22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 PAZARIN PENCERESİNDEN 9 NİSAN 2006 / SAYI 1046 Zincirlikuyu için halkoylaması Selçuk Erez orun yeni değil: Sağduyu sahipleri bu konuda yazılar yazmış, uyarılarda bulunmuşlardır. Ancak bunlar yanıtsız kaldığından konunun gündemde tutulması gerekmektedir. Tutmuş Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısına “Her canlı ölümü tadacaktır” diye yazmışsınız. Bu dünyaya kazık çakmadığımızı biliyoruz. Ancak bunu bilmek, insanoğlunun en önemli üzüntü, endişe ve korku kaynağını oluşturmuyor mu? Öyleyse her gün bu yoldan geçen binlerce yurttaşımızı rahatsız etmekle ne kazanıyorsunuz? Bu sözün Kuran’da yer aldığını ileri sürerek savunmayın yaptığınızı! Kuran’dan alıntı yapmak gerekiyorsa kutsal kitapta yer alan daha uygun o kadar çok ayet, ayrıca aklımızın yarasına tuz basmayan o kadar çok Hadisi Şerif var ki... Siz mesela, “Cennet, annelerin ayakları altındadır” cümlesi dururken niçin bunu seçtiniz? Aslında sorulması gereken başka bir soru var: Bu demokrasi çağında, hepimizin gelip geçtiği bir yerde dikilen bu kapıya yazılacakları niçin siz seçiyorsunuz? Niçin demokratik bir halk oylaması yapmıyorsunuz? Tutulması gereken tek yol yeterince öneri biriktirip, bunu halkoylamasına sunmaktır. Globalleşme ve Avrupalılaşma çağında sadece Arap yarımadasından gelen esintilerle yetinmek doğru mudur? Bu konuda yapmış olduğumuz bir ön çalışmayı dikkatinize sunmaktayız: Hafızanıza sahip çıkın! Özgür Erbaş izim Tiyatro’nun 25. yıl oyunu Özkıyım’dan, ne karakterle özdeşleşip bir kahraman edasıyla çıkıyorsunuz ne de yılgın, yenik. Boğazınızda yumrular, karnınızda bir yumrukla salonu terk ederken, geride kalan yüzyılı düşünmeye koyuluyorsunuz. Bunca eziyet, bunca ölüm, acı, kayıp, savaş, işkence, sefalet... Ne içindi? Zafer Diper’in pek çok kaynaktan yararlanarak yaklaşık on ayda hazırladığı metin, 68 kuşağından bir belgeselcinin, Karl Schmitt’in özkıyım muhasebesi etrafında dönüyor. Schmitt, kendi sonuna hazırlanırken, “birtanesi”ne bir belge bırakmak istiyor. Çünkü, “birtanesi”nin kendisini anlamasını istiyor. Neden canına kıymayı düşündüğünü, onu bu hale neyin getirdiğini iyice anlamasını... Böylece özüne kıyanlar ve birilerine kıyanların geçit töreni başlıyor. S B Karl Schmitt’in, “birtanesi”ne hazırladığı bu veda kasetini, Zafer Diper, yaklaşık 30 filmi tarayarak hazırlamış. Kendisi gibi 1946 doğumlu karakterini, yüzleşme ve bilgi aktarımı temeline oturtmuş. 68’liler kadar 78’lilerin de çocuklarıyla, kendi yaşadıkları şiddetten korumak adına, siyasetsiz sohbetler ettikleri Türkiye’de özellikle gençlerin, geçen yüzyılda dünyada neler olup bittiğini öğrenme haklarını savunuyor. Diper, “Bu bilgi, tecrübe ve anıların devredilmesi gerekiyor. Ancak o zaman bireylerin çektikleri acılar ve bugünkü halleri anlaşılabilir” diyor ve ekliyor, “Oyun aynı zamanda, biz neler yaşamıştık sorusunun da peşine düşüyor. Hem kendimizi, hem bize ödetilen bedelleri sorguluyoruz”. Peki neler yaşandı, bir 68’li için kuşağının anlamı ne? Diper yanıtı Karl Schmitt’in ağzından veriyor: Zafer Diper, 60. yaşını sahnede kutluyor. Bu aynı zamanda Bizim Tiyatro’nun 25. yılı. İki kutlamanın vesilesi ise “Özkıyım”. Kahraman Karl Schmitt, Diper’le aynı yaşta. Schmitt’in özkıyım muhasebesi etrafında dönen oyun, bütün bir yüzyılla hesaplaşmanın da belgesi niteliğinde... Oyun, tek kişilik, ama oldukça kalabalık. İşkenceciler, işkence görenler, sorgucular, sorgulananlar derken koca bir yirminci yüzyıl tarihini, dünyanın farklı coğrafyalarında gezinerek izlemiş oluyorsunuz. ABD’de Rozenberglerin, “Bir imza atın kurtulun” teklifine yanıtları, “Ölürüz, ama kabul etmeyiz” oluyor. Almanya’da BaaderMeinhoff üyeleri, hücrelerine kadar ulaşan silahlarla, canlarına kıyıyorlar! Vietnam’da katliam başlıyor, Paris ayağa kalkıyor. Latin Amerika’dan gelen darbe haberlerine, zincirleme depremler gibi yenileri ekleniyor. “68, benim için evreni çatlatıp açtı. Hem oluşumum hem de çözülmemdi. Bütün bilindik yapıları kırıp, yeniden yapılandığım, kendimi yakıp, yeniden yaptığım zamanlardı. Bizler, kapitalizme, emperyalist savaşlara, burjuva ahlakına, cinsiyetçiliğe karşı çıktık. Hayal ettiğimiz o güzelim dünyaya ulaşamadık”. İşte bu noktada, Karl Schmitt’in, “veda belgeseli” üzerinden, bütün çağda ne olup ne olmadığının yanı sıra, çağının siyasetiyle de hesaplaşmaya girişiyor Diper, “Toplumu değiştirmeye ve geliştirmeye yönelik bir hareket, is tenilen başarıya ulaşamıyor. Çünkü işçi sınıfıyla istenen bağ bir türlü yakalanamıyor. Hâlâ düşünürüm o günleri, acı tabii... Fransa’da neredeyse hükümeti devirecekler, tam o sırada işçi sınıfı çekiliyor. Sistem, topuyla, tüfeğiyle, parasıyla geliyor üstümüze...” Değişim isteyenler, sadece değişim istedikleri için acı çekmeye başlıyorlar. Karl Schmitt, çağdaşlarıyla birlikte, hücreye atılıyor, işkence görüyor. Ancak direniyor, direnmek için hafızasını diri tutmaya çabalıyor. Elindeki tek araç, hücrenin taşlarını sökmek, söktüğü bu taşlarla takvim tutmak ve yazı yazmak. Oyunun belkemiği olan cümle de buradan geliyor, “İşkence gören, işkenceli kalır”. Halil Cibran’ın eziyet tanımı akla geliyor: “Zalimin zulmü, sizin kendinizde sevdiğiniz yerlerinize vurmasındandır”. 68’İN YARALARI KANIYOR... Peki bu yaralar, bugün nerelerde ortaya çıkıyor ya da yeniden kanıyor? “Bereleri taşıyoruz tabii” diyerek söze başlıyor Diper, “Bilinç üstünden silinse de bilinçaltında kalıyor. Bütün o çağın üzüntüleri, kayıpları, harcanan emekler... Tabii hiçbir emek boşa gitmez, ama özledikleri o güzelim dünya hedefine ulaşılamadı ve bedeli çok ağır oldu. Özkıyım olgusunun içinde barındırdığı bu zaten. Bire bir hücrede çekilen eziyet değil, sürecin tümü bir işkence ve bunun ağırlığını taşıyor bütün bir kuşak, hatta insanlık. Hatta bu ağırlık, hayatı kaldıramama haline gelebiliyor”. Oyun kapsamlı bir sorgulamayı içerince hazırlığı, masanın başına oturulan zamanın öncesine dek uzanabiliyor. Diper bu süreyi, “Belki yaşım kadar yani 60 yıl, belki sahnede olduğum 43 yıl, belki de Bizim Tiyatro’nun 25 yılı kadar” diye anlatıyor. Amacı ise Karl Schmitt’in hücredeki direnciyle aynı; hafızayı diri tutmak. “Çünkü” diyor Diper, “biz unutursak herkes unutur. Biz anlatmazsak kimse anlatmaz. Medyası, imajı, gösteri toplumu mantığıyla hepimizin hafızalarını silmeye çalışan bu sistemle, ancak kendi tarihimizi anlatarak başa çıkabiliriz”. Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi Tel: 0 216 418 95 49 Turne programı için: www.bizimtiyatro.com *Anna Ahmatova’dan alınmış şu satırlar ölüm konusunda bu kadar tedirgin olmadan daha katmerli düşünmemizi sağlamaz mıydı? Behramoğlu çevirmiş: “Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni? Yoksa akşamın yaslı karanlığındaBir ölüyü mü düşünmeli?” *Ya Neruda’nın şu satırları? “Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler, neden günleryeni günleri izliyor? Neden koyu bir gecebirikiyor ağızda? Neden ölüler?” (Unutmak yok başlıklıdır, Tomris Uyar çevirmiştir) *Peki hemşehrimiz Konstantinos Kavafis’in Çapan tarafından çevrilmiş şu dizeleri? “Ne mutlu onlara ki, inanırlar ve İmparator Manuel Komnenos gibi inançlarının yalınlığı içinde ölürler” *Yada Yorgo Temelis’den bir mısra? “Ne varsa ölüyor bizim dışımızda” Ama bana soracak olursanız, ben ulusal özdeyişlerimizi, halk şairlerimizi yeğlerim. Birkaç örnek sunalım: *İşte Karacaoğlan: “Üryan geldim gene üryan giderimÖlmemeye elde fermanım mı var?Azrail gelmiş de can talep ederBenim can vermeye dermanım mı var?” *Yunus’un “Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huriisteyene ver anlarıbana seni gerek seni!” deyişi ne güzel dururdu. *Yetmezse Araplaşmasak bile Arabeskleşebiliriz: “Ne ölür ki dünyada gözüm?Sen onlara öldü mü diyorsun ?Sen ölümü ne biliyorsun?Hem sen öldün mü ki *Ölmüş deÖlümü görmüş gibi konuşuyorsun? (Yakup İçik) *Biliyorum bazılarınız “Ölüm Allahın EmriAyrılık olmasaydı” gibi Cem Karaca şarkılarını, bazılarınız da “Mezarımı taştan oyunİçine Nana’yı koyun” gibi eski laubalilikleri önerecektir ama bunlar uygun olmaz. Bizce en uygunu Orhan Gencebay’ın şarkısından şu bölümdür: “Ne sevgide ne aşktaNe hayatta gülmüşümIztırabım doğuştanBen doğarken ölmüşüm!” Hem ölümden bahseder, hem de ulusal durumumuzu en güzel bu yansıtır! Ölümünün 20. yılında İhap Hulusi K ulüp Rakısı’nı, Alfabe’yi, Ziraat, İş ve Yapı Kredi bankalarını ve daha pek çok yeniliği onun gözünden tanıdı bir kuşak. Türkiye Cumhuriyet’i kurulurken, yeni kurumlar onun çizgileriyle tanıtıldı. Türkiye’de iletişim sektörünün ve güzel sanatlar eğitiminde grafik dalının kurucularından İhap Hulusi Görey, ölümünün yirminci yılında bütün eserlerinin derlendiği kitaplarla anılıyor. Ayrıca Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 13 Nisan’da yapılacak anmanın ardından, işlerinden örneklerden oluşan bir sergi açılacak ve panelde Görey tartışılacak. Reklam henüz bir sektör değilken pek çok yeni çalışmalarıyla tanıdı ürünü İhap Hulusi’nin Türkiye. Afişlere, etiketlere, tahvillere imzasını attı... Ramiz’le birlikte çalıştı. Daha sonra afiş çalışmalarına ağırlık veren İhap Hulusi ilk siparişini 1927’de İzmir’den, İnci Diş Macunları’ndan aldı. Onlar için “Reklam Resmi” hazırladı. 1929’da İstanbul’da ilk atölyesini kurdu. Kulüp Rakısı etiketi ve Atatürk’ün siparişi üzerine Alfabe’nin kapağını tasarlayan İhap Hulusi, Ziraat Bankası, İş Bankası, Yapı Kredi, Garanti, Sümerbank, Emlak Kredi, Türk Ticaret Bankası, Maliye Bakanlığı (tahviller), Türk Hava Kurumu, Kızılay, Yeşilay, Tariş, Zirai Donanım Kurumu ve birçok özel kuruluşa çeşitli çalışmalarıyla hizmet verdi. 1935’te Türkiye’nin ilk afiş sergisini Beyoğlu’nda açtı. Bugünkü adıyla Milli Piyango olan Teyyare Piyangosu İdaresi için 45, Tekel İdaresi için 35 yıl çalışan İhap Hulusi, bu süreçte yurtdışında da adını duyurdu. Bayer’in afiş ve etiketleri, Mısır’ın Tekel İdaresi, Devlet Demir Yolları ve şehir hatlarına ait afiş ve ilanları, ünlü İngiliz viskisi John Haig’ın, İtalyanların Cinzano ve Fernet Branca’sının afiş ve etiketleri onun elinden çıkmaydı. Suluboya çalışmalarının yanı sıra, son yıllarında hat sanatını modernize ederek başarılı örnekler veren İhap Hulusi Görey, 27 Mart 1986’da İstanbul’da hayata veda etti. Türkiye’de reklam sektörü dünya çapında başarılara imza atarken, bu başarıda Görey’in katkısını ve adını unutmayanlar da oldu elbet. Reklamcı Ender Merter, on yılı aşkın sürede Görey’in tüm eserlerini düzenleyerek topladı. Bu çalışma sonucunda “Müsellesten Üçgene”, “80. Yılında Cumhuriyeti Afişleyen Adam”, “Çizgi Dünyasına Yolculuk 1, 2, 3, 4” ve Mayıs 2005’te bu seriyi tamamlayan “19221960 / Münih yıllarında İhap Hulusi Görey Skeç Defterleri” kitaplarını yayımladı. Görey’in ölüm yıldönümünün, Merter’in kurduğu Tür Tanıtım’ın kuruluş yıldönümüyle örtüşmesi “Ajansın 20. yıl notluğu”nun ilginç tasarımına esin kaynağı oldu. Böylece “Ustaya saygı, Tür’e kutlama” notluğu, ön ve arka kapak çalışması İhap Hulusi Görey’in evinin kapısındaki “evde dir” ve “evde yok” çizimleriyle çıktı. Görey’in çalışma alanının genişliği yaşamöyküsünün farklı coğrafyalarda geçmesi ve yeniliklere açık olmasıyla da açıklanabilir belki. 1898’de Kahire’de doğan Görey, ilk eğitimini Kahire’deki İngiliz okullarında aldı. 1920’de resim eğitimi almak üzere Almanya’ya gitti; Münih’te Haimann Schule atölyesindeki üç yıllık çalışmasının ardından, Kuntsgewerbe Schule’ye devam etti. Yurda dönüşünde Arapça, Almanca, İngilizce ve Fransızca bilmesi nedeniyle Dışişleri Bakanlığı’nda çalışması istense de memurluğu reddetti. Akbaba’da Münif Fehim ve CUMHURİYET 06 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle