Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 3 25/1/07 17:40 Page 1 PAZAR EKİ 3 CMYK 3 FREUD, yaratıcı ve izleyici... Dünya Freud’un 150. doğum yılını kutluyor. Sermet Çifter Salonu’nda açılan “Freud ve Çağdaş Sanat” sergisi de bu kutlamaya dahil. Sergide yer alan işler, Freud’un sanatçının yaratma sürecine ilişkin söylediklerinin izini sürüyor. İzleyiciye düşen ise kendine göre de olsa ikisini birleştirmek. Volkan Aran anatçının yaratma süreci düş görmek gibi değil midir? Gündüz düşleri ya da bildiğimiz gece düşlerinin gün ışığında yeniden yaratılması... Öyleyse rüyayı yorumlar gibi yorumlayamaz mıyız sanat eserini? Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, “Sanatçı, kendi düşündeki bencilliği gizleyerek ve ona kılık değiştirterek, düşünü biçimsel/estetik bir haz içerecek şekle sokar” diyordu, “aksi takdirde uzun bir rüyayı kimse dinlemek istemezdi.” Freud’un, Sofokles’in ünlü tragedyasındaki Oidipus’un yaşadıklarını (kehanette söylendiği gibi babasını öldürerek annesiyle evlenişini) her erkek çocuğun bilinçli olmaksızın arzuladığı bir sendrom olarak yorumlamasından, Leonardo’nun Mona Lisa’sındaki gülümseyişi ünlü ressamın annesine bağlama çabasından beri psikanaliz, sanat eserinin ortaya çıkışında da, onun eleştirilmesinde de önemli bir araç olarak kullanılageldi. Picasso eserlerine neden tarih koyduğunu açıklarken şöyle demişti: “Çünkü sanatçının yalnızca eserini bilmek yetmez onu ne zaman, nasıl, hangi şartlar altında yaptığını da bilmeli... Bir gün hiç şüphe yok ki, yaratıcı insanın çalışma şekline bakarak insan hakkında bilgi sahibi olmaya çalışan bir bilim dalı adı insan bilimi olabilir ortaya çıkacaktır.” “Hiç kimse tam bir bütün değildir” diyordu Lacan “her birey parçalanmıştır”. Freud’a göre bu parçalanma id, ego ve superego; ya da temel olarak bilinç ve bilinçdışı arasında, Freud’un Psikanalitik Sanat Eleştirisini erkekbaskın pozisyondan kurtaran Lacan’a göre ise doğumdan itibaren başlayan psikolojik gelişim evreleri arasındadır. Anneyle bir bütün olabileceğimizi yanlış bir hayal olarak düşündüğümüz hayatımızın ilk altı aylık dönemine, yani aklın yalnızca imgesel bölümünün şekillendiği o dilsiz döneme bir daha dönemeyeceğimiz bilgisi üzerine kurmuştu Lacan felsefesini. 618 aylık dönemin bir noktasında kendimizi annemizden farklı bir birey olarak algılamaya başladığımız İlya Kabakov / Kendi Resminin İçine Uçan Adam dönemi yaşarken, ortadan kaybolan nesneler, bize yokluğun sembolleri gibi gelmekte ve hayatımız boyunca yaşayacağımız bir yokluk hissini öğretmekteydi. Dille oluşturulan bu semboller dünyasında baba artık anneyle sonsuz bir birlikteliği önleyen baskın imaj olmaya başlamıştı, otorite semboldü. İZLEYİCİ: Pastoral bir manzaraya siyah ve beyaz keçiler yerleştirmiş Marc Goethals. Bir alegori olduğunu söylüyor bunun. “Babanın Adı” adlı çalışmasında su deposunu hem fallusu, hem de otoriteyi temsil eden bir parmak için kaide olarak kullanmış. Freud’dan mı, yoksa Lacan’dan mı bir esinlenme bu? “Çalışmayı, Jacques Lacan’ı okuduğum dönemde yaptım” diyor Goethals, “ama amacım Lacan’ın kavramlarını göstermek değildi, şeyleri hareket ettirerek bir imge yaratmak için Lacan’ı kullandım.” (Marc Goethals, BabaMarc Goethals / Babanın Adı nın Adı, 1996) Bilinçdışı araştırması ve rüyaların yorumlanki tekinsizlik duygusu; bastırılmış olan çocuk karmaşaları ması, ister istemez bir bilinmezliği, bu bilinmezlik karşısınbazı izlenimlerle bir kez daha canlandırıldığında (hırsız ya da duyulan tedirginliği de Freud için bir inceleme konusu hada kötü adam korkutmaları) ya da alışılmış olan ilkel inançline getirmişti. Tekinsiz (Das Unheimliche) adlı makalesinlar bir kez daha doğrulanmış göründüğünde (ölüler hayata de insanın nelerden ürktüğü, neyin varlığını tekin bulmadıdöndüğünde, sürekli tekrarlanan tesadüflerin bize gizemli ğını incelemişti. Ona göre, insandabir şey anlattığını düşündüğümüzde ya da kemgöz ve büyü gerçekleşmiş gibi geldiğinde) ortaya çıkmaktaydı. İZLEYİCİ: Fotoğrafın üst bölümünde sanki bir oturma odasının açık penceresinden içeriye gizlice giren kırmızıya boyanmış bir siluet var. Hitchcock filmlerinden çıkmış bir sahne gibi. Belki serginin ilk enstalasyonunda olduğu gibi bir film karesinin içine atlayıvermiş sanatçının kendisi. Parçalı fotoğrafın alt yarısında ise sanki elinde zıpkını olan bir dalgıç bir köpekbalığıyla mücadele etmekte. Dalgıcın da bir siluet olarak yerleştirilmesini, tehlikeyi işaret eden kırmızının aksine bu kez maviye boyanmasını sanatçı John Baldessari idealizmin sembolize edilmesi olarak açıklıyor. Nesnelerin yalnızca zihnimizdeki karşılıkları olarak –idealar yardımıyla algılanabilecekleri, dışarıdaki bir şeyi doğrudan algılamamızın ya da varlığını anlamamızın mümkün olmadığını... Rüyayla, gerçekliğin farkının ortadan kalkması anlamına gelmez mi bu? (John Baldessari, Kırmızı Davetsiz Misafir (Mavi) Üzerine İnceleme, 1989) John Baldessari / Kırmızı Alfred Hitchcock’un Öldüren Hatıralar (Spellbound) filDavetsiz Misafir (Mavi) mi gibi düşlerin kahramanın bastırılmış korkuları hakkında üzerine inceleme sembolleri kullanarak ipucu verdiği pek çok hikâyeye ilham kaynağı olduktan sonra Freud, çağdaş sanatta da etkisini hissettirdi. Viyana’daki Freud müzesi 1980’lerde restore edilirken, odaların duvarlarına Freud’un Rüyaların Yorumu’ndan alıntılar üstü çizili olarak yerleştirildi. Joseph Kosuth’un Sıfır ve Hiç (Zero&Not) adını verdiği bu çalışmanın ardından, Kosuth’un ikna ettiği diğer uluslararası üne sahip çağdaş sanatçılar da Freud anısına birer enstalasyonu müzeye hediye ettiler. Duvarlarda kalan Kosuth’un çalışması dışında diğer enstalasyonlar şimdi dünya turlarının ikinci durakları olan İstanbul’da sergilenmeye başladı. Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu’nda, 31 Ocak’a kadar izlenebilir. EDİTÖR’DEN D S aha önce aynı güzergâhta yürümüş müydük? Evet. O zaman hedef, Taksim’de buluşmaktı ve Taksim’e çıkan bütün yollardaydık… Şimdiki gibi bir ölümüzün, Hrant Dink’in peşi sıra, öfke ve kahırla değil, yine öfkeyle, ama neşeyi ve coşkuyu da kuşanmış ölmeye gidiyorduk. Öleceğimizi, çok öleceğimizi bilmiyorduk. Yıl 1977’ydi. Sonraları gözümüzü Taksim’den alamadık, almadık hiç, ama artık yasaktı. O yasağı delmenin bedeli hep ağır ödendi, ama bir gün yine orada buluşacaktık, çok olacaktık, çoğalacaktık… Salı günü, Hrant’ın cenazesinde çoğaldık, 1 Mayıs 1977’nin beşte biri kadardık, yani yüz bin kafa, iki yüz bin kol, iki yüz bin ayak, yüz bin yürektik. Sonra dağıldık, evlerimize, işyerlerimize, okullarımıza, meyhanelerimize, ruhsatsız, derme çatma hayatlarımıza… Bir hayatı ruhsatlı kılan, insanın kendisi olabilme cesaretidir. Biz bu cesareti gösteremedik yeterince. Ölülerimizin üzerine basa basa politika yapanları susturamadık, gençliklerimizi astığımız tarihi bugüne taşıyamadık. Ortak tarihimizin yırtılıp ortalığa saçılan sayfalarının uçuşunu seyrettik de oturup tekrar yazmaya, öykülerimizi bıraktığımız yerden tamamlamaya cesaret edemedik. Öfkemizi, kelimelerimizi teslimiyetin lekeli kınına tıkıştırdık. Güvenli, güçlü, icazetli yeni kalabalıklara katıldık. O kalabalıklarla birlikte özgürlüğün, eşitliğin taze kelimelerini heceleyenlerin üzerine bastık. Adalet isteyen genç ağızlarımızı, gürültülü cümlelerimizi mühürleyen karanlığın sahiplerine teslim ettik. Bu teslimiyetimizin bedelini ödeyenlerin sonuncusu oldu Hrant Dink. Sadece kendisi olmayı, kendisi olarak yaşamayı istedi bu coğrafyada. Bir arada değil, yan yana olmanın dilini kurdu. Ne hâkim olmayı arzuladı ne de erimeye boyun eğdi. Solculuğunu da soyunmadı. “Kurulu cennetlere gitmediysem” dedi, “solcu olduğum içindir”. Oysa biz unuttuk bile İstanbul’un, Anadolu’nun neredeyse her mezarlığına bıraktığımız yoldaşlarımızı. Solculuğumuzu bir gençlik günahı gibi sakladık çocuklarımızdan. İyi annebabalar, kariyer sahibi orta yaşlılar olarak kara kuru bir ihtiyarlığa uzanırken kan kokusu saldığımızı bile duyamadık, kapattık burunlarımızı… Oysa Osmanbey’de, Agos’un önünde akan kan hâlâ gençti, tazeydi. Hrant Dink bizim yoldaşımızdı. Ermeniydi. Bizdi. Berat Günçıkan bguncikan@yahoo.com Freud’un psikanaliz divanı... Pek çok kişi Freud’un, Picasso’nun bahsettiği bu bilim dalını keşfettiğini düşündü, ama ters yönden gelerek... Önce insanların zihninde bilinçli olarak fark edemedikleri ama çoğunluğu geçmişlerinden gelen bastırılmış arzuların, tutkuların, korkuların yer aldığı bir bilinçdışı olduğunu buldu. Bir çok nevrotik hastanın tedavisinde onları serbestçe konuşturarak anlatımlarından, dil sürçmelerinden, benzetmelerinden ve özellikle rüyalarından, bu bastırılmış yönlerini bulmaya çalıştı. Ve sonunda yaratıcı yazarın düşler kurmasını incelemeye koyuldu. İZLEYİCİ: Sandalye ve üzerinde defterlerin olduğu masayı, başka bir sandalye ve büyük beyaz bir tahtadan ayıran ahşap bir çatkı neyi bölüyor acaba? Bir mahkeme mi? Bu bölünmüşlük, sanatçının fiziki çevresi ile aklında olup bitenin yanı başında kuruluvermesinden mi ibaret? Hayal ettiği şeyin içine uçuverir mi insan? Ya sergiyi izleyen biz? Bu enstalasyonun içine girdiğimizde bir insanın aklından çıkıp gelenlere girmiş olmayacak mıyız? (İlya Kabakov, Kendi Resminin İçine Uçan Adam ya da Kendi Yarattığım bir karaktere nasıl dönüştüm, 19871989 ) Freud’un sanat eleştirisine kattığı boyut dışında, zihnin kendine otosansür uyguladığı ve davranışlarımızın pek çoğunda bu bastırılmış yönün etkili olduğu bilgisi, pek çok sanatçıya yeni şeyler denemek için ilham kaynağı oldu. Sürrealist akım, resimde zihnin kendini kısıtlamasına izin vermeyen ya da o kısıtlamaları birer sembol olarak kullanan Salvador Dali gibi önemli ressamları ortaya çıkarırken, edebiyatta ve sinemada bir karakterin davranışında bilinçdışının yeni rolü sergilenmeye başladı. Sanat eleştirisinde, tıpkı Freud’un rüya yorumları için kullandığı gibi bastırma, yoğunlaşma, biçim değiştirmelerin varlığı incelendi. Freud’un yarattığı psikanaliz teorisini sanat eleştirisinde yeniden güncel hale dönüştüren ise Fransız Psikanalist Jacques Lacan’dı. Cumhuriyet DERGİ* İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Editör: Berat Günçıkan Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Güray Öz Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212)343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Koordinatör: Neşe Yazıcı Reklam Müdürü: Dilşat Özkaya Rezervasyon: Mete Çolakoğlu / Mustafa Doğan (0212) 251 98 7475 / 343 72 74 Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ 29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna/ İstanbul (0212) 454 30 00 *Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. cumdergi@cumhuriyet.com.tr