Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 4 7/12/06 16:25 Page 1 PAZAR EKİ 4 CMYK 4 10 ARALIK 2006 / SAYI 1081 Hayal kırıklıkları nevroza dönüşürken Volkan Aran aşanması doğal hatta önemli olan bir duygu, diyor, hayal kırıklığını tarif ederken Ian Craib (Hayal Kırıklığı, Ayrıntı Yayınları, Ekim 2006). Üstelik yalnızca büyük kayıplarda değil, “değişimlerin tümüyle olumlu olmasının beklenebileceği durumlarda bile yaşanıyor bu duygu. Evlenmek, bebek sahibi olmak, yaşam alanını değiştirmek, bir daha asla geri dönülemeyecek durumları ve ilişkileri kaybetmeyi içerdiğinden, hayal kırıklığını da getiriyor beraberinde.” Doğal olanı nevrotik hale dönüştüren ise toplumsal kültürün kendisi belki... Yaşananlarla görünenler arasındaki uçurum... 16 yaşındaki kızını daha geçen hafta kapkaç teröründe kaybeden anne, magazinleşen görsel dünyanın marifetiyle, tüm genç kızların İstanbul gecelerinde eğlendiğini düşünüyor şimdi; askerlik tezkeresini alıp evlerine dönenler, büyük bir çatışma yaşayan ülkenin toplu çözüm arayışındaki insanlarıyla karşılaşacağını umarken, refah içindeki bir kişisel gelecek peşine düşmüş milyonlarla karşılaşıyor; çocuklarının F tipi hücrelerde yattığını bilen anneler, onun yaşıtı gençlere dönüp baktığında, F tipinde ölüme karşı çıkan pankartlar yerine, “iddaa” bültenleri taşındığını görüyor, giderek artan kalabalıklarca. Hayal kırıklığını nevrotik hale dönüştüren, yaşananlarla görünenler arasındaki bu derin uçurum olabilir mi? Başarıyı ve güzelliği kutsayan, gözyaşını, kederi dışlayan bir kültür… Hayal kırıklıklarının arkasında bu var ve bunun gösterilen nedeni sadece bireysel hata ve eksiklikler! Ekonomik krizlerin, büyük afetlerin mağdurları bile hatayı kendinde aramalı! Rekabet dünyasında melankoliye de yer yok… Bu yüzden hayal kırıklıkları tedavi edilmeli ki varsayılan özgürlüklerle gerçek özgürlük arasındaki farkın üzeri örtülebilsin… (1998) aynı dönemde artan bir yeme bozuklukları doğduğunu (anoreksiya nervoza) gösteren istatistikler kültürün, kendinden memnuniyetsizliği ve nevrotik hayal kırıklığına yol açtığını anlatmıyor mu? Yeniden en başa, yazının çıkış noktasına döndüğümüzde psikoterapist Ian Craib’ı psikoterapiyi “kurabiye” insanlar yaratmaya çalışmakla suçlarken bulacağız. Craib’a göre psikoterapi de toplumsal gelişmenin akıntısına kapılmış ve hayal kırıklığının gerekliliğini yadsıyarak, bunu bir an önce gidermek için hastanın nasıl biri olması gerektiği üzerine kalıpçı yaklaşımlar getirmişti. Bunun ironik tarafı da şuydu ki Craib’e göre hastayı hayal kırıklığından çıkaramamaktan duyduğu başarısızlık korkusuyla, psikoterapist de kişisel olarak kendi hayal kırıklığını reddetmişti aslında. Belki de bunu göze almaktı psikoterapinin yapması gereken. Y SAYGINLIĞA NE OLDU? Ünlü psikanalist Karen Horney, “Varsayılan özgürlükle gerçek özgürlükler arasındaki fark” diyor, “çözümlenemediğinde nevroza uzanan ilk çelişkidir. Oyunun herkese açık olduğu söyleniyor, gerçekte ise olasılıklar insanlığın çoğunluğu için kısıtlıdır”. Televizyonda şiddetli bir depremle yerle bir olacağı anımsatılan İstanbul’un her bir harfi parçalanıp yıkılıyor bir reklamda. Ardından “Deprem korkusu bitiyor!” dövizi ekrana bindiriliyor. İzleyici bunun yalnızca üst kesimin alım gücü dahilindeki çelik yapılı konut reklamı olduğunu fark ediyor. Spottaki şu son sözler o an yaşanan hayal kırıklığının sebebini söylüyor: “Çünkü güvenli yaşam herkesin hakkı”... Çünkü o bu konutlara sahip olabilecek şanslı azınlıktan değil, kolay kolay olamayacak da… Toplumsal hayat, kişisel hayal kırıklıklarını başka yollarla da derinleştiriyor. Rekabet kültürünün, ekonomik alandan toplumsal ilişkilere yayılmasından sonra, rekabette başarısız kalmak, artık “ekonomik kayıp”tan öte bir anlam taşıyor; neredeyse, saygınlığın yitirilmesi sayılıyor. Türkİş’in, 2004 yılına kadar yapılan özelleştirmelerin ardından işsiz kalan 300 kişi üzerinde yaptığı ankette, “İşsiz kalmanız çevrenizdekilerin size karşı davranışlarını olumsuz yönde etkiledi mi?” sorusuna katılımcıların yüzde 94’ü “evet” yanıtını vermiş ve işsizlerin hemen tamamında “sosyal dışlanmışlık duygusunun egemen olduğu” raporda belirtilmişti. Böyle olunca işsiz kalmak, duygusal coşkulardan da yoksun kalmak anlamına geliyor. “Başarısızlık” ve kederlilik öylesine dışlanıyor ki toplumdan, neredeyse 17. yüzyıl tıbbında “melankoli ve hüznün vücuda girmiş siyah bir öd suyundan kaynaklı bir anormallik olduğu” varsayımı yeniden canlanıyor. Desen: Zeynep Özatalay Oysa bazı dönemlerde, bazı coğrafyalarda, hayal kırıklığı yaşayan kederli insanın kutsandığını biliyoruz bugün. Modern çağ öncesinde keder ve sabır, ortaçağ tutuculuğunun adaletsizliğine yanıt olan erdemler olarak kabul edilmiş, İngiltere ve Kuzey Amerika’da kederin çok değerli bir ruh hali olduğu düşünülmüştü. 18. yüzyıl Fransası’nda gözyaşları şefkat işareti olarak kabul görmüş ve keyif verici olduğuna inanılmıştı. Pek çok Asya toplumunda ise keder hâlâ “kurtuluş”a giden yolun bir parçası olarak görülür. Öyleyse kayıpları depresyona dönüştüren ne? Fizyolojik ve genetik özellikler bir yana, son yarım asırdaki bilimsel araştırmalar bunun insandaki kırılganlık eşiğine bağlı olduğunu gösterdi. Bu muğlak tanımı belirleyen neydi öyleyse? Kendini kusurlu, yetersiz ve değersiz olarak algılayanların, bu kırılganlıklarının üst seviyede olduğu anlaşıldı önce (Aoran T. Beck, 1983). Rekabet kültürü tam da bunu sağlamaya başlamıştı o dönem. Başarının, güzelliğin, aşkın kutsanması ve kendi ötesinde anlamlara sokulması, kültürün insana aşıladığı bir hatalı, eksik kalma duygusuydu. Bunu gösteren başka binlerce örneğin bilimsel kanıtları da mevcut bilim tarihinde. 50 yıllık araştırmaları inceleme altına alan Feingold ve Mazzella, dünyada gitgide artan sayıda kadının bedensel görünümlerinden memnun olmadığını ve fiziksel çekicilikleri hakkında olumsuz yargılara sahip olduğunu bizlere belgeledikten sonra O İNCE ÇİZGİYİ AŞABİLMEK... Rekabet kültürü, çoğu zaman kardeşçe sevgiye duyulan ihtiyacı doyurmak karşısında bir engel oluyor; reklamların ve gösteriş tüketiminin bombardıman ettiği görüntülerle, gerçek olasılıklarının azlığını fark eden insanın yaşantısı kederli bir boşluk hissi yaratıyor (çünkü bir anlığına da olsa renkli dünyanın müşterisi olduğunu sanmıştı o da) ve kutsanmış başarı ve güzellik steryotiplerini kendinde göremeyen kadın, zayıf olamayacak bir vücut yapısında oluşuna her gün lanet ederken, iş bulamayan erkek kendini sosyal bir çöplüğün değersiz bir parçası olarak hissediyor. Ne garip ki, bunları hissedenler büyük bir kalabalık olduklarını bilmeden yaşıyor. En çok görülenlerin, en çok sayıda olduğunu sanarak... Bu durumda hayal kırıklığını yaşamanın değil, yaşamamanın insanlık dışı olduğunu bilmek bile, nevrozla hayal kırıklığı arasındaki o ince çizgiyi aşmayı önlemeye yetmez mi? BAŞARI VE GÜZELLİĞİN KUTSANMASI Yine de hayal kırıklığının bir nevroza dönüşmesinde kişisel özelliklerin de önemli olduğunu gösteriyor bulgular. Yaşanan kayıpların, herkeste aynı sonuca yol açmadığını ve mutlaka bir depresyona dönüşmediğini de... Bilge Akay’dan gravür ve heykel sergisi... Şişmanlık güzeldir... Leyla Sanı B ilge Akay için resim, erken çıkılmış bir yolculuk. Küçük yaşlarda kafasına koymuş, “Ben büyüyünce akademiye gideceğim, ressam olacağım”… Yolu kesintiye uğramamış, liseden sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin heykel bölümüne girmiş, iki kez ya hastalıktan ya bir başka dertten okuldan atılmış, diploma almamış, ama resimden ve heykelden vazgeçmemiş. Hiçbir şey yapamasa desen çizmiş… Akay 15 Aralık’a kadar ilk kişisel sergisinin konuklarını, İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi’nde (IMOGA) ağırlayacak. İşleri mi? Gravür çalışmaları ve elbette heykelleri… İşlerinizin hepsi şişman kadınlar, neden? Bu, form arayışından kaynaklandı. Okula ilk girdiğimde soyuta daha yakındım ve hep yuvarlak, sıcak formlar çalışıyordum. Sonradan form, yuvarlak tombul figürlere döndü. Çok kıvrımlar ve çok hatlar olmasından mı? Dolgun ve şişman figürler hoşuma gidiyor, güzel buluyorum. Şişmanları incelerseniz onlar zaten güzel kadınlar, ama formlarımda bir şey dayatmak istemiyorum, herkes gördüğünü görsün istiyorum. Bugünün kadınları çıkıntısız, düz ve bugünün estetiği bu... Şişman figürleriniz biraz da bu anlayışa tepki olarak okunabilir mi? Ben de sevmiyorum “sıfır” bedenleri… Erkekte ve kadında dolgun insanlardan hoşlanıyorum. Hele kadında… Bence dolgun hatlar daha estetik. Bir tepki mi? Hayır, asıl amacım o değildi, ama öyle gitmesi belki de içten gelen bir ifade biçimi. Heykellerinizde yüz olmaması da içten gelen bir durum mu? Evet, bilerek, planlayarak olmuş bir şey değil, iş öyle götürüyor, öyle gidiyor. Psikolojik bir sebebi vardır, mutlaka. Hayatımın son on senesinde çok sıkıntı çektim, bu işler de belki kabuğuma çekilme duygusunu, belki de saklanma ihtiyacımı ifade ediyor. Açıkçası depresif bir yanım da var… Bu depresif yan, çalışma ortamınızı, zamanınızı da biçimlendiriyor mu? Bazen sabahlara kadar sürekli desen çalışıyorum ve sürekli üretiyorum. Büyük işler geldiğinde şantiyelerle anlaşıp orada iş yapıyorum. Her seferinde değişik mekân ve insanlarla çalışıyor olmak ilginç geliyor. Küçük işleri ise evin bir odasında yapıyorum. Heykellerinizin materyali hep bronz mu? Çoğu bronz, biriki polyester, bir de camla karışık heykelim var. Gravürde sizi çeken ne? Uçsuz bucaksız bir teknik... Dünyada yaygın bir sanat dalı ama bizde gereken ilgiyi pek görmüyor gibi. Yine şişman figürlerinize dönmek istiyorum, bir iç yolculuğa işaret ediyorsunuz, ama dıştan sizi tetikleyenler neler? Her şey heykelin konusu olabilir, kişisel çatışmalar, ruh halim, okuduğum bir haber… En son ABD’nin İran’ı işgal planları yapmasıyla ilgili bir haberden öfkeyle, “Tecrit” ismini verdiğim heykel çıkmıştı ortaya. İçe dönük, kapalı bir formdu. Evet, işlerimde eleştiri var... Şişman kadınlar daha sakin zamanlarımda yaptığım işler, belki o yüzden daha ön plandalar. İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi: 0212 240 51 51