönetmen) Seyircinin “uyuzunu kaşımak” için en kestirme yol... Sinemaya sadece sinema olarak bakmanın bir sakıncası yok bence. Hatta isteyen sinemaya sadece “eylence” olarak da bakabilir. Önemli olan “sinema” ve “eylence” gibi kavramların bizim için ne anlama geldiği. Kimi Maskeli Beşler’i “eylenceli” bulur, kimi “Babam ve Oğlum”da hüngür hüngür ağlayarak “eylenir”. Eylenmek oldukça ciddi ve eksikliği sağlık bozacak bir eylemdir çünkü. Ben insanların yalnızca zekâlarını rafa kaldırarak eylenmelerinin, zaman zaman gerekli, ama eksik bir etkinlik olduğu kanısındayım. Böyle bir sürecin bilinçli olarak kışkırtıldığı doğru tabii. Bu daha çok, sinemaTV endüstrisinde kilit noktalara gelmiş kişilerin, zekâlı eğlenme yeteneklerinin kıtlığından kaynaklanıyor sanırım. Bu da onlara maaş veya ücret ödeyenlerin tabii ki işine geliyor. Yoksa kilit noktalara gelemezlerdi. “Türk” karakteri denen şeyin ne menem bir şey olduğunu her gün yeni örnekleriyle görüyoruz, sinemada ve gerçek yaşamda. Seyirci çekmek, reyting almak. Sinemacıların, tabii özellikle de yapımcıların ve bu işe yatırım yapanların esas derdi bu. Seyircinin “uyuzunu kaşımak” bu amaca giden en kestirme yol tabii. Bilinçli olmasa da bir işbirliği mevcut olmalı. Yükselen milliyetçilik tabii ki bir rantın kapısını aralıyor. Eskiden beri ne diyorlar: Seyirci bunu istiyor. Büyük suçluluklar duyan ve aşağılık duygularıyla kavrulan insanlar için milliyetçilik her derde deva. Onlara kahramanlar, idoller, gurur vesileleri gerek. Bu vatan ya da dünya kurtaran aslanlarla özdeşleşip, kendi yediği ve yiyecek olduğu kazıkları unutmaya, üstelik vatanı ve dünyayı soyup soğana çeviren grup ve örgütlere gönüllü hizmet etmeye meyyal bir kitle varken milliyetçilik de hem politik olarak, hem de medyada yükselecek ister istemez. Bazı filmlerin komedi adı altında milliyetçilik ve militarizm reflekslerini törpülediği mi yoksa yeniden mi ürettiği konusunda genel bir yanıt verilemez. Tek tek filmlerin incelenmesi, çözümlenmeleri gerek. Bu da o kadar kolay bir iş değil. Hele filmin bir yapıt olarak incelenmesinin ötesine geçip, bu ürünlerin seyirciyle kurduğu ilişkinin dinamiğine kafa yoracak olursanız, çok karmaşık mekanizmalarla karşılaşırsınız. Tek bir sonuca varmak zor olur. Bu, birçok kuramcının ilgisini çekmiş, üstüne çok kafa patlatılmış bir konu. Sürekli irdelenmesi ve tartışılması gerekiyor. Ben kendi payıma buna benzer filmler ve diziler yapmak istemezdim. MEHMET SOYARSLAN (Özen Film’in sahibi / Son OsmanlıYandım Ali filminin yapımcısı ve senaristi) Film yanlış anlaşıldı on OsmanlıYandım Ali filmimizde azınlıklar konusunda hassasiyetle duruldu. Film Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini anlatıyor. Bu dönemde Osmanlı’yı oluşturan unsurlar arasında azınlıklar da var. Tabii bunların arasında Osmanlı'yı sevmiş, benimsemiş Dimitri gibi karakterler de var, onun dağılmasını isteyenler de. Bu karakterlerin ağzından “Osmanlı’nın ne kötülüğünü gördük? Hepimiz Osmanlı’nın bir parçasıyız” sözlerini duyuyoruz. Film, hakkında çıkan eleştirilerin aksine, vatanı oluşturan unsurların dinle, dille, etnik kökenle S ayrılmayacağını söylüyor. Çıkan kimi eleştirilerin dediği gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni yüceltmiyor. Yandım Ali karakteri de 1919’da çıkmazda bulunan İstanbul insanının umutsuzluğunu sergiliyor. Biz bu filmi tarihi gerçekler çerçevesinde çektik, siyasi bir iddiamız olamaz. Sadece o dönemi sergiledik. Sinemacılara düşen görev, özellikle yakın tarihimize ilgi uyandırıp incelenmesini sağlamak ve tarihi sevdirmektir. Sinemadaki şiddet çeşitli yaş gruplarını etkiliyor, ama bunun için de filmlerde uygulanan yaş sınırları var. Son Osmanlı Yandım Ali ende sadece Türk sinemasında çekilen bazı yapıtlarda; gişe başarısı uğruna şiddetin kutsanması, yarı mafya, yarı devlet bağlantılı karakterleri mistifike eden, onları olumlu anlamda adeta efsaneleştiren yaklaşımlar rahatsızlık yaratmıyor. Birkaç gözlemimi aktarayım: Türk sinema tarihinin gişe başarısı söz konusu olduğunda ilk ona giren filmden birinde şu laf yer alıyor: “Madem ki Ermenisin, o halde vermelisin”. Türkiye'de filmin bu ucuz yönüne dikkat çeken bir yazıya henüz rastlamadım. Sadece film yurtdışına, önemli bir festivale ön seçim için yollandığında festival yetkililerinin “Böyle bir filmi bize yollamaya utanmadınız mı?” yollu serzenişte bulunduklarını işittim. Bir başka “elit” film ise bir kamyon adam bir kıza sırayla tecavüz etmesine rağmen genel olarak olumlu yazılar aldı. Çok sayıda insan borudaki deliği ya görmedi ya da görmek istemedi, önemsiz bulunup "es geçildi". Türk sinemasında ırkçılık, zenofobi, kadının temsil edilme biçimi, şiddetin kutsanması, bir sürü sefil karakterin mistifike edilmesi gibi konulardan son derece rahatsız olduğumu itiraf etmek zorundayım. Sadece siyasi cinayetlerin değil, her türlü şiddet eyleminin ön hazırlığına bu tip filmler, diziler büyük katkılarda bulunur. Konular deşildikçe, filmler gösterildikçe hınçlar, öfkeler gelişir. Sıra birilerinin eline kibriti alıp çakmasına gelir. Gariban, yoksul, deli diye nitelenen bir genç bulunur ya da bir sürü “kendi halinde” adam günün birinde bir turist kızı dağa kaldırıp ona sırayla tecavüz eder. Gişe başarısı, evet, çok önemli, ama bazen ondaki başarıdan daha önemli bazı şeyler olduğunu unutuyoruz. Şiddet eyleminin ön hazırlıkları B Güzel, bağımsız, seçici... ndan en çok istenen Sergio Leone’nin ünlü epik dramı “Bir Zamanlar Amerika1984”nın çekimleri sırasında yaşadıkları… Oysa Jennifer Connelly’ye göre söylenecek bir şey yok, “Önemli bir çalışmanın içinde olduğumun nerdeyse ayrımında değildim, saftım” diyor. Anımsadığıysa bunun yaşamındaki en kolay görüşme olduğu. İlk gün dans ettiğini, ikinci gün Leone’yle, üçüncü gün Robert De Niro’yla tanıştığını, dördüncü gün projeye katıldığını söylüyor. O yıllar on ikisinde olan, on yaşında aile dostları bir reklamcının önerisiyle modellik yapan, reklamlarda oynayan Connelly, sinemada 23. yılını bitirdi. Oyuncunun, gösterimde olan “Tutku Oyunları” filmini, önümüzdeki hafta yeni bir film izleyecek, “Blood Diamond /Kanlı Elmas/2006”. Bu filmde iç savaşın sürdüğü Sierra Leone’de mücevher şirketlerinin skandallarını ortaya çıkaran idealist gazeteciyi canlandırıyor. Brooklyn’de büyüyen, damarlarında İrlanda, Norveç, Rus, Polonya kanı dolaşan, annesi antikacı, babası çocuk giysisi satıcısı Jennifer’ı ailesi ani şöhretten korudu: “İyi yaptılar” diyor oyuncu “yoksa bugün çıldırırdım”. 1985’te “Phenomena”, bir yıl sonra “Labirent” filmlerinde oynadı. “The Hot Spot/1990”da kasabanın göz alıcı güzeli olarak bedenini sergileyen Jennifer buna geliştirici, öğretici bir deneyim olarak baktı. “Utangaç ve ürkektim” dedi “İyi bir çocuktum, bu da yapmam gerekenleri engelliyordu. Bu rol yumuşak bir geçiş oldu”. Büyük bütçeli Disney yapımı “The İzleyici Jennifer Rocketeer/1991”in gişe başarısızlığından sonra iç hesaplaşmaya giren oyuncu bir Connelly’i hâlâ ilk süre sinemaya ara verdi: filmiyle, Sergio “Kendimi bulmadan sinemaya girdim, yürüyen bir bebekken işe başladım. Leone’nin “Bir Oyunculuğa isteyerek girişmedim. Zamanlar Küçükken oyunculuğun sete vaktinde Amerika”sındaki rolüyle gelmek, çekimler arasında uslu durmak, herkesle iyi geçinmek, öykünmeden anımsıyor. Oysa aradan kaçınıp her denileni yapmak olduğunu uzun yıllar ve filmler sanıyordum. Geriye dönüp yaptığım bazı geçti. Kendini birdenbire filmlere bakınca kendime dur, dedim.” Connelly Yale’de İngiliz edebiyatı içinde bulduğu sinemada okudu, ardından Stanford’da drama öğrendi. Doksanların ortasında seçme hakkını oyunculuk tutkusunu yeniden yakaladı, kullanabilmek için bir “Higher Learning/1995”te lezbiyen anne, “Dark CityKaranlık Şehir/98”de süre ortalıktan gizemli eş, “Waking the Dead/2000”de kaybolmayı göze aldı. politik eylemci, “Pollock/2000”da ressam Jackson Pollock’un metresiydi. Connelly’nin oynadığı “Requiem for a DreamBir Rüya İçin “Tutku Oyunları” Ağıt/2000”de uyuşturucu bağımlısı moda tasarımcısı portresini başarıyla gösterimde, “Kanlı çizdi. Bu yorumu onu güçlü bir oyuncu Elmas” ise önümüzdeki konumuna yükseltti. Ardından şizofren dâhi matematikçi John Nash’in özgeçmişi hafta sinemalarda. O “A Beautiful MindAkıl Oyunları/2001”da Nash’in anlayışlı, sevgi dolu eşi Alicia rolü geldi. Bu filmle hem yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını aldı. “Oscar kazanmak gururumu okşadı ama ben bunu bir tamamlanma değil de cesaretlendirme olarak algılıyorum” dedi. “Jeniffer Hulk/2003”da bilim adamı Bruce Banner’ın asistanı, “House of Sand and FogSisler Evi/2003”nde evi elinden alınan kocasının terk ettiği uyuşturucu bağımlısı, “Dark WaterKaranlık Sular/2005)”da yine terk edilmiş güven arayan bir anneydi. Tüm bu yorumlarında acı çeken, saplantılı, gittikçe çılgınlığa gömülen, yaşamları güç kadınları canlandıran Connelly, Stanislavski metodundan, Actor’s Studio’dan uzakça duran bir oyuncu “Bir katil rolü için insan öldürmek, zinayı anlamak içinde kocayı aldatmak gerekmez” diyor “Bana en çok yardımcı olan bu karakterlerin geçmişiyle geleceğini bilmektir”. Setlere oğulları Kai ve Stellan’ı da götüren oyuncunun ilgi alanları da dikkat çekici, kuantum fiziği, felsefe ve spor.