02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 HAZİRAN 2006 / SAYI 1054 5 Ezilmiş gönüllerin sesi: SÜMEYRA Elif Su ir kuşağın gönül borcu duyduğu, duygularını içine sakladığı bir sanatçıydı Sümeyra. Sesi ve yorumu, en zorlu anlarda bile umut taşıyordu. O kuşak için de her zamandan ve herkesten daha fazla umuda ihtiyaç vardı. O her ölümden daha erken bir ölümle ayrıldı dünyadan. Sonraki kuşaklar onu eşi Hasan Çakır’ın çabalarıyla tanıdı. Çakır, Sümeyra’nın sesini bu dünyada tutmak için elinden geleni esirgemedi. Sümeyra’nın ömrünün son on yılını geçirdiği Frankfurt’ta verilecek konser de bunun kanıtı. Al NEVZAT KARAKIŞ Kendi sesime sığınıyorum Berat Günçıkan B rına, ayrılıklara, sayrılıklara karşı direnişle geçti. Bu direnişte o, türkülere sarıldı. Sydney’den Helsinki’ye, Atina’dan Londra’ya kadar her yerde resitaller verdi: Kadınlarımızın Yüzleri, Allı Turnam, Gülün Elinden, Vardar Ovası, Nâzım’dan Pir Sultan’a Şiirler ve Türküler, Anı, Serçelerin Süvarisi, BrechtEislerRuhi Su Türküleri... Avrupa’nın birçok kentinde, sokak şenliklerine, barış toplantılarına, festivallere katıldı, insanlığın barışçı ve özgürlükçü sesini türkülerle çoğalttı... Türkü albümleri yaptı... Zor, acı, güzel, coşkulu yıllardı 80’li yıllar... Eğer yaşasaydı bugün en genç haliyle, kendi sesinden dinleyecektik Sümeyra’nın türkülerini. 12 Eylül’ün sürgünlerinden biri olarak erken ayrıldı dünyadan, ama sesi hiç yaşlanmadı. Yunanlı Alexandra Gravas ve Hasan Yükselir’in verecekleri bir konser, Sümeyra’yı ve türkülerini bugüne taşıyacak... te Opera’nın Mozart Salonu’ndaki konsere Yunanlı sanatçı Alexandra Gravas ve Hasan Yükselir katılacak. Çakır, Sümeyra’ya ilişkin sorularımızı yanıtladı: Sümeyra, 9 Haziran’da ömrünün son on yılını geçirdiği Frankfurt’ta bir konserle anılacak. Dönüp bu on yıla baktığınızda neleri anımsıyorsunuz? Sümeyra yaşasaydı, 25 Mayıs 2006’da altmışına basacaktı... 80’li yıllar 12 Eylül döneminin baskılaSizce Sümeyra’nın sanatını nasıl anlamak gerekiyor? Önce 20. yüzyıl müzik dünyamızda şu üç olayın farkına varmak gerekiyor sanırım: Birinci olay, Anadolu’daki türkü geleneğimizin Veysel, Mahzuni, Kul Hasan gibi ozanlarla sürüp tazelenmesi. İkincisi Ruhi Su olayı. Beethoven, Liszt, Schubert, Schumann gibi klasik müziğin büyük bestecilerinin halk türkülerini işlemesi gibi, Ruhi Su da halk türkülerimizi işleyip yeniden ya rattı, onların notaya döktüğü işi Su sesiyle yaptı. Üçüncü olay Sümeyra. O, Su’nun yaptığı işin bilincinde bir ses sanatçısı olarak, onun işlediği halk türkülerini klasik müziğin “arya”ları, “lied”leri gibi icra etti. Sümeyra için Schubert’in veya Schumann’ın “lied”lerini söylemek ne ise Ruhi Su’nun işlediği türküleri söylemek de o idi. Filiz Ali 1977 yılında kaleme aldığı bir yazıda Sümeyra’yı “Kadife sesli, ölçülü ve ince beğeniye sahip” bir sanatçı olarak tanımlamıştı. O yıllarda Ruhi Su, Sümeyra ve Dostlar Korosu bir aradaydı... Ali bu birlikteliğin ve çalışmaların uzun ömürlü olmasını da dilemişti... Ne yazık ki bu olumlu başlangıç uzun ömürlü olmadı. 1985’te Ruhi Su, 1990’da Sümeyra yeryüzünden ayrıldı. Sümeyra ömrünün son yıllarında Ruhi Su’nun işlediği türküleri notaya dökmek, uygun olanlarının piyano transkripsiyonlarını yapmak ve ses sanatçılarının ilgisine sunmak işine girişmişti... Ama bu iş de diğer pek çok iş gibi yarım kaldı. N SÜMEYRA BAŞKA, ÇÜNKÜ... Sümeyra’nın türkü söyleyişi üzerine ortak bir kanı var: “Sümeyra başka”. Sümeyra’yı başka yapan nedir? Tabii önce sesi. Sümeyra’nın ender bir sesi var; gerçek bir alto. Sizin de anımsattığınız gibi Filiz Ali’nin deyişiyle, “kadife gibi koyu, yumuşak ve hünerli sesiyle ve ölçülü ve ince beğenisiyle saygı uyandıran” bir sanatçıydı. Sümeyra’nın sesi kadar söyleyişi de başkaydı. Bu başkalık en güzel, onun 1987’de Almanya’nın Wiesbaden kentinde yaptığı bir konser üzerine bir yazıda dile getirildi: “Gerçekleri yalın ve içtenlikle anlatan, ama bunu umudumuzu kırmadan yapan böyle bir insana çok az rastladım. Şimdiye kadar beni, başka hiçbir ses Sümeyra’nın sesi kadar etkilememişti.” Evet o türküleri “umudumuzu kırmadan” söylüyordu. Bir söyleşide şöyle demişti Sümeyra: “Neden hüzünlü türküler söylüyorsun diye soruyorlar. Ne kimseyi hüzünlendirmek ne de eğlendirmek için türkü söylüyorum. Ölü aşkların, ezilmiş gönüllerin şarkıları ve her yerde sürüm edilen dedikodu çığırmaları bana yabancı... Türküler neyi söylemek istiyorsa ben onu söylüyorum.” evzat Karakış, Bitlis’in Adilcevaz’ından. Yedi kardeşin altıncısı. Türkü söylemeye bir çocukluk marifeti olarak başlamış, ama utandığını kimse görmesin diye masa altlarından yükselmiş hep sesi. İki amcasından biri hikâye anlatmasıyla, diğeri ise ilçeye gelen âşıkları dinlemeye onu da götürmesiyle (Âşık Reyhani’yi, Murat Çobanoğlu’nu, Âşık Davut Sulari’yi dinliyor) besliyor türkü söyleme arzusunu. İlkokulda da işine yarıyor marifeti, öğretmen tam matematik dersine geçerken, o arkadaşlarının da kışkırtmasıyla türkülere başlıyor. Bedelini ise ortaokulda ödemiş, “Çok öğretmen vardı. Hangi birini türkü söyleyerek kandırabilirsin ki... Bir de doğru dürüst bir şey öğrenmeden ortaokula gelmişsin... Sınıfta kaldım tabii ve okul başıma yıkıldı”. Zorla da olsa ortaokulu bitirip, okumaya da küs, İzmir’e gidiyor. Üç sene değişik işlerde çalıştıktan sonra akşam okulunda liseyi bitiriyor. Yolunu bu kez Ankara’ya çevirirken İzmir’i bağlama öğrenmesini (Ahmet Günday’dan ders alıyor) ve okumakla barışmasını sağlayan kent olarak mimliyor. Maksim Gorki’nin “Ana”sıyla başlayan okunacaklar listesi onu sola yakınlaştırıyor. Okulda, Zafer Çarşısı’nda sürdürüyor solculuğu. Sahneye ilk kez Ankara Halk Tiyatrosu’nun Erkan Yücel yönetiminde Gençlik Parkı’nda düzenlediği Pir Sultan gecesinde çıkıyor. Maliye’de memurluğa başlıyor okul bitince, aklında müzik, beş yıl sürdürebiliyor memuriyeti... Tayinle geldiği İstanbul’da, 15. gününde istifasını verip, Unkapanı’na gidiyor. Unkapanı 12 Eylül’ün ağır koşullarından kurtulmanın çırpınışlarını yaşıyor o yıllarda, Ahmet Kaya’nın ismi yeni yeni duyuluyor, Sezen Aksu’nun “Git” albümü ise çıktı çıkacak... İlk albümü “Ölüm Git Öte” de 12 Eylül’le küçük bir hesaplaşma. Hasan Hüseyin, Ülkü Tamer, Muzaffer İlhan Erdost, Yunus Emre ve Cengiz Şahin’in şiirlerine yaptığı Nevzat Karakış yaşamak için türkü söylüyor. Müzikten başka bir dili yok. Dördüncü albümü “Bizar” da bir suçluluk duygusunu ele veriyor. Annesinin adı o. Türküler ise annesinden af dileyen bir çocuğun seslenişi. besteleri ve üç dört türküyle sessiz sedasız piyasaya çıkıyor albüm. İkinci albüme, 1996’ya kadar günlük yaşamın dertleriyle boğuşuyor. Albümün adı Cemal Süreya’nın bir dizesi “Çiçeği Hiç Solmayana”. İki yıl sonra üçüncü albüm geliyor, “Ağzımda Bulut Tadı”. Ne doğru dürüst tanıtımı yapılabiliyor ne de çekilen klibi yayımlanabiliyor. “Bizar” işte bu albümün birkaç değişiklik geçirmiş hali. Bir suçluluk duygusunu ele veriyor. “Sanki anneme yeterince türkü söylemedim gibi hissediyorum” diyor “O her fırsatta bana söyletmek isterdi, ama ben nazlanır, kırk dereden naz getirirdim” diyor. Bizar, adı üzerinde bir kadın, kırılgan, küskün. 11 yaşında gelin oluyor, koca evine elinde oyuncak bebeğiyle geliyor. Kayınbiraderi oyuncağını alıp kaçınca gidip kayınpederine şikâyet ediyor, “Söyle ona bebeğimi versin” diye... Bizar, anne ola ola büyüyor. Nevzat Karakış’la ilişkisi de eksik kalmış bir anneoğul ilişkisi. O da ortaokuldan sonra ayrıldığı Adilcevaz’a yılda, hatta iki üç yılda bir gitmenin, bir iki hafta kalıp dönmenin, sızısını şimdi bu albümle doldurmaya çalışıyor. Türküler, annesiyle birlikte radyodan, plaklardan dinledikleri türküler. Nevzat Karakış’a annesi sanki bütün türküleri biliyor gibi geliyor, çünkü o ne zaman bir türkü söylese annesi de ona eşlik ediyor mırıl mırıl... Müzik tek başına yaşatmıyor... Türkü barlar ilk açıldığında o da sahneye çıkıyor. Barların havası değişince, o da uzaklaşıyor. Şimdi rahat ve istediği türküleri söyleyebileceği yerler bulursa orada oluyor... Neden ille de sesini kullanmak, ille de müzik? Yanıtı net: Kendi sesime sığınıyorum. “Türkü söylemeyi gerek bireysel, gerek toplumsal zehirden arınmanın bir yolu olarak görüyorum” diyor: “Bu arınma halim diğer insanlara nasıl yansır, onlarda hangi titreşimlere yol açar, bilemiyorum, ama ben inat ve ısrarla kendimi korumaya çalışıyorum”. İnsanın kendini koruması ne kadar mümkün? Zor olduğunu biliyor, ayrıca bu onun tercihi, tıpkı İstanbul gibi. Ne ondan kopmak mümkün, ne de onunla baş edebilmek. “Yırtıcı olmanın öğütlendiği bir dönemde, kendine bağıran bir bozlağım ben” diye ekliyor Karakış, İstanbul’la inatlaşmaya kararlı... Nüfusun neredeyse yüzde sekseni kentleşmişken, türkü söylemekle var olmak ne kadar mümkün? Bu soruya türküleri, kentte köy ağzıyla söyleyenleri, geleneği sürdürdüklerini iddia etmelerine rağmen “samimiyetsizlikle” suçluyor. Artık has söyleyiş aramanın ona göre bir manası yok. Bir de örneği var, Kayseri’de bir araştırmada, türkü diye yapılan bestelerin Zeki Müren’in şarkılarıyla benzerliği saptanmış. Araştırmacılar, bu yeni ürüne ne ad koyacaklarını şaşırmışlar, sonunda “Madem halk söylüyor, o halde türküdür” de karar kılmışlar. Sırada kendi sözlerine beste yapmak var... Dilini şiirin gölgesinden kurtarabilirse, bir sonraki albümde kendi besteleriyle, üstelik Fransız bir aranjörün sesine en uygun bulduğu enstürmanla tamburla karşımıza çıkacak Nevzat Karakış, annesinin kendisini bağışladığına inanarak... Hayatın karşılığı: Pearl Jam G Ali Deniz Uslu runge deyince Nirvana ve Seattle ilk akla gelen isimler. Bu isimlerin yerine dinleyenlerin zevkine göre Pearl Jam, Chris Cornell’li Soundgarden veya Alice in Chains gelebilir. Ama değişmeyen tek gerçek bu grupların Seattle’dan dünyaya yaydıkları alternatif akımın müziği kökten değiştirdiği. Kurt Cobain izinden giden onlarca grunge ve punk grubu da bunun kanıtı. Müziğin metamorfoza uğradığı 90’lı yıllarda bir kaç grup kendine çok özel ve ayrıcalıklı bir yer edindi. Bu gruplardan biri de Pearl Jam’di. Grunge müziğe adını altın harflerle yazdıran grup, yeni albümleri ile dünyayı sarsmak için geliyor. Nirvana ve Pearl Jam fanatikleri arasındaki rekabet bir yana, bu güçlü ve derin müziği dinlemek en iyisi. Pearl Jam’in temelleri 1980’li yılların başında, Seattle henüz grunge müzik endüstrisinin başkenti olmamışken atıldı. Stone Gossard ve Jeff Ament’ın “Green River”la başladığı macera daha sonra aralarına efsane müzisyen Andrew Wood’u aldıklarında “Mother Love Bone” ile devam etti. 1989’da “Shine” ardından “Apple” yayımlandı. Ama adı uyuşturucu ile özdeşleşen Seattle, Andrew Wood aşırı dozdan ölünce dağıldı. Pearl Jam, Pearl Jam dünya sahnesine vokale çıkması için Eddie Vedder’ı sabırsızlıkla beklemesi gerekti. Vedder beklenen ve kendi gecelerini şarkı sözü yazmaya adamış San Diegolu bir kent isimlerini taşıyan 8. ozanıydı. Onun da katılımıyla grup stüdyo albümünü ünlü basketbol oyuncusu “Mookie Blayloc” adını aldı. Ama kısa bir yayımladı. İlk single süre sonra telif sorunları nedeniyle “World Wide Suicide” Eddie Vedder’ın büyük annesinin ismi Pearl ve onun yaptığı reçelden nasıl heyecan “Jam” esinlenerek “Pearl Jam” verici bir albümle ismini aldılar. İlk albümleri “Ten” 1991 yılının karşı karşıya yazında yayımlandığında bu olduğumuzun kanıtı. albümün bir milyon kopya satacağını kimse beklemiyordu. Albümün üçüncü videosu “Jeremy” ekranlarda dönmeye başladığında yer yerinden oynadı. Bu içsel parça ve sarsıcı klip Pearl Jam’ı bir anda vazgeçilmezlerin arasına soktu. O yıl “Jeremy” MTV Müzik ödülleri gecesinde dört ödülü birden kucakladı. KLİP ÇEKMEDEN VAR OLMAK... Aynı dönemde Kurt Cobain’in trajik intiharı tüm dünyayı sarstı ve grunge müziğin sağlam temeller üzerine oturmasını sağladı. Bu kırılma noktası sonrasında Pearl Jam emin adımlarla müziğini yapmaya devam etti. “Vitalogy” ardından da, 1996’da “No Code” isimli deneysel geçişler barındıran albümünü müzik dışında süren kavgaların gölgesinde yayımlandı. Pearl Jam’in bir dönem savunduğu “ticari anlayışa karşı klip çekmeme” politikası grubu gözden uzak bir noktaya getirdiyse de onların kitlesi hiç eksilmedi. Pearl Jam, geçen hafta yayımlanan yeni albümlerinde de dünyada olup bitenlere seyirci kalmaktan memnun olmadığını gösteriyor. Agresifliklerinden ve sert söylemlerinden hiçbir zaman taviz vermeyen Pearl Jam, müzikal duruşları için, “müziğimiz, hayatta nerede durduğumuz ve hayatın bizde nasıl karşılık bulduğunun yansıması” diyor. Zaten biz de onları bu yüzden çok seviyoruz, ama mayıs başında dünya turnesine çıkan grubun Atina’ya uğrayıp Türkiye’ye gelmemesi can sıkıcı bir gelişme. CUMHURİYET 05 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle