02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 26 MART 2006 / SAYI 1044 AHMET ŞIK’IN “MAYIN” ÇALIŞMASI HEM BİR KİTAP HEM DE GEZİCİ SERGİ İzmir şiire yakışıyor Ataol Behramoğlu 1962 yılının yaz aylarından birinde İzmir’e girerken ayaklarımın altı yürümemi engelleyecek kadar sızlıyordu. Yola çıktığım Bursa’dan tüm Ege kıyılarını aşarak Bodrum’a varmayı hedeflediğim otostop yolculuğumun ilk bölümünün ilk yarısı tamamlanmak üzereydi... Bu yazının konusu ne bu yolculuk ne de İzmir’de kaldığım birkaç günün öyküsü olacak. Fakat yaşamıma İzmir imgesi ilk kez o birkaç günde girmiş olmalı. Yaz, gençlik ve İzmir... Ve başta Refik Durbaş olmak üzere ilk kez bu yolculuk sırasında tanıştığımız şair arkadaşlarım... O yaz günlerinden birkaç sayfanın yaşam kitabımda ayrı bir yeri vardır... İzmir’i orada, esrik bir yaz rehavetinde bırakıp yolculuğumu sürdürmüştüm. Sonraki yıllarda kim bilir kaç kez geçtim bu kentten. Şimdi bir kez daha İzmir’de, gazetemizin Ege Bürosu’nda Pazar Söyleşimi yazıyorum. Bu kez, Dünya Şiir Günü, izlence broşüründeki adıyla “II. İzmir Uluslararası Şiir Buluşması” nedeniyle Konak Belediyesi’nin konuğu olarak İzmir’deyim. Bu “Dünya Şiir Günü” buluşu bize ait, biz Türklere... PEN Yazarlar Derneği’nden iki ozan arkadaşımızın önerisiyle Uluslararası PEN her yılın 21 Mart’ını Dünya Şiir Günü olarak kabul etmiş. Başka ülkelerde nasıldır bilmiyorum, fakat Türkiye’de tuttu bu iş... Çakmak sandım, aldım ve... Berat Günçıkan K Ahmet Şık imi yürürken, kimi hayvan otlatırken, kimi oynarken, kimi evine giderken mayına bastı ve... Gazeteci Ahmet Şık, Güneydoğu’da mayın ve savaş atıkları üzerine bir çalışma yaptı. 42 mayın mağduruyla görüştü, fotoğrafladı ve onların hikâyelerini yazdı. Pek çok gazeteci ve yazarın da yazılarıyla desteklediği bu “Mayın” kitabının metin ve fotoğraflarının sergilendiği ilk durak, şu sıralar Karşı Sanat Çalışmaları. Daha sonra Kars, İzmir, Ankara ve yurtdışına taşınması düşünülen bu gezici sergiyi ve kitabını Ahmet Şık’la konuştuk. Mayın ve savaş atıkları üzerine bir çalışma yapmaya ne zaman, nasıl karar verdiniz? Projenin şekillenmesi 5 yıl öncesine dayanıyor. Radikal gazetesinde muhabirken 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla mayınlardan ötürü yaralanan ya da ölen insanların haberini yapmaya karar verdim. İronikti, çünkü ülkenin bir tarafında kan dökülüyor, ama savaş yok deniyordu. Daha da ilginci, savaş olmayan bir ülkede insanlar mayınlardan ya da savaş atıklarından (patlayıcılar) ötürü yaralanıyor ya da ölüyordu. Projeyi bu düşüncelerle Diyarbakır Barosu’nun AB’ye sunduğu “Herkes İçin Adalet Projesi” kapsamında hayata geçirdim. 2 hafta boyunca Diyarbakır, Siirt, Mardin, Van, Tunceli, Hak kâri’de pek çok ilçeyi dolaştım. İstanbul’da da iki askerle görüştüm. Yaklaşık 4 bin km’lik bir parkur sonunda toplam 42 mağdurla konuştum. Görüştüğünüz 42 mağdurdan sadece ikisinin asker olmasının sebebi nedir? On bir askerle bağlantı kurdum ama yalnızca ikisi çalışmada yer almayı kabul etti. Çalışmadan bahsedince askerlerden kimisi hakaret etti, kimisi kibarca istemediğini söyledi. Hiçbirine kızmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Bu insanların her biri ağır koşulların içinden geçip geliyor. Yanı başlarında arkadaşlarının ölümüne tanık oluyor, yaşamlarına eksik devam ediyorlar. Buna karşılık onlara ısrarla yaşadıklarının savaş olmadığı anlatılıyor. Haliyle öfkeliler. Birçoğu aşırı milliyetçilik çizgisinde ki, bu da çok normal. Bu çalışmanızla, mayını bir istatistiksel olay olmaktan çıkarıp, izleyiciyi de arkasındaki insanı görmeye çağırıyorsunuz... Evet, ölümler, yaralanmalar istatistiksel rakamlardan ibaret değil. Her ölümün ardında yaşanılmış bir hayat var. Dolayısıyla her bir hikâye fazlasıyla acı vericiydi. Kimisi “Mayına evimin bahçesinde bastım” dedi, öteki “Yerde buldum, çakmak sandım, patladı” dedi, kimisi de askere gidip eksik bir insan olarak döndüğünü söyledi. Birini diğerinden ayırmak mümkün değildi... Araştırma sırasında sıkıntı çektiğiniz, bilgiye, insanlara ulaşmakta zorlandığınız zamanlar oldu mu? Mayınlar ve savaş atıkları şu an, bölgenin “en can alıcı” sorunlarından biri bence. Ancak üzerinde yeterince durulmamış ve durulmuyor. Yarım asrı aşkın süredir Türkiye’nin sınır boyları mayınlı duruyor. İnsanlar yürürken, hayvan otlatırken mayına basmış, çocuklar patlayıcıları oyuncak sanarak yaralanmış ya da ölmüş. En acısı da son beş yıla dek ciddi bir istatistik tutulmamış olması. Kaç mayın kurbanı olduğu bilinmiyor. Bu yüzden mağdurlara ulaşmakta büyük sıkıntı yaşadık. Haydi kızlar yurda Hayri Erdoğan E debiyat dünyası ve okurlar Şükran Kurdakul’un eserlerini yakından biliyor. Ama Şükran Kurdakul’un daha az bilinen bir eseri daha var: BİKEV. BİKEV (Bigadiç Kültür ve Eğitim Vakfı), Balıkesir’in Bigadiç ilçesinde kurulu bir eğitim imecesi. Rüştü Koray Kız Öğrenci Yurdu, Vakfın ana kuruluşu. Bu yurttan dar gelirli köylü ailelerin lise çağına gelen kızları yararlanıyor. Biz, Kurdakul’un 80. yaşını kutlarken, Vakıf da onuncu yılını geride bıraktı. OKUMAK İSTEYİP DE OKUYAMAYANLARA Şükran Kurdakul’un eşi Selma Kurdakul’a babasından bir arazi kalır. Maliye Müfettişliği ve Mali Tetkik Kurul Başkanlığı görevlerinde bulunmuş Rüştü Koray ile eşi Nimet Hanım’ın “Okumak isteyip de okuyamayanlara yardım edilsin,” vasiyetinden yola çıkan Selma ve Şükran Kurdakul, kendilerine kalan bu arazinin gelirini Bigadiç’te bir öğrenci yurdu BİKEV, Bigadiç’te kurmak ve yaşatmak için kullanmaya karar verirler. Düşüncesini Bigadiç’in yerlisi bir çifbir eğitim vakfı. te, Sema ve Sedat Ulus’a açar Şükran KurdaŞükran Kurdakul ve kul. Sema Hanım mimar, Sedat Bey inşaat eşinin kurduğu kız mühendisidir. Ayrıca Sedat Ulus iki dönem belediye başkanlığı yapmıştır Bigadiç’te. Seyurdunun merkezi. ma Ulus, “Bu, kız yurdu olmalı. Erkek öğren10. yılını kutlayan ci nerede olsa barınır, ama köy kızları, ilçede kalacak yerleri olmadığı için okuyamıyor.” yurt, gönüllülerin Öneri kabul edilir ve çalışma başlar. desteğiyle kız 107 üyeyle 1995 yılında Vakıf kurulur. Kurucuları arasında profesör, yazar, mühendis, öğrencilerin doktor da vardır; işçi, çiftçi, balıkçı ve ev haeğitimine katkıda nımı da. Şükran Kurdakul da Yönetim Kurulu’nda görev alır. bulunuyor... Yurt binası için uygun arsa bulunur. İnşaat için vakıf üyeleri, hatta çoğu kasabalı seferber olur. Kimi bilgisini becerisini ortaya koyar, kimi malzeme verir, kimi de bağış yapar. Eylül 1997’de Rüştü Koray Kız Öğrenci Yurdu ilk öğrencilerini konuk eder. İlk yıl 23 başvuru olur. Ama yıldan yıla talep artar, öğrenci kabulü sınavla yapılır. Bugüne kadar yüzlerce köylü kızını mezun eden yurt, halen 41 öğrenciye ev sahipliği yapıyor. Yurdun giriş katında, sağdaki etüt salonunun kapısında Tevfik Fikret’in dizeleri göze çarpıyor: “Elbet sefil olursa kadın / Alçalır beşer.” TÜYAP’ın katkıları ile oluşturulan kütüphanede on kadar bilgisayar var. Aynı kattaki geniş ve temiz yemekhane sohbet toplantıları için de kullanılıyor. Üstteki iki katta 2 ila 10’ar kişilik yatak odaları var. Geniş bir bahçe içinde basket ve voleybol sahası mevcut. KİŞİLİK KAZANMA VE HAYAT OKULU Yurt, lise eğitimini rüya olmaktan çıkarmıyor sadece, hayata da hazırlıyor. Öğrenciler yurdun düzenini sağlayıp hayatını örgütlemede etkin bir rol üstleniyorlar. Öğrenciler, her alanda sorumluluk alıyor, kişisel işlerini kendileri görüyorlar. Öğrencilerin seçilmiş temsilcisi onların istek ve önerilerini yurt yönetimine iletiyor. Kızlar konuşkan ve özgüvenliler. Yurtta paylaşımcılığı, iyiyi kötüyü ayırt etmeyi, soru sormayı öğrendiklerini anlatıyorlar. Yurda girerek liseye devam etmek, erken evlilikten kurtulmak hepsinin ortak sevinci.Yurdun okul başarısına etkisi mezunlardan 34’ünün üniversiteyi kazanmasıyla anlatılabilir, öğrencilerin hepsine de burs sağlanmış. Yurdun masrafları nasıl karşılanıyor peki? Kuru gıdayı, sebze ve meyveyi esnaf ve köylüler sağlıyor. Bağışlanan kurban etleri derin dondurucularda korunuyor, yıl boyu Rüştü Koray Kız Öğrenci Yurdu öğrencileri... öğrencilere yetiyor. Çoğu kişi fitre ve zekâtını yurda veriyor... Yapılan düzenli ve düzensiz bağışlar da önemli bir girdi sağlıyor. Etüt gözetmenliği ve rehberliği, bedelsiz yapılıyor. Özlem öğretmen, ders dışındaki zamanında öğrencilerle birlikte. Yurdun üç çalışanı, Vakıf Müdürü Hüseyin Yılmaz ve KadriyeGürbüz Erken çifti mütevazı ücretler alıyorlar. Yapılan taşınmaz bağışları da çoğalıyor. Bugüne kadar, emekli öğretmen Maide Kılınçer Konya’daki dairesini, FatmaMehmet Horozoğlu çifti Altınoluk’taki yazlıklarını, Yüzbaşı Şevket Gürel’in dul eşi Hüsniye Hanım Bigadiç’teki geniş bahçeli evini vakfa bağışladı. Konak Belediyesi’nin çabasıyla da uluslararası bir özellik kazandı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, birçok şairimizin yanı sıra başka ülkelerden de konuklar var. İşin bu yanını özellikle önemsiyorum. Ülkemizin başka ülkelerde çoğu kez kasıtlı olarak bozulmuş görünümünü düzeltmek için bu gibi uluslararası toplantılar önemlidir. Dünya Şiir Günü Buluşması’nın böyle bir kapsamda İzmir’de gerçekleşmesi ayrıca önemlidir. İzmir çünkü bizim aydınlık yüzlerimizin içinde belki de en aydınlık olanıdır. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yabancı ülkelerden konuk şairlerin İzmir’e hayran olduklarını gördüm. Sadece İzmir’e değil, İzmirliye de... Eşrefpaşa Kültür Merkezi’ndeki salonu tıklım tıklım dolduran seçkin izleyici kitlesi önünde şiir okumanın bu yabancı konuklar için ne anlama geldiğini bilirim... Birçok başka ülkede bu gibi toplantıların izleyicileri çoğu kez birkaç kişidir... Yabancı ülkelerden konuk şairlerin kendi ülkelerine bambaşka bir Türkiye imgesi ve yepyeni esinlerle döneceklerinden kuşku duymuyorum. Konak Belediyesi’nin seçkin bir aydın olan başkanını, başta kültür birimi olmak üzere tüm görevli ve çalışanlarını, sadece Uluslararası Dünya Şiir Günü Buluşması’na ev sahipliği yaptıkları için değil, İzmir’e kazandırdıkları Güzelyalı Kültür Merkezi için de kutluyorum. Ülkemizin aydınlık yüzünü (bence asıl ve gerçek yüzünü) yansıtan bu çabalarında İzmir ve İzmirli, onları yalnız bırakmıyor, bırakmayacak... Çünkü İzmir şiire yakışıyor... Şiirin de İzmir’e yakıştığı gibi... [email protected] Hayatı karşılamak... Aylin Kotil G ençlik nedir? Ya yaşlılık? Acaba genç ve güzel görünmek dışardan takviyeler ya da kozmetik mucizeleriyle mi gerçekleşir? Kimse kızmasın, ama bence hepsi tüketim çağının bir parçası. Böyle olduğuna zaten inanıyordum da, hep bir acaba vardı içimde. Reklamın gücü kafamı bazen çelebiliyordu. Ta ki bir kadın görene kadar. O, 66 yaşında ve bulunduğu odayı tek başına dolduran hatta o odadan da taşan bir kadın. Onu görünce budur işte dedim. Konuştukça anladım ki olay genetik ve hayatı nasıl karşıladığımızla ilgili. Hayatı öylesine güzel karşılamış ve öyle güzel süslemiş ki, 66 yaşında nice 20’lik kızlardan daha çok ışık saçıyordu etrafına. Kendime bunu hangi krem gerçekleştirebilir ya da hangi güzellik merkezi sağlayabilir diye sormadan edemedim o konuşurken. Sonra annem geldi aklıma. Ne zaman bana kahve içmeye gelse ben daha kahvemi bitirmeden kalkar ve yapacak çok işim var diyerek çıkar. Sonra ben kahvemle baş başa kalırım. Öyle titiz, öyle tez canlıdır ki, bitirdiği fincanı bile kendi yıkar ve öyle gider. Misafiri gelecek olur, çıkarır defteri kâğıdı, günler öncesinden ne yapacağını, ne alacağını listeler. Yanlış anlamayın, on gün sonra gelecek misafir için yapar bunu. Her yere çok öncesinden gider ve kafası hep yapacaklarıyla dolu olduğundan hiç anı yaşayamaz. Hiçbir şeyi oluruna bırakamaz, istediği gibi olmamışsa bir kere olsun boş veremez. Bazen keyif almaktan suç mu duyuyor acaba diye düşündüğüm bile olmuştur. Ben de öyle olacak mıyım diye korkmuyor da değilim. Onu yerdiğim şeyleri teker teker yapmaya başlıyorum son birkaç Aylin Kotil ve annesi Christine Kotil... yıldır. O kadını gördükten sonra annemi uyardım. “Biraz rahat olmaya çalışır mısın” dedim. Bana, “Tatile gittiğim arkadaşım da senin dediklerini söyledi” dedi. “Galiba biraz fazla sorun ediyorum her şeyi”. Neyse ki yalnız değilmişim, arkadaşı da benimle aynı düşüncedeymiş. “Ama” dedi, “Unutma ki benim hayat yolum biraz farklı başlamıştı ve onun etkilerini atmak çok kolay olmuyor”. Annem Alman. 2. Dünya Savaşı’nın tüm etkilerini çocukluğunda yaşamış biri. Yemeğe burun kıvırıp tabakta yemek bırakanları bu yüzden hiçbir zaman anlayamaz. “Savaş mı görmek gerekiyor” der her seferinde. 16 yaşında Doğu Almanya’dan tek başına bir gece vakti Batı Almanya’ya kaçmış ve daha bu köşeye sığdıramayacağım nice olaylar yaşamış. Belki de haklı, kendini hep bir yerlere yetişmek zorunda hissettiği için. Hep bir şeyleri kaçırıyor sanması da belki bundan. Kimsenin hayatı çok kolay değil. Hepimizin ama az ama çok sorunları ya da sıkıntıları var. Ama her şeye rağmen sadece hayatta olmak bile güzel bence. Yanımızdakilere sahip olabilmek, onlarla kahve içebilmek. Hele de baharı karşılayabilmek, güneşin parlaklığını... Anı yaşamak, bazen plan yapmamak. Hayat bazen bize oyun oynasa da hayatla bizimle oynadığından daha fazlasını oynayabilmek. En azından bu niyette olmak. Her gelen baharla birlikte tekrar enerji dolabilmek... [email protected] CUMHURİYET 10 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle