Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
PAZAR EKİ 6 CMYK 6 26 KASIM 2006 / SAYI 1079 Arkadaşın evi nerede? Bu kez filmiyle değil, fotoğraf sergisiyle İstanbul’a geldi Abbas Kiarostami. Fotoğraflarında İran’ın karlı ve dingin yolları var. Resim, şiir, fotoğraf, sinema… Her şeyin, yaşamın da bir seçim olduğunu vurguluyor. Sansürden değil, işte bunlardan söz etmeyi seviyor. Bir ara intihardan da dem vuruyor, bir Cioran’ın bir de kendi sözleriyle… Ama daha vakti var, “İşim bitmedi” diyor… tami de bir şairdir aynı zamanda. Şiir hikâyenin boşluğunu doldurur filmlerinde; Kiarostami bu bağlantıyı yadsımaz, şiirin farklı okumalara açık olması ve tekrar tekrar okunmasının altını çizer bu bağlantıyı açıklamak için. David Sterritt ile yaptığı bir röportajda kütüphanesinde en yıpranan kitapların şiir kitapları olduğunu söyler; “Romanların çoğu yalnızca bir kez okunur, ama şiir kitapları parçalanır” der. “Ağaçlar her yerde ağaçtır” diyor Kiarostami, “Ben ortaklaşmaya çalışıyorum insanlıkla, derdim farklılıkları göstermek değil”. Ken Loach ve Ermanno Olmi ile “Biletler” isimli bir film çekti geçenlerde ve bu tanışıklık aracılığıyla Loach’la benzer dertlere sahip olduğunu keşfetti. “Onun dünyası çok tanıdıktı benim için” diyor Loach’tan bahsederken. Güneşin altındaki her şeyin siyasi olduğunun altını çiziyor sürekli, filmlerinin siyasete “bulaşmadığını” düşünenlere cevap olarak; kapitalistlerin eline düşmeyen bir sinema düşlüyor. Akbank Sanat Galerisi’ndeki sergisinde neredeyse filmlerinin eskiz defterini açmış seyircilere. Fotoğraflar çektiği filmlerin devamı, başlangıcı ya da akan kimi görüntülerin yakalanışı belki, kâğıda hapsedilişi. Sergide bu fotoğrafların yanı sıra “Yollar” isimli yeni film çalışması da gösteriliyor. HER ŞEY DOKUNULABİLİR... Sergi kapsamında yapılan söyleşide konuşmacı değil fotoğrafçı ve sinemacı olduğunun altını çiziyor; nutuk atmaya değil, çalışmaları hakkındaki sorulara cevap vermeye geldiğini söylüyor sorular gecikince. İzleyiciler konuşma bekliyor oysa yönetmenden. Yönetmen zarif sözcüklerinin çeviride kaybolduğunun farkındaymışçasına temkinli konuşuyor önceleri, daha sonra bırakıyor soruları ve aklından geçenleri söylemeye başlıyor. Belki de tam da bunu bekliyor izleyiciler. “Kirazın Tadı”nın sonu hakkında sorulan bir soruya verilen bir cevap görünümünde de olsa sözleri, Kiarostami sıklıkla tekrarladığı bir alıntı ile başlıyor aklından geçenleri söylemeye: “İntihar imkânı olmasaydı, kendimi yıllar önce öldürmüştüm” (E. M. Cioran). Çoğu röportajında yer bulan bu sözler, yönetmenin sinemasının alt metinlerinden birini oluşturuyor aslında. Farklı sözcüklerle yeniden kurguluyor bu sözleri: “Bu salonun çıkış kapısı olmasaydı sizleri bir dakika bile burada tutamazdım”, “Hayatın içine cebren doğmuş olabiliriz ama yaşamayı seçiyoruz. Yaşamın bir seçim olduğu düşüncesi mümkün kılıyor yaşayabilmemi… Kutsal kitaplarca lanetleniyor intihar; hayat belki de vazgeçilmez/ durdurulamaz/terk edilemez/geri dönülemez ve hatta dokunulamaz tek şey… Oysa Kiarostami tam da bu en uç noktaya dokunarak her şeyin dokunulur olduğunun altını çiziyor; yaşamın bir seçim olduğu algısı, değişimin ve siyaset imkânının varlığına ve hatta zaruriliğine işaret ediyor. Dolayısıyla Kiarostami tekrar bir meselesi olduğunun altını çiziyor, onun filmlerinde yalnızca sansürün izini sürenlere; çocuk oyuncuları, alınan ya da bir süredir alınamayan ödülleri sorgulayanlara karşı. Bir çarşamba akşamı Beyoğlu’nda sinemasını ve derdini anlattı Kiarostami; yönetmen İstanbul’dan ayrıldı, ancak fotoğraflarının ve Yollar isimli son filminin yer aldığı, küratörlüğünü Ali Akay ve Levent Çalıkoğlu’nun yaptığı Kar ve Yol isimli sergi 9 Aralık’a kadar Beyoğlu’nda. ? Kiarostami’nin “Kar ve Yol” sergisinden fotoğraflar. Maral Jefroudi B en bir gün intihar edeceğimi biliyorum, dedi Kiarostami bir çarşamba akşamı Beyoğlu’nda, “ama yakınlarda değil, işim bitmedi daha”. Abbas Kiarostami İran sinemasının en bilinen yönetmenlerinden. 1970’lerde çekmeye başladığı filmleri otuz yılda İran sinemasının merkezine yerleşti; Avrupa’daki film festivallerinden aldığı ödüllerle İran sinemasının tanınmasını sağladı. 1997’de çektiği “Kirazın Tadı” ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü kazandı. Filmleri 1999’da İstanbul Film Festivali’nde “Ustalara Saygı” bölümünde gösterildi. Bir çarşamba akşamı intihardan bahsettiğinde Akbank Sanat Galerisi’nde açılan “Kar ve Yol” isimli fotoğraf sergisi için gelmişti İstanbul’a. Sergilenen fotoğraflar İran’da çekilmişti. Karlıydı fotoğraflar ve ıssız yollar dingindi. Toplu söyleşi istemiş; gazeteci, sinemacı on arkadaşla beraber topluca söyleştik Akbank Sanat Galerisi’nde. Hâlâ resim yapıyor musunuz sorusuna, fotoğraflarını göstererek cevap verdi: “Bunlar benim resimlerim. Artık yalnızca tuşa basıyorum, resmi doğa yapmış.” Gösterdiği resme bakıp “Kuzey mi burası” diye sordum, “Evet” dedi. “Rasht yakınları”. Çizgi çizgi tarlalar vardı resminde; pirinç tarlaları, puslu bir gökyüzü, iki elektrik direği ve boş bir yolda bisikletiyle giden bir adam. Sessizlik. Burnuma yeni demlenmiş pilav kokusu geldi. Rasht uçağından inerken bir tencere pilava düşmüş gibi hissederdim kendimi çocukken. Kuzeyde hava nemli ve sıcak olurdu yaz aylarında. Kiarostami’nin sinemasının Sohrab Sepehri’nin şiirleri ile iç içe geçtiği bilinir. Sohrab’ın bir şiirinin ilk mısrası Kiarostami’nin filmlerinden birine adını vermiştir: Khaneye Dost Kojast?/Arkadaşın Evi Nerede? Şiir şöyle başlar: “Arkadaşın evi nerede” diye sordu atlı gün ışırken / Gökyüzü duraksadı / yoldan geçen ağzındaki ışık parçacığını kumların karanlığına bağışladı / ve parmakla bir sepidarı gösterip / o ağaca yetişmeden / Tanrı’nın uykusundan daha yeşil bir patika var / ve orda aşk, sadakatin yaprakları kadar mavi. Sohrab da Kiarostami gibi ressamdır ve pek bilinmese de Kiaros Hollywood mu, umurumda değil! Şükran Yücel ran’ın gözde oyuncusu Niki Karimi’yi canlandırdığı mücadeleci kadın kahramanlarla tanımıştık. Tahmineh Milani’nin İran’da yasaklanan ve yönetmenin tutuklanmasına neden olan “Saklı Yarı” filminde devrimci Ferişteh, “İki Kadın”da çok başarılı bir öğrenciyken eve kapatılan Ferişteh, “Beşinci Tepki”de kayınpederi tarafından elinden alınan çocukları için mücadele eden Ferişteh... Karimi’nin yüzü, mücadeleci ve cesaretli İran kadınlarının temsilcisi Feriştehler’in simgesi gibi. Saklı Yarı’daki rolüyle Kahire Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu seçildi. Fecr Film Festivalleri’nde sayısız ödülü olan Karimi geçen yıl Locarno Film Festivali’nin ve Antalya Film Festivali’nin de uluslararası jürisindeydi. 7. Uluslararası İzmir Film Festivali jürisinde yer almak üzere İzmir’e gelen Karimi’ye oyunculuğu nasıl seçtiğini sordum. Lise yıllarında okul piyeslerinde rol aldığını, daha sonra Behruz Afkami’nin “Gelin/1990” filmiyle oyunculuk hayatının başladığını söyledi. Daryuş Mehrcuyi’nin Ibsen’in “Bir Bebek Evi” adlı oyunundan uyarladığı "Sara" Karimi’yi uluslararası bir yıldız yapmıştı. Bu filmdeki rolüyle hem San Sebastian hem de Nantes Film festivallerinde en iyi kadın oyuncu ödüllerini aldı. Yönetmen asistanlığı ve kurguculuk deneyimleri de olan Karimi’nin en severek oynadığı filmler Mehrcuyi’nin iki filmiydi; “Sara” ve “Pari”. Oyunculuğu seçmeniz sizi ailenizle karşı karşıya getirdi mi? Önceleri karşı çıktılar, ama işinizde başarılı olunca, çevreniz de eleştirmekten ve yargılamaktan vazgeçiyor. İran’daki sansür konusunda ne düşünüyorsunuz? Aslında iki çeşit sansür var benim kuşağım için. Biri içinizdeki otosansür. Devrim (İslami) olduğunda ben yedi yaşındaydım. Bu, pek çok şeyi otomatik olarak beyninizden silmenize yol açıyor, ama ben bunu yapmamaya çalışıyorum. Bir film yapacaksam bu gerçeğe en yakın şekilde olmalıdır. Sansür nedeniyle hikâyemizi anlatmanın farklı yollarını buluyoruz. Belki de sansürün İran sinemasına katkısı budur, sinemamız daha yaratıcı anlatım yolları bulmak zorunda kaldı. İran’da kadın oyuncu olmanın güçlükleri neler? İ Ben çok büyük bir sorunla karşılaşmadım. Çünkü mücadeleciyim. Bir kenara çekilip bir şey yapmamak bana göre değil. İran fazlasıyla erkek egemen bir toplumdur. Film setlerinde de erkekler çoğunluktadır. Oyuncu olarak sadece dişiliğinizi ön plana almazsanız, her an kadın olduğunuzu düşünmezseniz daha az problem çıkıyor. İran sinemasının başarısını neye bağlıyorsunuz? Öncelikle zengin kültür birikimimize... Hafız, Rumi ve Sadi gibi çok büyük şairlerimiz var. Bu güçlü edebiyat geleneğini arkasına alarak toplumun sorunlarını sadelikle yansıtan sinemamız iyi bir sinema dili oluşturdu. İslam devriminden sonra baskı sonucu sinema yapımcıları seks ve şiddet konulu filmler yapmayı bırakıp halkın sorunlarına yöneldiler. İran filmlerini görünce şok olmazsınız. İran sinemasının şok etkisi yaratan tek özelliği sadeliğidir. İki yıldır filmlerinizi yazıp yönetiyorsunuz. Oyunculuğun yanı sıra yönetmenliğe başlarken ne düşündünüz? Birçok filmde oynadıktan sonra oyunculuğun benim için yeterli olmadığını gördüm. Oyuncu olmanız için oyunculuğa âşık olmanız, oyunculuk biçimleri üzerine kafa yormanız ve şu filmde oynasam, diye sürekli düşünmeniz gerekir. Ben sadece bir oyuncu olarak kapasitemi bilmek istedim. Yavaş yavaş kendi filmimi yazıp yönetmeye karar verdim. Sinemanın bu yanını seviyorum. Yaratıcı olmanız gerekiyor. Film yazıp yönetmek bir rüyada yaşamak gibi bir şey. Anlatmak istediğim şeyler olduğu için film yapmayı tercih ediyorum. DÜŞÜNDÜRMEK İSTİYORUM... Kendi filminizi yaparken zorluk çektiniz mi? İran’da film yapmak için birçok kişiye kendinizi kanıtlamalısınız. Yapımcıya, dağıtımcıya, teknik ekibe, oyunculara. Ben de buna hazırdım. Yaptığım iki filmden de memnunum. Kafamdakini tam olarak gerçekleştirebildim. Siz de oynadığınız rollerde olduğu gibi İranlı kadınla ra kadın haklarını öğretmeyi amaçlıyor musunuz? Sinemanın bir şeyi doğrudan öğretir gibi söylemesinden yana değilim. Tabii İranlı bir kadın olarak filmlerime kadınlarla ilgili şeyler yansıyor. Sinema da, edebiyat da bazı şeylerin farkına varılmasını sağlar, ama siz kimseye hak vermezsiniz sadece düşünmelerini sağlarsınız. Benim istediğim bu. Yurtdışında, örneğin Hollywood’ta oynamayı hiç düşünmediniz mi? Özellikle Amerikan sinemasından çok teklif aldım, ama gitmeyi düşünmedim. Ben daha çok yazmayı, kendimi bir insan olarak geliştirmeyi önemsiyorum. Sinemayı öğrenmeyi, deneyim kazanmayı, belgesel filmler yapmayı tercih ediyorum. Hollywood umurumda değil. Benim için önemli olan, yeni bir şey öğrendiğim gündür. Örnek aldığınız yönetmenler var mı? Beğendiğim pek çok yönetmen var, ama kendime örnek aldığım tek bir yönetmen yok. İran sinemasındaki Cafer Penahi ve Manijeh Hekmat’ın temsil ettiği yeni hareketi benimsiyorum. Bu yıl Hekmat’ın “Üç Kadın” filminde rol alacağım. Peki, Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz? Çok beğeniyorum. “Meleğin Düşüşü”nü (Semih Kaplanoğlu) ve “Uzak”ı çok seviyorum. Nuri Bilge Ceylan’ı ve Fatih Akın’ı çok beğeniyorum. Onlarla birlikte çalışmak isterim. Çünkü sinemaya bakışımız ve anlatım tarzımız benziyor. ? İranlı oyuncu NİKİ KARİMİ için film yapmak, rüyada yaşamak gibi bir şey. İranlı başkaldıran kadın karakterlerin oyunculuğundan yönetmenliğe geçti ve iki film çekti: “Bir Gece” ve “Birkaç Gün Sonra”. Sansüre, yaratıcılığın sınırlarını zorladığı için sanıldığı kadar öfkeli değil, “Şok edici filmler yapamayız. İran sinemasının şok etkisi yaratan tek özelliği sadeliğidir” diyor. Hollywood’dan aldığı tekliflere ise burun kıvırıyor…