22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

25 HAZİRAN 2006 / SAYI 1057 7 ??? Prof. Hamid Dabashi, Aristo ve Plato’nun yalnızca Batı felsefesinin başlangıcı olarak ele alınmasının yanlış olduğunu söylüyor. Aristo ve Plato Batı dillerinden çok daha önce Süryaniceye, Farsçaya ve Arapçaya çevrilmişti. Öyleyse eski Yunan felsefesini ve kültürünü, Türklerin, Perslerin hatta Arapların kültür tarihlerinin bir parçası kabul edebilir miyiz? “Tabi ki” diye yanıtlıyor Dabashi, “Karşı kıyıdaki Plato’yu sizden daha çok onların yapan ne var? Yüzyıllardır bu düşünürler üzerine kitaplar okuduk, yorumlar yaptık ve felsefelerimizi biz de bunlar üzerine inşa ettik.” Prof Dabashi’nin vurgularında Batı karşıtlığı değil, Batı’nın dışında sayılan ülkelerin dünya kültür tarihinin dışındaymış gibi gösterilmesine duyulan bir kızgınlık seziliyor. Konferansta yaptığı sunumda da Kant’ın Güzellik ve Yücelik üzerine geliştirdiği felsefede dışlayıcı ve ırkçı yaklaşımlara dikkat çekip, Doğu’nun kendi tartışmalarını yaratması gerektiğini söylüyor. Ama yatay iletişimin kalmadığı bir Doğu dünyası var neredeyse. İran ve Türk sinemalarının ilişkisi ya da benzerliği üzerine görüşlerini sorduğumuzda, her ikisinin de Avrupa’yla dikey ilişkileri olduğunu, örneğin Theo Angelopoulos’tan Nuri Bilge Ceylan kadar Abbas Kiyarüstemi’nin de etkilendiğini söylüyor. “Ama beni asıl ilÖ. Özyılmaz... gilendiren Ceylan ile Kiyarüstemi arasında olacak bir görüş paylaşımı.” Nuri Bilge Ceylan’ın filminde Theo Angelopoulos etkisi ne denli var? Ya da iki yönetmenin filmleri ne derece benzerlik gösteriyor? Bu karşılaştırmayı uzun süredir yapmakta olan öğretim görevlisi Özge Özyılmaz’a sorduk. “Her ikisi de geleneksel sinemanın gerek anlatı içinde, gerek zaman ve mekânla oynayarak oluşturmayı prensip edindiği şok etkisini kullanmıyorlar. Ve bu geleneksel hikâye yapısını, gerilim, çözülme sıralamasını kullanmamakta çok ısrarcılar. Seyircinin filmde yansıtılana karşı duygusal bir pozisyon almasına izin vermiyorlar, ama mekânın (doğallığı ve yapaylığı) ve zamanın (zaman geçişlerinin azlığı ya da sıklığı) kullanımında ya da karakterlerin daha büyük bir topluluğu (Angelopoulos) ya da yalnızca kendini temsil etmesi (Ceylan) gibi farklılıklar da var.” Bir sahtekâr işi bu! İstanbul’da, Ankara’da ve Adana’da bu yılın neredeyse bütün sinema ödüllerini topladı Reha Erdem. Seyirci, onun yalın, ironik dilini sevdi. Erdem ise yeni bir filmin peşine düştü. Bir kaygısı var, televizyon dizileri gibi seyirlik işler yapmak... Sinemada gerçekçiliğin sonunun en gerçek pornografi olduğunu düşünüyor. Bu yüzden onun işi sorularla... Esra Başıbüyük / Yalın Karabey Yalın: Etkilendikleriniz kimler? O takip kameralarıyla benim aklıma gelen... Gus van Sant diyeceksin herhalde. Birebir etkilenmiyorum, ama beğeniyorum sinemasını. Belki oradan geldi,ama takipler köyün labirent gibi yollarını anlatmak içindi de. Esra: Etkilenmekten korkar mısınız? Korkarım. Benim hevesim o çok beğendiklerimin yanına bir şey koyabilmek. Yalın: Filmin içinize işlemesinden mi çekiniyorsunuz? Çok film seyredebilirsiniz, ama hiç seyretmeyebilirsiniz de... Kötü filmler kötü ediyor, iyi, kıskanacağım filmleri seyretmek ise motive ediyor, ama onu da çok bulamıyorum. Esra: Hepimiz hayatı farklı farklı algılıyoruz, ama siz bunu daha sonra kullanıyorsunuz. Hayatı da hep bir yönetmen gibi mi algılarsınız? Bir şeyi yaşarken farkında olmadan sonra kullanmak üzere biriktirir misiniz? Yok, bu kendiliğinden olmuyor... Esra:Yani algılamanızı manipule mi ediyorsunuz? Evet. Yani, hep bir şeyin peşindeyim sanki... Neyse o! E Prof. Deniz Göktürk, Nezihe Erdoğan, Peter Kramer. Theo Angelopoulos, artık eskiye göre kendini daha az güvende ve daha çok sürgünde hissettiğini söylüyor. Ağlayan Çayır filminde kullandığı sözleri hatırlatıyor: “Sınırları aştık ve hâlâ buradayız. Evimize ulaşmak için daha kaç sınır aşmalıyız?” Belki de “yolculuğun kendisi insanın evidir”... Benzer ironiyi Fatih Akın sunuyor bize. “Crossing the Bridge”de sınırların ne denli iç içe geçtiğini anlatırken “Temmuz’da” filminde sınır muhafızlığını yapan ve sınır geçişini yasaklayan bir polis rolünü kendisinin oynadığını hatırlıyoruz, Prof. Deniz Göktürk’ün sunumuyla. Görüntüler akmaya devam ediyor. Çiçek dürbünü yerine multiplex sinema perdelerine bakıyoruz artık. Daha net görüyoruz, daha kolay ulaşıyor ve ulaşılıyoruz, ama öte yandan teknolojinin kazandırdığı ürünler fetiş haline getirilip, insanların sosyal çevresiyle irtibatını kesiyor. Ya da Nezih Erdoğan’ın söylediği gibi “Telefonunuzu kapattığınızı sanıyorsunuz ama sizi kapatan o” oluyor. Sınırları aşıyoruz ama sınırlarda savaştan kalan mayınlar, dikenli teller, “ölü mü, canlı mı olduğu belirsiz” insanlar bırakıyoruz. Sınırlar gerçekten yok mu, yoksa olan biten coğrafi sınırların, zihinsel sınırlarla yer değiştirmesi mi? İnsana, kendi kelimeleriyle tartışmayı unutturan; ya da çiçek dürbününü kaleydoskop yapan sınırlar... rgen olmaya geçişin gerginliğinde üç çocuk karakter; Ömer, Yıldız ve Yakup... “5 Vakit” onların hikâyesi. Çocukların doğası, köyün doğasıyla kaynaşıyor. Reha Erdem filmini 10 senedir gidip geldiği, içine işleyen Kozlu köyünde çekmiş, yani o da filmini köyün doğasına işlemiş. Özetle “5 Vakit”; Kozlu köyünün ritminde “bir doğa filmi”. Erdem, İstanbul, Ankara’dan sonra Adana’dan, Altın Koza Film Festivali’nden de ödülle döndü. “Sanki bir şeyin peşindeyim neyse o!” derken belli ki hâlâ uzun ince bir yolda, ama daha gün yüzünde. Filmlerindeki kendine has ritmin nedeni ise içindeki rutini kırmak için her defasında başkalaşmayı (kişiselleşmeyi) göze alması... Reha Erdem: Zor bir filme hazırlanıyorum. Esra: Nerede geçecek? İstanbul’da... Kış sonunda çekmek istiyoruz. Yalın: Nasıl bir film olacak? Aşk filmi, Hülya Avşar var. Sert bir film olacak. Esra: Avşar’ın oyunculuğunu beğeniyorsunuz yani... Disiplinli, iyi bir oyuncu. Beğeniyorum da, daha beğenilecek bir şey görmedik. Çok istekli, daha önceleri para yapmayacak filmlerde oynamam gibi demeçleri vardı, ama şimdi gişe benim umurumda değil diyor. Esra: Oyuncularınızı nasıl seçiyorsunuz, hislerinizle mi? Bir kuralı yok aslında. Evet, biraz hislerimle seçiyorum. 5 Vakit’te, köydeki çocukları birçok çocuk arasından seçtik. Sinemada oyuncunun her şeyi anlaması gerekmiyor. Çünkü bu iş birtakım görüntülerle yapılıyor. Mesela Işıl Yücesoy’un “Korkuyorum Anne”deki rol için seçilmesi ilginçti, onu şarkıcı olarak biliyordum, bir gün televizyonda gördüm: Karakterin ta kendisiydi. Reha Erdem... (Fotoğraf: VEDAT ARIK) Filmde gözükmeyen bir olay da var, kahvede çekim yaparken İzmir’de 5.5’lik bir deprem olmuş, tekrarlardan birinde arayıp buldum sonra, arkada ayna sallanıyor. Ama en büyük sürpriz güneş tutulmasıydı. Yalın: Filmin İngilizce ismi “Times and Winds” olmuş, senaryoda ezan vakitleri asıl isimleriyle bölünüyordu, ama filmde ikindi öğleden sonra olmuş, yatsı gece... Filmdeki zamanlar ezan vakitlerini de içeriyor, başka vakitleri de. Sadece namaz zamanlarını koymak bir konuya kilitlenmek gibi oluyordu, o yüzden değiştirdim. Esra: Filmleriniz zamansız ve mekânsız, bu bir rahatlık yaratmak için mi yapılıyor? Aksine, bu bir rahatsızlık yaratıyor. Gerçekçilikten kopartmak, filmin zamanını kurmak, ayrı bir dert oluyor. Yeni film daha şehirde, daha bu zamanda geçiyor. Hangi zamana ait diye her kareye bakacağız. Aslında “5 Vakit”te de köyde çanak antenler görünüyor. Yalın: Biz de tartışırken kızın spor ayakkabılarından, antenlerden 80 sonrası gibi düşünmüştük. KADINLAR, YİNE DE AYAKTA Esra: Şimdi bazı kareleri düşününce... Bir kadının ince detayları gören gözü gibi bir vizyonunuz var... Kadınları her anlamda daha ileri gitmiş varlıklar olarak görüyorum, ne kadar durdurulmaya ve budanmaya çalışılsa da... “Korkuyorum Anne”deki temalardan biri de buydu. Bütün erkekler zavallı bir şekilde yerden yere düşerken, kadınlar yine de ayaktaydılar. “5 Vakit” de öyle. Bir taraf tutma durumum var, belki bu onun sonucudur. Esra: Filmde olayları doğrudan, olduğu gibi görüyoruz, ama bir estetik filtresinden geçirilmiş gibi... Mesela çocuğun duvara yaslanışı, elini koyuşu, inanılmaz estetik, ama belli ki o bir kurgu, böyle bir görüntü gerçekte çok zor... Prodüksiyon notları, storyboard’u ve Kozlu köyündeki çocukların hikâyesiyle “5 Vakit”... ??? Öte yanda Avrupa, ekonomik (nüfus, hammadde ve pazar açısından), politik (Ortadoğu’ya sınırları dayamak için) ve askeri nedenlerle (öyle ya da böyle Amerika’nın manipülasyonuna uğrayabilecek askeri bir güç yerine, Avrupa’nın bir parçası olan bir askeri güç kazanmak için) Türkiye’nin üyeliğiyle ilgileniyor. Ama Türkiye, Avrupa’nın oryantalistik düşüncesi içinde yalnızca Osmanlıların bir uzantısı olarak duruyor ve bu kültürel bir direnç oluşturuyor. Laikliğin bu tehdit algısını azaltacağını düşünüyor musunuz? Çünkü Türkiye kendisini İslami bir ülke olarak değil, laik modern bir ülke olarak tanımlıyor. Tam olarak laik olduğunu düşünmüyorum. Evet laik kurumları var, demokratik sivil yapılanmaları, vatandaşlık hakları, inanç ve basın özgürlüğü var ve bunlar modern ulus olmanın araçları, ama yine de çok güçlü İslami unsurlar da var. Müslümanlığı ne kadar az ya da çok uyguladıklarından bağımsız olarak büyük çoğunluğu Müslüman olan bir nüfusu var. Ve bu Müslüman nüfusu, Avrupa’nın İslami algısı için yeterli oluyor. Son olarak İran’la yaşanan nükleer silah krizi konusunda İran’ın konumu hakkındaki görüşünüzü alabilir miyiz? Ben bir barış eylemcisiyim. İran’ın nükleer silahlanmasına karşıyım. Ama bunun nedenini söyleyebilirim. Etrafınızda dört komşunuz var, kuzeyde Rusya, batıda İsrail, doğuda Pakistan ve güneyde Amerika. Hepsi de nükleer silah bulunduruyor. Dört kişi aynı odada ve silahlıysa, beşinci bir kişi barış eylemcisi olsa bile silahlanmak isteyecektir. Irak, Afganistan ve Kuzey Kore’den sadece sonuncusu işgal edilmemiştir ve bunun tek nedeni nükleer silahı olmasıdır. Ben İran’la birlikte, tüm bölgenin silahlanmasından yanayım. Rüzgâr essin! Reha Erdem çizdiğini birebir çekmeyenlerden. Yine de çizimler kafasındakine sadık kalmamak ve dağılmamak için önemli. Ne de olsa rüzgâr, es deyince esmez, yağmur yağ deyince yağmaz... İşte 5 Vakit’ten prodüksiyon notları: Pek çok zaptedilmez boynu çanlı keçi aynı yerde tutulacak. Bir erkek bir kancık eşşek tepişecek. Bir erkek bir dişi köpek sevişecek. Canlı akrepler beslenecek, ölü akrepler biriktirilecek. Bir adet minare (kılıfsız) çalınacak. Yağmur yağdırılacak, gerekirse yaşlı teyzelerle duaya çıkılacak. Bol rüzgâr estirilecek. Bir dolunayın önünden bulutlar geçirilecek. Bir inek doğurtulacak. Bir güneş tutulacak, tutturulacak. İşte, o köy çocuğunun öyle yaslandığındaki fotoğraf ile, önceki ve sonraki karelerle, uydurma da olsa, inandırıcı bir dünya oluşturmak benim hevesim. Ama o yaşantının hissiyatı, insan ruhuna ve gerçeğe aykırı değil. Yoksa 2006’da Kozlu köyünde şöyle bir olay yaşanmıştı denilse, o bir masal ya da bir hikâye olabilir. Sinema bu kadar ufak bir şey değil gibi geliyor bana, o yüzden gerçekçi yaklaşımlar beni çekmiyor. Gus van Sant’ı, Wong KarWai’yi de bu yüzden seviyorum. Bir sahtekâr işi bu. Yalın: “5 Vakit” sırasında bir de kısa metraj film çektiniz. Onu ne zaman göreceğiz? Evet, “Ekim’de Hiçbir Kere” büyük ihtimalle sonbaharda İstanbul Modern’de oynayacak. O daha özgün, deneysel bir iş olacak. Esra: Metaforik anlatıma da yatkın mısınız? Çok fazla şu neyi sembolize ediyor, bu neyi sembolize ediyor diye yaklaşmayı sevmiyorum. Esra: Kahvede, yaşlılar heyetinin arkasındaki duvarda sıra sıra takvimlerde, böyle metaforik bir anlatım vardı... Sanat hayatın aynası değil, ya bir adım ötesi ya da bir adım gerisi. Gerçekçilikte hayattan alınanların tuzakları var. Sinemada gerçekçiliğin sonu, en gerçek pornografi. En gösterilmeyeni göstermek de tükenir, çünkü bir cevap var. Oysa cevap ölümlü, soru ise insanı yaşatan şey. Her şey, insanlar bile öyle değil mi ? Her şeye cevabı olanlar sıkıcıdır, erk sahibi insanlar da hep bir cevabı olan insanlardır. Esra: Çekim zamanı sanki Tanrı da sizin yanınızdaymış! Güneş tutulmuş, gökyüzü görüntüleri muhteşem... Bu bende filmin nostaljik olabileceği kaygısı yaratıyor. Esra: Kaygı deyince, film yaparken korkunuz nedir? Seyirlik olması, televizyon dizileri gibi olması. “A Ay”ın (ilk filmi) ilk gösterimini seyircilerle birlikte balkondan izledim. Film başladı, siyahbeyaz... Yanımda birileri “Bu ne ya?” dediler. Hâlâ o “Bu ne ya”yı takip ediyorum. Şöyle bir ölçü oluştu: “bu ne ya” demezlerse film olmadı demektir... Yalın: Filmi HD (High Definition) video çekmek nasıl bir fark yaratttı? Filmin en büyük iddiası ve korkusu buydu, ama beklediğimden iyi bir sonuç çıktı. Benim için negatif bitti diye düşünüyorum.Bu formatın sinemayı demokratikleştireceğine inanıyorum. İnsanlar film çekmeye cesaret edemiyordu, çünkü çok pahalı, ama artık daha iyi filmler çıkacak. Esra: İnsan psikolojisinin içerisinde bu kadar dolaşmanıza dayanarak soruyorum, insan ne demek? Acılı bir hayat yaşıyoruz, elli bin dert var. Bize bu şehirlerde dayatılan hayat da sahte, baskıcı, gayri insani. İnsan olmanın en güzel yanı kendi zamanını yaratabilmek ve bu da bir savaş gerektiriyor. İmkânsız, ama elimi kolumu kaptırmayayım diye dış dünyaya az değmeye çalışıyorum. Esra: Sizde bir çocuk büyütüyorsunuz... Evet bir kızım var. Kiraz. Esra: Ona ne geçiriyorsunuz? Ne yazık ki bütün hastalıklarımı geçiriyorum. İnsan ne kadar gayret etse de fotokopi gibi geçiyor çocuğuna. Bari memnuniyetsizliğimi de geçireyim. Zaten bitti gitti, artık 10 yaşında... Esra: Artık ektiklerinizi biçme zamanı yaklaşmış! CUMHURİYET 07 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle