Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 9 NİSAN 2006 / SAYI 1046 Gürültüye gitmek... Ataol Behramoğlu ukarıdaki başlık yazımın konusuna hem uygun hem değil. Uygun, çünkü “konu” edineceğim şey bu başlığa tıpa tıp uyuyor. Değil, çünkü başlangıcından bu güne canımı sıkan, unutamadığım bu konu, “gürültüye gitmek” deyimindeki “ironi”yi hak etmeyecek kadar acı, trajik... 14 Temmuz 2004 tarihinde Gelibolu’nun Bolayır Beldesi Megakent Tatil Sitesi’ndeki yazlıkta işlenen cinayetten söz ediyorum. Tanışmadığımız, hatta oynadığı dizilerde gördüğümü de anımsamadığım, fakat “bahtsız”lığı içimi acıtan ve acıtmayı sürdüren Devlet Tiyatrosu Sanatçısı İsmail Hakkı Sunat’ın yaşamını yitirdiği cinayetten... Bellek tazelemek için internete göz attığımda can sıkıntım daha da arttı. Birlikte anımsayalım: Gece yarısına yakın bir saatte o sırada altı yaşındaki çocuklarıyla yazlıktaki evlerine dönen İsmail HakkıDeniz Uğur Sunat çifti, komşu evin bahçesindeki “müzik” gürültüsüyle karşılaşınca İsmail Hakkı Sunat gürültüyü kesmelerini istemiş, kaba bir yanıtla karşılaşınca da (eşi ve çocukları yazlıkta yalnız kaldıklarında bir güvence olacağı düşüncesiyle bulundurdukları) “kuru sıkı” tabancasını evden alıp gelerek gürültücü topluluğu korkutmak istemişti... İsmail Hakkı Sunat’ın bu tabanca ile ateş etmediği mahkeme zabıtlarında kayıtlı... Buna karşılık, komşu evin sahibi (ya da sahip Prof. M. Fuat Özgen’in oğlu, Yüksek Lisans öğrencisi, o sırada 25 yaşındaki) İhsan Fuat Özgen de kendi evlerine giderek “kuru sıkı” olmayan tabancasıyla gelmiş, mermilikteki on kurşununun hepsini İsmail Hakkı Sunat’ın üzerine boşaltmıştı. Kozayı delen kelebek: Râna Aylin Ünal “Fazlasıyla akıllı, akıllı olduğu kadar da hassas” bir genç kız Râna. Geçen yüzyılın başında, savaş İstanbul surlarına yakınlaşmışken savaş, dalaş ve iktidarın erkek işi olup olmadığını sorabilecek kadar güçlü bir akıl bu. Osman Necmi Gürmen, Kanat Yayınları’nca yayımlanan “Râna”da annesini ve bir dönemi anlatıyor... kinin payı büyük. “Râna annem aslında. Roman onun gerçek hayatı üzerine kurulu. Romandaki pek çok şey gerçek ama kurgusal şeyler de var. Romanda ben bile varım küçük bir çocuk olarak...” Râna’nın sarsıcı öyküsünde pek çok gerçek olay ve isim daha var. İstanbul ve Babıâli’de Ermeni meselesinin başlangıcı da anlatılıyor romanda, diğer azınlık sorunları da... Ünlü ruh ve sinir hastalıkları doktoru Mazhar Osman da var, Siverekli Bucak aşiretinin önemli isimleri de... Bazı eksik parçaları tamamlamak için yazar O. Necmi Gürmen’i tanımak gerekiyor. “Annem Râna, romanda da anlatıldığı gibi padişahın maiyetinde çalışan saray mensubu bir aileden geliyor. Baba tarafım ise Urfa’nın Siverek ilçesine uzanıyor. Bir yanım Kürt, bir yanım Türk.” 1927 doğumlu Gürmen’in edebiyatla ilişkisi ise 70’li yıllarda Fransa’da başlıyor. Fransızca kaleme aldığı ilk romanı ‘L’echarpe d’iris’ 1976 yılında Paris’te Gallimard tarafından basılıyor. Aynı eser 1977 yılında da Hürriyet Yayınları tarafından Ebem Kuşağı adıyla yayımlanıyor. Gürmen’in Türkçe olarak kaleme aldığı ikinci romanı Kılıç Uykuda Vurulur da 1978’de Hürriyet Yayınları’nca basılıyor, ardından da 1979’da Fransızcaya çevrilip L’espadon adıyla Gallimard tarafından yayımlanıyor, 1981’de de Norveççeye çevriliyor. Y B irkaç haftadan bu yana hemen bütün kitabevlerinin vitrinlerinde, raflarında yeni bir roman var. Kapağında derin ve hüzünlü bakışlarıyla küçük bir kız; Râna; roman onun hikâyesi. Yazarı Osman Necmi Gürmen, doğru bulsa da bu tarife bir ek yapılmasını lüzumlu görüyor. “Bu bir biyografi değil” diyor ve ekliyor: “Bu Osmanlı’nın çöküşü ile Cumhuriyet’in kuruluş yılları arasında yaşayan genç bir kadının hikâyesi. Dönemin sosyal, siyasal atmosferi de anlatılıyor bu romanda, İstanbul’un sosyal hayatından ayrıntılar da var. Ama tabii ki her şey Râna’nın çevresinde yaşanıyor. Onun gözleriyle anlatılıyor.” Yazar Gürmen, Râna’nın kurguya dayalı bir roman olmasına karşın gerçek hayatla da büyük ölçüde örtüştüğünü söylüyor. O, yani Râna; 1905 yılında Osmanlı İstanbulu’nda, Yıldız’da, padişah Abdülhamid’e suikast cası Didi’ye göre ise “fazlasıyla akıllı ve akıllı olduğu kadar da hassas” bir genç kız Râna. Ve yine amcasının sözleriyle bu iki meziyetin ona fayda değil, zarar vermesinden korkuluyor. “Çünkü” diyor yazar Gürmen, “amcası, Râna’nın algıladığı dünyanın onu herkesten daha çok etkileyeceğini, tahammül sınırlarını zorlayacağını fark etmişti”. Hayatı fark ettiği andan itibaren her şeyi sormaya, sorgulamaya başlıyor Râna. Örneğin savaşın İstanbul’un surlarına dayandığı, panik ve korku günlerinde “Yaradan’ın değil de, erkek denen yaratığın işi miydi bu düzeni bozuk âlem? Savaş, dalaş, iktidar...” diyor, özellikle de kadınlık durumunu fark etmiş olmanın bilgisiyle... TOPLUMU ANLAMA KILAVUZU Bu kısa notlardan Gürmen’in Fransa’da iyi tanındığı anlaşılıyor. Liberation, Le Figaro ve Le Monde gibi gazetelerde yayımlanan eleştirilerde Gürmen’in eserlerindeki dil ve kurguya övgüler düzülüyor. “Saint Joseph’i bitirdikten sonra babam beni üniversite eğitimi için Fransa’ya gönderdi. Yeni biten savaşın harabeye çevirdiği Fransa’da hayli sıkıntılı bir öğrencilik hayatının sonunda mühendis olarak Türkiye’ye döndüm. Ama o tarihten sonra Fransa’yla ilişkim hiç kopmadı. Zamanla Fransa’ya yerleştim. İki ülke arasında yaşamaya başladım.” Gürmen anlattıkça hayatının her bir parçasından bir hikâye, bir roman çıkacakmış gibi hissediliyor. Gürmen ailesinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve bugüne uzanan süreçte yaşadıkları her açıdan önemli. Sadece Râna ile sınırlı bölümü bile bir tür Türkiye’yi ve Türkiye toplumunu anlama kılavuzu gibi. Ama Gürmen’in başka yazı projeleri de var. Örneğin Avrupa edebiyatı ile ilgili önemli bir çalışması Fransa ve İngiltere’de baskıya hazırlanıyor, sırada başka romanlar, hikâyeler de var... Deniz Uğur Sunat ve İsmail Hakkı Sunat... Cinayetin özeti böyle... Katil tutuklandı, cinayetine 5 yıl 10 ay ceza biçildi, cezaevinde bulunuşunun dokuzuncu ayında salıverildi... Mahkemenin gerekçeli kararını kaydetmişim. Onu burada tekrar etmeyeceğim. Fakat kesinlikle kapanmaması, kapatılmaması gerektiğine inandığım bu dava dosyasını inceleyecek olanlar, özeti yukarıda verilen bir gaddarca cinayette, “katil”in değil “maktul”ün suçlu gösterilmesi için nasıl çaba harcandığını hayretler içinde göreceklerdir. Aynı gerekçeli kararda, mahkeme başkanı Hayri Demir’in, “ilk şokun atlatılmasından sonra sanığın tabancasını alıp dışarı çıkarak, hiç ateş etmeyen maktulü 7 kurşunla öldürmesinin en az 10 yıl mahkumiyeti gerektirdiği” görüşüyle “karşı oy”u yer almakta... Aklımdan zaten hiç çıkmayan bu acı olayı neden mi anımsadım? Şu anda 7 yaşındaki oğluna “hem annelik hem babalık” yapan Deniz Uğur Sunat’ın, bir gazetemizin Pazar ekinde, “Yağmur Zamanı” adlı diziyle ilgili olarak kendisiyle yapılan bir söyleşideki hüzün dolu fotoğrafından... Ve bu fotoğraf bana bir başka fotoğrafı anımsattı... Cezaevinden dokuz ayda çıkan katilin, cezaevi çıkışında çekilmiş, orada bıraktığı, “ittihatçı” ya da “faşizan” bıyıklı fotoğrafını... Demek ki bir “vicdan muhasebesi” yapmak yerine, bıyık bırakmayı ve uçlarını yukarıya doğru özenle kıvırmayı tercih etmişti. İsmail Hakkı Sunat’ın katili şu anda neyle meşgul, bilmiyorum. Büyük olasılıkla bıyıklarını kesmiş, işinde gücünde, keyfi yerinde, yaşamını sürdürmektedir. Ya profesör baba? “Gazeteci, müzisyen, madalyalı halterci” Prof. Dr. Mahmut İhsan Özgen? O vicdanen huzurlu mu? Bunu da bilemem... Fakat ben bir insan ve yurttaş olarak vicdanımda derin bir acı duymaya devam ediyor, İsmail Hakkı Sunat’ın hiç değilse gürültüye gitmiş olmaktan kurtarılması için, denenebilecek hukuksal süreçler bulunduğuna, bulunması gerektiğine inanıyorum... ataolb@cumhuriyet.com.tr Fotoğraf: ARİF AŞÇI girişiminde bulunulduğu sırada karşı yakada Haşim Bey’le Libabe Hanım’ın biricik kızları olarak dünyaya geliyor. Haşim Bey, romandaki gibi gerçek hayatta da, dönemin önemli isimlerinden biri. Babası uzun yıllar saray mensubu olarak Padişah’ın özel hazinesini idare eden Haşim Bey, o sırada Osmanlı hükümetinin Posta ve Telgraf nazırı... Bir yanda savaş ve isyanlarla sarsılan imparatorluğu kurtarmanın sorumluluk ve telaşı, bir yanda isyan ateşinin sirayet etmeye başladığı azınlıklar ile panik ve endişe içindeki Müslüman toplumunun yarattığı gerginlik... Bütün bu kaosun orta yerinde de eşi Libabe ve küçük Râna’sı... Haşim Bey ve Libabe Hanım’a göre “sağ elini kullanması şartıyla, büyük bir sanatkâr olması” beklenen; amYazar Gürmen’den Râna’nın gerçek hayatta da dönemin kadın coğrafyası açısından bakınca yeni, çarpıcı ve de hayli ilerici fikirlere sahip olduğunu öğreniyoruz. Yine yazarının sözleriyle: “Kozayı delen kelebek gibi kanat çırpmak isteyen ve masada için için kaynayan semaveri kendine benzeten, içinde ters tepen biri, ters tepene gem vurmaya çalışan diğeri, çevresiyle, dünyayla, kendi kendisiyle hesaplaşan, kadınlar üzerindeki baskıya isyan eden, beynindeki girdaptan kurtulamayan Râna.” RÂNA BENİM ANNEM... Sorguları, hesaplaşmaları Cumhuriyet’le de bitmeyen Râna’nın iki dünya arasındaki yaşamöyküsü, etkileyici bir kurgu, özenli ayrıntılar ve usta bir dille anlatılıyor. Bunda yazar Osman Necmi Gürmen ile Râna arasındaki iliş Geri dönmek istiyorum Aylin Kotil en bir çizgi film kahramanıyım, hepiniz çok iyi tanırsınız beni. Heidi benim adım. Çok iyi, zevkli bir görev verilmişti bana; çocuklara iyi kalpli olmayı, iyi insan olmayı öğreteceksin, denmişti. Zevkli olduğu kadar kolay bir görevdi aslında bu. Çünkü çocuklar zaten iyi kalpli doğardı. Büyümeye başladıklarında da çevrenin etkisiyle kötülükle tanışırlardı. Kötü kalpli olmak, sonradan öğrendikleri bir duyguydu. Benim işimse çok kolaydı, iyi kalpli doğan çocukların iyi kalplerini korumak! O zamanlar düşünmüştüm, acaba kötü kalpli doğsalardı, onlara iyi kalpli olmayı nasıl öğretirdim, diye. Sanırım bu başarılması çok zor bir görev olurdu. Çok değil, 2025 yıl sonra tekrar o çocukların dünyasına dönmek istedim. Çok özlemiştim onları, acaba nasıllar, beni tekrar isterler mi, diye B heyecan içinde kavuşacağımız anı bekledim. Ancak bir şekilde onlarla buluşmam hep engellendi. Dayanamadım, gizli gizli geldim. Ama geldiğime de pişman mı oldum, üzüldüm mü bilemiyorum? Belki de iki duyguyu aynı anda yaşadım. Önce televizyonlara bakayım dedim; benimle aynı dönemde yayında olan bütün çizgi filmlerin artık gösterilmediğini öğrendim üzülerek. Yerimize çok daha güzellerini buldular demek ki, diye geçirdim içimden. Onları izlemek istedim, tüm merakımla. Ama çok gürültülü filmlerdi; çocuklar nasıl izleyebiliyor bunları, diye söylendim önce biraz. Sonra acaba kıskançlık mı yapıyorum diyerek sustum ve izlemeye devam ettim. Sonra garip canavarları, garip şekilleri gördüm. Yeni kahramanları bunlarmış, hayretimi saklamayarak izlemeye devam ettim. Bizim yaptıklarımızın tersine, hiç iyilik yapmıyordu bu kahramanlar. Daha da kötüsü bu filmlerin kahramanları hep kötü kalpliydi, kötülük yapıyorlardı. Birbirlerine vurup, kötü sözler söylüyorlardı. Bunu seyrederek mi büyüyorlardı bu çocuklar? Dehşete düştüm! Kimse sesini çıkarmıyor, kimse bunlar çocuklara seyrettirilemez demiyor muydu? Filmin sonunda da kötüler kazanıyordu! Ben, çocuklar kötü kalpli doğsaydı, onları iyi kalpli nasıl yapardım diye halime şükrederken, yıllar sonra daha da zor olan, tersi gerçekleşmiş ve iyi kalpli doğan çocuklara kötülük ve şiddet öğretilmişti. O çocuklar biraz daha büyümüş, sonra onlara garip vadilerde olan olaylar izletilmiş. Ardından televole dedikleri başka bir kültür aşılanmış! Dahası süslü de gösterilmiş. O çocuklar tüm bunları seyrederken arkadaşlık, dostluk, iyilik yapmak, kötülüğü görmemek gibi kavramları öğrenemediklerinden, uygulayamamışlar da. Ancak onlara öğretilenleri uygulayabilmişler. Hatta o kadar ki, öğrenmek için gittikleri okullarında birbirlerini bıçaklamışlar. Filmler amacına ulaşmış! Seyrettikleri gerçek olmuş. Bu durumdan üzüntü duymuşlar mı? Geldikleri noktada, bu işte parmağı olanlar kendi özeleştirilerini yapıp, değerlendirmişler mi? Bilemiyorum. Aslında bilemiyorum değil de, şüphem var demek daha doğru olacak. Çünkü onların seyrettiği filmlerde kötüler hep kazanmıştı! aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK