Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 7 7/12/06 16:39 Page 1 PAZAR EKİ 7 CMYK 7 BİRHAN KESKİN Şair Yıllar önce, henüz çok gençken, “Haliç, kızının uzun saçlarını örüyordur her akşam, uzak düşmüş anneler gibi” diye yazmıştım, aradan uzun yıllar geçti. Haliç hâlâ kızının uzun uzak saçlarını örüyor her akşam. Benimki burası: Haliç’in boyu, Haliç’in suyu. En çok onun yanından geçtim, en çok ona baktım. Yüzyıllarla kat kat olmuş, kesifleşmiş, koyulaşmış, katılaşmış suyunun yüzüne baktım. Adı üstünde, haliç, bir kaçak ağız o. Boğaz’ın kenar dili. Kıvrıla kıvrıla kendine, içine kaça kaça dili dolaşık. Eskiden, (benim çocukluğumda) bu kıyıda fabrikalar, işyerleri sıralanırdı. Demir pas ve pusun ardındaydı suyu. Hâlâ dilindeki pas tadı bundandır. Ama çok güzel hatıraları da var, çoooook eskiden. Bağrını üstten kesen köprüden habire uğultulu bir hayat akıyor, haliç durup ona bakıyor. Suyuna çomak sokulmuş, sesi çıkmamış, çıkmıyor. Kıyıda avuç içi büyüklüğünde kayıklar, tekneler, hepsinin bir adı var: “Gül”, “Amerikalı”, “Zeynep”, “Özdeş”… Neyle özdeş!? Üsküdar’dan gelen küçük vapurlar yanaşıyor eski iskelelere. Önce Fener, sonra Ayvansaray, sonra Eyüp… Ölüp dirilmişlerdendir. Biliyorum. Kimse kaldırmamıştı ölüsünü, öyle ikiseksen yayılmış, kurtlanıp koktuydu, görmüştüm, koklamıştım. Dirildi sonra, bunu da gördüm. Yine de soracak olsam, “melankoli”yi bilmez o, haa “Keder!” der, geçer. Bazen, bazı ışıklı günlerde boncukçu dükkânı gibi hisseder kendini kıyı boyunca, sonra yine hatırlar; suyunun dilindeki ağırlığını, eskilerin eskisi olduğunu, ölüp dirildiğini. Kederi akşamlarına mahsustur, gecelerine. Değil mi ki gün battığında karşının tepesinden Pera’nın renkli ışıkları vuracaktır dilinin ucuna. Değil mi ki Balat, Fener, Eyüp, Alibeyköy kendi yoksul ışığını hatırlayacaktır, kederi bitmeyecektir. Ben İstanbul’da en çok bu suyu göre göre, ona baka baka, uzun uzun ona konuşarak gidip geldim/gidip gelirim. Bütün ölüp dirilmişler gibi dibinde koyu bir keder ve Haliç’in suyunu Haliç’in huyu bekler. GIOVANNI SCOGNAMILLO Sinema tarihçisi ve eleştirmeni/yazar İnsan yaşamının nerede ise tümünü bir megakentin bir ilçesinde geçirdiğinden ve halen geçirmekte olduğundan o ilçeye bağlandığı gibi o ilçenin defterini de tutar, zaman zaman sayfalarını karıştırır, olumlu ya da olumsuz hesaplar, bilançolar çıkartır. Bunlar kişisel olduğu kadar çevresel, hatta tarihsel olurlar, olabilirler ve bunların sonuçlarından salt anılar değil de bu anıların körüklediği, harekete geçirdiği duygular da doğar. Şimdi konu Beyoğlu olunca melankoli gelip yerleşmez mi veya konu melankoli olunca insanın aklına Beyoğlu gelmez mi? Hem neden melankoli, neyin melankolisi? Yitirilmiş olanlar yoksa hiç yaşanmamış olanlar için? Kaldı ki Beyoğlu ve simgesi, markası, vitrini İstiklal Caddesi söz konusu olunca bu denli canlı, sabah akşam gece hareketli, keşmekeşli bir ortamda melankolinin sözü olur mu? Bu bir kişi ve kuşak meselesi, ama temelde melankolinin kaynağı ve nedeni eski bağlantılarda, KAREN FLOWERS İngilizce öğretmeni Benim için İstanbul’daki en melankolik mekân, Dolmabahçe Çay Bahçesi. Burası, pek çok farklı özelliği barındıran bir yer. Belki de o yüzden bende, birbirine karşıt pek çok duygu yaratıyor ve hatta bunları aynı anda yaşama fırsatı veriyor. Sevinç, üzüntü, özlem... Hem güzelliği hem de huzuru hissettirdiği kadar, İstanbul'da en yalnız olunabilecek yer de burası, insanın hayatına girip çıkan dostlarını ve kayıp aşklarını düşünebilmesi için ideal bir yer. Fotoğraflar: İRFAN ÖNÜRMEN Ressam İlk gençlik yıllarımda Bursa’dan İstanbul’a yaptığım günü birlik gelişlerimde dönüp dönüp Beyoğlu ve Tünel çevresine gelirdim. Her şey oradaydı. Galeriler, pastaneler, sahaflar… Benim için İstanbul orasıydı... Pasajlar vardı, başka yerde olmayan apartmanlar vardı… İnsanlar bile değişikti sanki. Yabancı, bilinmez, ama çekici bir dünyaydı burası. Bu mekânlar, bu şehrin atmosferinin başkalığı, daha iyi bir geleceğe duyduğum umuttan yoksun kalmama da neden olurdu... Bu yabancı şehir beni kabul edecek miydi? Hem korkardım, hem de sokaklarında kaybolmak isterdim… Hayallerimi gerçekleştirecek her şeyin burada olduğunu zannederdim o yıllarda. Bilginin ve özgürlüğün kokusu sahaf dükkanlarındaki kitaplardan yayılırdı. O kokuyu duymadan dönmezdim Bursa’ya... Bu çekicilik büyüleyiciydi, ama şimdi bu mekânlara girdiğimde kederlenmeme engel olamıyorum. Bazen bu pasajların boşluklarına bakıp düş kırıklıklarımı görür, geçmişte kurguladığım dünyanın büyüsünü arar dururum.... Kaan Sağanak, Uğur Demir, Vedat Arık, Hıdır Durman karşılaştırmalarda yatıyor. Ve pek tabii ki karşılaştırmalar yapmak herkes için mümkün değildir. Caddeye yine çıkıyorum, kaçınılmaz bir çekiciliği olduğu için, ama Grande Rue de Pera’dan, Caddei Kebir’den sonra bugünün İstiklal Caddesi, dinmeyen kalabalığı ve bayağı değişen, basitleşen mozaik görünümü ile hayaletlerin dolaştığı dipsiz bir kuyudur, herkese her şeyi ikram eden, her çeşidi pazarlayan, tüm renkleri harmanlayan, iyiyi ve kötüyü karıştıran. Bir dünya, bir mikrokozmos ki hem sürprizler hem de kalıplarla dopdolu. Eski ve yeni yan yana, bir taraftan Markiz ve pasaji öte taraftan Starbuck’ta kümeleşen yeni kuşaklar. Eskiyi aramazsam da ki eski geldi geçti ve geri dönemezyeni olana biraz endişe ile bakıyorum, eskiden sevdiğim mekânların, o mekânlardaki insanların artık varolmaması en doğal gerçektir ama ya onların yerine geçenler, geçmek isteyenler, geçtiklerini sananlar? Melankolik olmak şart değil, melankoli kolay bir duygusalruhsal yük değildir, ama doğruya doğru. Eski pasajlarda, arka sokaklarda bir hüzün var fark edebilen fark eder, yıkılanlarda, yıkılmak üzere olanlarda bir tehlike işareti. Değişen bir dünyadaki değişen bir kentteki değişen bir ilçe, değişime uğramış bir tarih tekerrürü olmayan. Sorun hiçbir zaman eskiyi aramak değildir, sorun eskinin değerlerinin karşılığını, muadilini izlemektir, yaratmaktır, devam ettirmektir. Bunlar olabilirse belki melankoli ortadan kalkar. Kalkabilirse. Nadide Karademir YÜKSEL AKSU Yönetmen Çengelköy Çınaraltı… Bin yıllık çınar, küçük balıkçı tekneleri, gidip gelen büyük yük gemileri, sürekli tıklım tıklım Boğaz Köprüsü… Tarih ve şimdiki zaman yan yana. Şimdiki zaman hareket halinde, “di’li geçmiş zaman” sessizlik içinde… Biri yaşadığımızı, diğeri ölümsüzlüğümüzü anımsatıp melankoliye dönüştürüyor…