Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 26 MART 2006 / SAYI 1044 Korkuyorum Anne Erkek korkmaz, erkek ağlamaz... Reha Erdem aynı adı taşıyan filminde bu klişelere dokunuyor. “Korkuyorum Anne” sözünden yola çıkarak erkek korkularını anlatıyor. Sünnet bir kastrasyon mu? Bir erkek hayatında bir kez mi sünnet olur? Cem Mumcu, Murat Uyurkulak ve Özgür Tutar yanıtlıyor... eha Erdem, ağızda çok dolandırılmış, insanın kendisi kadar eski bir soruyu, son filmine isim olarak seçmiş: İnsan Nedir ki? Filmin izleyici ile buluşan ismi ise insanlığın zor baş edilir hallerinden biri, bir erkeğin kolay kolay atamayacağı bir çığlık: Korkuyorum Anne. Yönetmen de dahil bütün tanıtımlarda komedi denilse de sert ve sinsi bir hüzün izleyicinin yakasını bırakmıyor. Terzi Neriman’ın oğlu Keten ile Rasih’in oğlu Ali’nin altında kaldıkları “erkeklik”in hüznü bu. Güç ve iktidarın baştan bahşedildiğine inandığınız erkeklere, babaya, oğula, sevgiliye, arkadaşa başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz, sanki korkuları erkeği kadına daha bir yaklaştırıyor... Erdem’in korkunun adını koyduğu noktalardan biri sünnet... Ergenliğe kadar aile albümünde baştacı edilen, sonra gözler önünden çekilen, toplu ya da yalnız bir düğünle süslenen “erkeklik” hali... Peki, sünnet bir mavra mı, travma mı? Psikiyatr Cem Mumcu işte bu noktada itiraz ediyor, sünneti bir travma olarak görmeyi ve göstermeyi entelektüel bir ağız kalabalıklığı olarak tanımlıyor. Ona göre travma sünnette değil, nasıl yaşatıldığı ve yaşantılandığında. Bebeklikte yapılan bir sünnetin bir yan etkisinin olmayacağını düşünüyor! Ayrıca sünnet faydalı bir uygulama, bunu kanıtlayan araştırmalar da var, örneğin sünnetli erkeklerle birlikte olan kadınların pelvis kanserine yakalanma oranı diğerlerinden düşük. Mumcu, yönetmen Erdem’in izinde, sünnetin, daha doğrusu kastrasyonun sonsuza kadar sürecek bir hal olduğunu vurguluyor, Neriman gibi anneniz, Rasih gibi bir babanız varsa, dışarıda da toplum pusuda bekliyorsa... Filmde iki karakter de çocuklarını sürekli eziyor, hem kendi çerçevelerinin dışına çıkmalarına izin vermiyor, hem de “Sen bir işe yaramazsın” diye aşağılıyorlar, bir yandan da sevgileriyle boğuyorlar. Mumcu “İşte gerçek kastre bu” diyor “Yoksa aç bacaklarını çükünü keseceğim, bir metafordan başka bir şey değil”. Bu metaforun arkasında, erkekten beklenen sürekli ereksiyon halinde olmak da var Mumcu’ya göre. “Bu nasıl ve neleri ifade eden bir organdır ki” diyor “Hiç inme, yapamama, becerememe hakkı yok. Erkek sadece cinsel organıyla değil, bütünüyle ereksiyonda yaşamak zorunda. Sürekli güçlü olmalı, her ne olursa olsun, ağır bir eşyayı kaldırabilmeli. Oysa sürekli ereksiyon kangrene neden olur. Toplum da kangrenli bir yapıya sahip bu yüzden, ortalık penis kafalı insanlarla dolu”... Her erkek çocuğun bir kastrasyon anksiyetesi yaşadığını da anımsatıyor Mumcu. Bu bildiğimiz oidipus, ilk cinsel obje anne ve her şeyi, çükü de kendisinden büyük rakip, her an kastre etme tehlikesi olan baba. Çocuk bu tehlikeyi babayla özdeşle R şerek geçiştirirse heteroseksüel erkek formuna geliyor. Mumcu, “Bu çatışma bir sorunu değil, iyi yaşanması gereken bir durumu tarif ediyor” diyor. Yani çatışmadan değil, bu çatışmanın kötücül bir şekilde yaşanmasından, Neriman gibi kadınların anneliğinden, Rasih gibi erkeklerin babalığından korkmak gerekiyor. Toplumda güçlü kadın kimlikleri, yani Nerimanlar oldukça çok. Peki, onların gücünün arkasında ne var? Mumcu bu sorunun yanıtını kişisel tarihlerde aramayı yeğliyor... Elbette birkaç kuşağın pamuklu iç çamaşırlarına hapsedildiği, dantelli çamaşırların fahişelerin kullanımına bırakıldığı ortak tarihte de bulunabiliyor yanıt. 43 yaşındaki bir hastasına dantelli çamaşırların kimin için olduğunu soran Mumcu’ya yanıt küçük kız çocuğu sesiyle geliyor: Büyük kadınlar için... BABAANNEM DELİ HAVVA Mumcu yedi yaşında sünnet olmuş. Doktor babası hastanede operasyon yaptırmış. Sonuç: Mahalle sünnetçisinin elinden çıkan arkadaşları iki gün içinde top oynamaya dönerken o enfeksiyon kapıp 20 gün yatmış. Ama Mumcu’nun travması bu değil, eğer bir kastrasyon aranacaksa, bu babaannesinde saklı... “Benim babaannem Deli Havva’dır ve bütün öyküleri kastrasyon üzerine kuruludur” diyor. Havva’nın deliliği ise Kurtuluş Savaşı’nda ölüm haberi gelen kocasının geri döneceğine inanmasından geliyor. Kayınpederinin “Sen bizim kızımızsın artık, gençsin, gel seni evlendirelim” teklifini hep “Kocam geri dönecek” diye çeviriyor. Dediği de oluyor, savaşta yaralanan kocası dokuz yıl sonra dönüyor. Filmde Işıl Yücesoy sert, oğlunu sürekli eleştiren bir anne rolünde. Ali Düşenkalkar ise babasının öfkesinin altında kendisini var etmeye çalışan Ali’yi canlandırıyor... Berat Günçıkan Cem Mumcu... Fotoğraf: ARA GÜLER İki oğulları oluyor, birini abisinin kızıyla evlendiriyor, diğeri ise kendi eşini seçiyor. Bu istenmeyen gelin Mumcu’nun annesi. “Babaannem, diğer torunlarını kucağına alır sever, beni almaz, sevmezdi. Ben salaktım, ben aptaldım, en çok hissettirdiği şeyse, erkek değildim” diyor Mumcu. Bir akşam, evlerinin yanındaki inşaattan içeriye sızan oldukça büyük bir fare erkekliğinin bir kez daha sınanmasına yol açıyor. Mumcu, annesi ve kız kardeşi korkuyla masanın üzerine sıçrarken baba ve babaanne farenin peşine düşüyorlar. Babaanne yakalıyor fareyi, bacaklarının arasına alıp, üstelik vajinasına en yakın yerde, parmaklarının arasında eziyor. Bu arada dilini de hoyratça kullanıyor, hedefi yine Mumcu. “Sünnetimi anımsamıyorum, ama işte size kastrasyon hikâyesi” diyor “Fare korkumu otuzlu yaşlarımda atlattım, ama hep bunları hatırlayarak, yeniden yeniden yaşayarak”... Bir başka anısı daha var Mumcu’nun, sünnet deyince aklına üşüşen. İlkokul çağlarında, Hürriyet gazetesinin arka sayfasında yayımlanan kadın fotoğrafına bakarken annesine yakalanıyor. Pergeli alıp fotoğrafa saplamaya başlıyor, kalkan penisinin de verdiği korkuyla. Annesi “Aferin oğlum” diyor, babası sandalyenin zarar görmesini göz ardı ediyor. “Bu da bir kastrasyon” diye ekliyor Mumcu “Benim çocuğum bunu yapsa, alır doktora götürürüm”... Hem filmin kahramanı anne babalara, hem gerçek anne babalara bir suç yüklemiyor Mumcu, çözümü bütüncül çalışmalar yapmakta görüyor, yani kadın çalışmaları ka Murat Uyurkulak... dar erkek çalışmaları da yapılmalı. Çünkü erkeğin pipisini göstermek zorunda kalması da, kız çocuğunun dizini bile kimsenin görmemesi için çabalaması kadar hüzünlü... Çünkü, kadının hayatını çekilmez kılan erkeğin saldırganlığı, öfkesi, hatta maçoluğu bu korkuların ürünü... Erkeğin diğer korkuları mı? “Bireysel farklılıklar vardır, ama” diye yanıtlıyor Mumcu, “Korkuyorum anne, korktuğumu söyleyemediğim için daha çok korkuyorum anne, diye özetleyebilirim”... KORKUYORUZ, ELBETTE AMA... Yazar Murat Uyurkulak için sünnet bir travmadan çok bir mavra. Sünnete ilişkin ilk bilgiyi hangi yaşta, nasıl aldığını hatırlamıyor, “O kadar anonim bir bilgi veya sınavdı ki bu, sanırım daha doğarken biliyordum” diyor. Sakin beklemiş sünneti, kendisinden çok, birlikte sünnet olacakları kardeşi için endişelenmiş. Kostüm, armağanlar, düğün elbette baştan çıkarıcı olmuş, ancak bu şaşaayı son birkaç gün yaşadıkları için korkunun telafisine yaramamış. Akranlarıyla ilişkilerini değiştirmemiş, kızlar arasında bir havası da olmamış, “Sanki boşu boşuna kestirdim” diyerek eğleniyor. Peki sünnet, çocuğun anne ve babasına ilişkin güven duygusunu zedeledi mi? Uyurkulak, bu soruya yanıtında Mumcu’yla aynı düşünceyi paylaşıyor: Güven duygum daha önce zedelendiği için sünnet bir şey değiştirmedi, ama ömrüm boyunca sünnetçilere dair düşüncem menfi olacak... Sünneti konuşmak erkekler için oldukça zor. Üzerinde düşünmekten de kaçınıyorlar, tıpkı dönüp fotoğraflarına bakmaktan kaçındıkları gibi. Hikmet, ne soyadının yazılmasını istiyor, ne fotoğrafının kullanılmasını. Tarihin belirlendiği günden sünnet gününe kadar hep evden kaçma hayalleri kurmuş, bir kez de denemiş. “Annem ve babam söylemeseler de evden kaçmamı cesurca bir hareket olarak görmüşlerdi, ama bunun nedeninin sünnet olmasını hazmedememişlerdi. Annemin ‘beni konu komşuya rezil ettin’ dediğini hatırlıyorum” diyor, “Benim bütün hayatım da onu rezil etmekle geçti zaten, ne zaman, nerede fırsatını bulsam, onu çileden çıkaracak işler yaptım, ama sadece kendime zarar verdiğimi anlamam uzun sürdü”. Özgür Tutar veteriner. Sünnet olduğunda dokuz yaşındaymış. Korkunun “hadi bakalım”la bittiğini anlatıyor: “Olayı bitirdik, bir hata yoktu, olması gereken kısım ordaydı. Ohh çektim, şimdi kasıla kasıla yatabilirdim. Ama hemen yatmadım biraz dolaştım, çünkü güçlüydüm, öyle bir yürüdüm ki evin içinde, Hitler rüyasını gerçekleştirmiş olsa bu kadar muhteşem, bu kadar mutlu gözükemezdi! Artık sünnet olmayan çocuk(!) ları bulmalı ve aaaaa daha olmadın mı demeliydim. O an için, evet, sünnet olmak erkek olmak demek. Büyüklerine benziyorsun, en azından bu yolda büyük bir adım atmış oluyorsun...” “Korkuyorum Anne”de Reha Erdem’in karakterleri, Keten ve Ali’nin erkekliklerini ispatı oldukça ironikti. İki erkek fallusa benzeyen bir kayaya tırmanarak erkekliklerini görünür hale getirdiler... Hüzünlü bir sahneydi ve soru yeniden akla üşüştü: İnsan nedir ki? Toplayıcılar ve Ben Bugün Samsun’da, 12 Nisan’da Diyarbakır’da, 34 Nisan’da da Van’da olacak 4. Filmmor Kadın Filmleri Festivali. İzleyici, Fransız kadın yönetmenler bölümünde, Agnes Varda’nın filmleriyle de tanışacak. İşte o filmlerden biri, “Toplayıcılar ve Ben”... Feryal Saygılıgil Y eni Dalga’nın ustası ve bu akımın tek kadın yönetmeni olan Agnés Varda’nın 19992000 yılları arasında çektiği “Toplayıcılar ve Ben” (Les Glaneurs et Glaneuse) bir belgesel. Fransızların günlük yaşamını, değişen tüketim alışkanlıklarını köylü ve yoksul insanların yaşamından hareketle sorguluyor. Çöp artıklarını, kullanılmış eşyaları toplayan filmin kahramanlarıyla bu görüntüleri filme çeken kişi arasında ironik bir benzerlik kurması açısından günce niteliği taşıyor. “Toplayıcılar ve Ben” Varda’nın son dönemde dijital kamerayla çektiği en etkileyici yapımlardan. 1951’de fotoğrafçılıkla tanışarak görsel sanatlara adım atan Varda, ilk filmini Yeni Dalga patlamasından dört yıl önce gerçekleştirir: “Paralel Yaşamlar” (La PointeCourte) (1954). Filmde William Faulkner’ın roman biçiminden etkilendiği gözlemlenir; bir balıkçı köyünün belgesel anlatımını ve bu köyde tatil yapan bir çiftin yakınlaşmasını birbirine paralel olarak anlatır. Öznel yaratıcı gücüyle eleştirmenlerin hemen dikkatini çeken Varda, bunu izleyen yıllarda daha çok kısa metrajlı filmlere yönelir. İkinci uzun metrajlı filmi, kansere yakalandığını sanan ve laboratuvar sonuçlarını bekleyen Parisli bir şarkıcının korku ve tedirginlik dolu iki saatini aktaran, 1961 tarihli “5’ten 7’ye Cléo”dur (Cléo de 5 à 7). Filmde Si mone de Beauvoir’ın etkileri açıkça görülür. Varda, filminde belgesel sahnelerle hayali sahneleri birleştirir. Bir sonraki uzun metrajlı filmi, “Mutluluk” (Le Bonheur) (1965), küçük bir kasabada evli bir erkek ve iki kadın arasındaki aşk üçgenini anlatır, film eleştirmenler tarafından öncü feminist bir manifesto olarak görülür. 19681969’da Amerika’ya gider; Hippi akımının son dönemiyle ilgili “Aslan’ın Aşkı” (Lion’s Love) ve siyahların mücadelesini anlatan “Kara Panterler” (Black Panthers) filmlerini çeker. O günlerde sinemaya ilişkin hedefi, “Klasik öykülü filmler değil, sinemayı öykünün sınırlarından kurtaran, ona tam bir özgürlük kazandıran kolaj/yapıştırma tekni ğine benzer bir çalışmayla filmler” yapmaktır. (Aktaran, Oğuz Makal, Fransız Sineması, Kitle Yayınları, 1996). Varda, Fransa’ya döndükten sonra 1976 yılında, 2. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde izleme olanağını bulduğumuz başlıca feminist filmlerden sayılan, iki kadının dostluğunu, kürtaj hakkını dile getiren “Biri Şarkı Söylüyor, Öteki Söylemiyor” (L’une Chant, L’autre Pas) filmini çekerek kadınların mücadelelerinde yanlarında olduğunu bir kez daha vurgular. 1985 tarihli “Yersiz Yurtsuz” (Sans Toit Ni Loi) filmiyle uluslararası ünü iyice pekişir. Film, burjuva ahlakıyla geleneklerden çok uzakta, yalnızlıkla bağımsızlık arasında yaşam süren ve sonunda donarak ölen evsiz barksız bir kadının Mona’nın (Sandrine Bonnaire) yaşamı üzerine kuruludur. Önceki filmlerindeki kahramanlarının tam anlamıyla yalnız oldukları söylenemez; çocukları ya da sevgilileri vardır. Oysa Mona kimseye bağlı değildir, sınıflandırılamaz: “Mona az konuşur, hiçbir şey istemez, çok az talep eder, hiçbir şey vermez, kimseyi suçlamaz ve dışarıda ölür”. “Yersiz Yurtsuz”, mutluluk/acı, sıkıntı/keyif gibi çatışkıların bir arada olduğu bir filmdir. Mona bize sınırsız bir çizgiye doğru rehberlik eder. Bu film, Varda’nın yaratıcılığının tamlığını, acılı bilincini yansıtır. Varda, Germaine Dulac’tan sonra Fransa’da uzun metrajlı film yapan ilk kadın yönetmen. “Yeni Dalga’nın annesi” hatta “Yeni Dalga’nın büyükannesi” olarak adlandırılıyor. Sinemaya kişisel ifadesini taşıyan, filmlerinin zanaatsal olmasını isteyen, yapıtlarında deneysel üslubu öne çıkan, eleştirel feminist bir yönetmen olan Varda, “Toplayıcılar ve Ben” filminde bir değer keşfediyor/ keşfettiriyor: Bonkörlük. Kişisel keşiflerimizi yapmak içinse filmi izlemek gerek... CUMHURİYET 04 CMYK