22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 8 CMYK 8 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 22 EKİM 2006 / SAYI 1074 Bahar şenliklerine yasak! Ataol Behramoğlu Tallinn’den Türkiye’ye Doğu Almanya’da Felix Dzerzinski Muhafızları’nı teftiş ederken, 1985. S ekiz Ekim tarihli gazetelerin birinde bir haber başlığı: “Üniversiteliye bahar şenliği yasağı geldi!” Haber başlığının sağ üstünde Vali Güler’in bir fotoğrafı. Fotoğraf altını okuyoruz: “İstanbul Valisi Muammer Güler’in başkanlığında yapılan toplantıda, ildeki 22 üniversitede kampus içinde öğrenci şenlikleri yasaklandı.” Solda, habere ilişkin asıl fotoğraf. Bluciniyle bluzunun arası yaklaşık bir karış kadar çıplak bir genç kız kendinden geçmiş dans ediyor. Onun yanında, yaşça biraz daha büyük bir başka bayan kollarını ileri uzatmış, o da dans ve trans vaziyetinde. Arkada birkaç delikanlı. Allah için onlar edepli edepli duruyor. Bununla birlikte, yüzlerinde mutlulukla, başka bir yere, belki bir gösteriye bakıyorlar... Bu fotoğrafta ne var? Hiçbir şey. Gençler eğleniyor. Fakat haber başlığı ve vali beyin ciddi yüzüyle birlikte okunduklarında, sıradan yurttaş, aferin valiye diyecek. Aferin valiye ve söz konusu toplantıda onunla birlikte bu yasaklama kararını alanlara! Toplantıya katılanların kim olduğunu da haberden öğreniyoruz: “Üniversite yönetimleri...” Bu “yönetimlerin” kimler olduğu ise haberde yazılı değil. Rektörler mi, rektör yardımcıları mı, fakülte sekreterlikleri mi? Belli değil. Fakat kim olursa olsunlar, aynı sıradan yurttaşın hepsine birden aferin çektiğinde kuşku yok. Çünkü, doğruysa eğer (ki bundan kuşkuluyum) böyle bir kararla üniversite gençliğinin namusu kurtulmuş oluyor! Henrik Liljegren İsveçli bir diplomat. Dünyanın olduğu kadar Türkiye’nin de yakın tarihinin tanığı. 12 Eylül döneminde Ankara’da görev yaptı. Bir Türk’le evlendi. Emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşti. Anılarını yazdı. “Tallinn’den Türkiye’ye Bir Diplomatın Anıları”nda 12 Eylül dönemi, Henrik Liljegren, eşi Nil’le Berlin Duvarı’nın önünde... Kenan Evren, Colin Powell da var... ye’ye odakladı. Liljegren, işkenceleri, tutuklamaları, ölüm cezalarını, sansür uygulamalarını getiren ve birçok aydının yurtdışına kaçmasına sebep olan darbe rejimini daha yakından izlemek, ordunun yönetimi sivillere bırakacağı süreci daha yakından gözlemlemek için yakın bir bölgeye atanmak üzere başvuruda bulundu. Yine şansı yaver gitti ve Ankara’ya atandı. Ankara’da yaptığı ilk iş Kenan Evren’le görüşmek oldu. Türkiye’nin askeri darbe konusundaki ilk eleştiriyi İsveç’ten almış olması, Liljegren ile Evren görüşmesini sert bir havada başlattı. Liljegren zor bir durumda kalmıştı. Ne yapıp edip konuşmayı yumuşak bir üsluba çevirdi. Görüşme, Kenan Evren’in bir “Türk kadınıyla evlen” tavsiyesiyle sonlandı. İlginçtir ki bir yıl içinde hâlâ birlikte olduğu eşi Nil ile tanıştı, evlendi ve Nil’in 6 yaşındaki kızını evlat edindi. Bu olayı kitabında “Kader Evren’in tavsiyesine uymamı uygun gördü” diye yorumluyor Liljegren. Evlilik diplomatın Türkiye ile olan bağını kuvvetlendirip geleceğini şekillendirdi. Halen İstanbul’da yaşayan Henrik Liljegren kitabında gündemdeki birçok konuya da atıfta bulunuyor. Örneğin bir zamanlar bir Türk kadını olan eşi Nil’in Arap ülkelerinden bir yetkiliyi yanağından öpmesi ile çıkan skandalın bir benzerini, sadece birkaç yıl sonra Türkiye Başbakanının yaşamasını, kitabında “Türkiye’nin bu kadar radikalleşeceğini tahmin etmezdim” diye yorumluyor. Amerika’nın en güçlü adamlarından Colin Powell’ın ise bir zamanlar arkasında demokrat aday “Lyndon Johnson’a oy verdim” çıkartmalı Volkswagen’ı ile Güney eyaletlerinden geçerken, polisler tarafından durdurulduğunu anımsatıyor. Powell’ın polisten “Derhal arabana bin pis zenci. Bin ve eyaletin sınırına kadar durma yoksa seni öldürürüz” sözlerini işiten AfroAmerikan bir gençken bugün geldiği konumu, zamanın değişimlere açık olma haline örnek gösteriyor... Deniz Yavaşoğulları H Trans vaziyetinde dans eden kızlara, yüzleri mutlulukla ışıldayan delikanlılara gerekli ders verilmiş oluyor! Bu memlekette gülmek ve dans etmek yasaktır! Hatta mutlu olmak yasaktır! Geçenlerde müftünün biri, fazla gülmenin haram ve günah olduğunu bildirmedi mi! Karar doğruysa eğer (ki hâlâ kuşkuluyum), vali bey ve üniversite yönetimleri bu müftülük fetvası doğrultusunda gerekeni yapmış olmuyorlar mı?. Gülmek yasak! Eğlenmek yasak! Dans etmek yasak! Şenlik yasak! Özetle, mutlu olmak yasak! Fakat haberi okuduğunuzda, asıl nedenin bunlar değil, daha ziyade “siyasi” olduğunu öğreniyorsunuz. Meğer bu şenlikler, “sempatizan kazanmak için uygun zemin oluşturmakta” imişler. Böylece şenlik yasağı daha sağlam bir gerekçe kazanmış oluyor. Çünkü üniversite öğrencileri bir koyun sürüsüdür. Valilik ve üniversite yönetimleri de çobandır. Öğrencileri bu gibi yasaklarla güdecek ve yine haberden öğrendiğimize göre “İl Özel İdaresi’nin desteği ile bastırılan ve öğrencileri bölücü, yıkıcı ve narkotik suçlarına karşı uyaran 60 bin broşür” dağıtarak onları bu türlü kötülüklerden koruyacaklar. Bu can sıkıcı yazıyla okurlarımın canını sıktıysam, özür diliyorum. Fakat asıl benim canım sıkılıyor. Birçok bakımdan cehennemleşen ülkemiz, gençler için giderek daha çok cehenneme dönüşüyor. Türkiye bir gençlik cehennemi oluyor. Biraz yaşlananlar, ellerine yönetme yetkisi geçirenler, sanırım kendi gençliklerini doğru dürüst yaşayamadıkları için, gençlerin yaşama sevincinden nefret ediyorlar. Bu sevinç onları korkutuyor. Ve bu kısırdöngü böylece sürüp gidiyor. Gençlerine güvenmeyen, onlara sevgi ve saygı duymayan bir ülkenin geleceği yoktur. Yönetmekle yasaklamayı aynı şey sayan, yönetmek deyince yasaklamayı anlayan yönetimlerin de sonunun olamayacağı gibi! ataolb@cumhuriyet.com.tr enrik Liljegren 1938 yılında; dünya, tarihin belki de en karanlık günlerini beraberinde getirecek yeni bir savaşın eşiğindeyken, Estonya’da doğdu. Talihsiz bir dönemde doğduğu halde kendisini talihli kılacak bir anne ve babaya sahipti. Annesi İsveç asıllıydı, babası ise Estonyalı. Maddi açıdan da iyi durumda olan ailenin rahatlığı 1940’ta, Sovyet Orduları’nın Estonya’yı işgal etmesiyle bozuldu. Babasını geride bırakarak annesiyle İsveç’e kaçmak durumunda kalan Liljegren için zorlu günler başladı. Çocukluk yıllarında birçok sorunla karşılaşmasına rağmen tüm sorunlarını kendi deyişiyle “ailesinden miras kalan” hayata karşı metin ve sabırlı olma yetisiyle aştı. Gençlik yıllarında birçok ülke ve kent gezen Liljegren gittiği okullarda dikkat çekecek kadar başarılıydı, liseyi bitirmek için döndüğü Strazburg’da hukuk fakültesine kabul edildi. Hukuk eğitimi sırasında İsveç Dışişleri Bakanlığı’nda bulduğu geçici ek iş ona şans kapılarını açtı; kısa süre içerisinde dışişleri bakanlığına ataşe olarak atandı ve 1966 yılında, henüz daha 28 yaşındayken konsolos oldu. Bu gelişmeden sonra hayatının geri kalanını önemli bölgelerde, önemli konumlarda bulunarak geçirdi. Küba füze krizi sonrasında Batı Berlin’de, Yunan Cunta rejimi sırasında da Yunanistan’da bulundu.Yunanistan’da görevliyken 1974 Türk Kıbrıs çıkartmasını yakından izleme fırsatı bulması Liljegren’in Türkiye’ye olan ilgisini arttırdı. Türkiye’yi derinden etkileyen 12 Eylül 1980 darbesi tüm dünyanın olduğu gibi Henrik Liljegren’in ilgisini de Türki İSTANBUL GÜNLERİ Sonrasında sırası ile Doğu Berlin, Brüksel, Washington ve kendi isteğiyle ikinci kez Ankara’da büyükelçi olarak görev aldı. Emekliliğinde eşiyle birlikte İsveç’e ladin ağaçlarıyla çevrili sessiz bir konağa taşınan Liljegren, deneyimlerini kâğıda dökmenin zamanının geldiğini düşünerek kitabını yazmaya başladı. Kitabın yarısında hayatının durağanlığına ve eşinin ısrarlarına dayanamayarak, gece gündüz yaşayan şehir olduğunu düşündüğü İstanbul’a taşındı. Böylelikle İsveç’te başlayan “Tallin’den Türkiye’ye” kitabı Türkiye’de noktalandı. Yayımı “Merkez Kitapları” üstlendi. Henrik Liljegren. 1964’te Yunanistan’a göç eden Rea Stathopulu yazdı: Pedal Çeviren Kadınlar A şağıda Haliç, gripembe incilenerek uzanıyor... ‘Boşuna Hrisupoli dememişler’ dedi Margarita. Yüreği acıyordu. Bir boşluk duygusu kapladı içini, uçağın küçük penceresinden seyrettiği Boğaz’ın yemyeşil kuytularının, İstanbul’un pitoresk dar sokaklarının, İmroz’un sahillerinin üzerinden hızla geçerken... Benim memleketim burası, diye düşündü. Köklerim burada, inkâr edemem ki. Rea Stathopulu, küçük bir kızın dilinden anlattığı “Pedal Çeviren Kadınlar” adlı kitabında, 1964 yılında Yunanistan’a göç edenlerin duygularını anlatmak adına, böyle yazıyor. Yazar, karşı kıyıdan bizlere ortak acıları yüksek sesle söyleyebilme cesareti veriyor. Kitabınızın yarı biyografi olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben Çengelköy’de doğdum. 67 Eylül olaylarından sonra Gökçeada’ya taşındık. 1964’te adadaki Rum okulları kapatılınca tahsilime devam etmek için İstanbul’a döndük. 73’te Türkiye’den ayrılıp Yunanistan’da yerleştim. Kitapta anlatılan göçlere benzer haller yaşadım ve bu yüzden bir otobiyografi olmamasına rağmen, romanıma hayatımın etkileri çok büyüktür... Yazarken bir okuyucu kitlesi hedeflediniz mi, yoksa tamamen bağımsız bir bakış açısı mı benimsediniz? Aklımda hedef olarak Yunan okuyucuları vardı. Onlara İs tanbul ve Gökçeada’daki Rum cemaatinin yaşantısını tanıtmak, bizim oradan göç etmemize, Rum azınlığının gittikçe azalmasına sebep olan olayları anlatmak istedim. Güzel bir yaşantımız vardı, Türklerle yan yana çok iyi geçiniyorduk, siyaset her günkü hayatımızı rahat bıraksaydı! Bu hisleri kitabın kadın kahramanlarının yaşadıkları aracılığıyla okuyuculara nakletmek istedim. Kadın karakterlerin daha önde olduğunu ve hayatın getirdiği sıkıntılara rağmen ayakta güçlü bir şekilde durabildiklerini görüyoruz, bu durumu kitabınızın is Rea Stathopulu. miyle doğrudan bağdaştırabilir miyiz? Neden Pedal Çeviren Kadınlar? Kitapta Virginia Teyze kadınlar hakkında şöyle diyor: “Hayat boyu hep ileriye doğru yol almak zorundayız, ama dengemizi kaybetmeden.” Kadınlar aile mensupları arasındaki dengeyi tutmak, ama aynı zamanda kendi benliklerindeki zıtlıklar arasında iffetle tutku, aile yasalarına itaatle kendi arzuları vs. arasında bir balans sağlamak vazifesiyle yükümlüler. Bu kader bize verildi mi, yoksa biz kadınlar, bu rolü kendimize mi yükledik, bilmiyorum. Romanımın kadın kahramanları Türkiye’de yaşayan Rum azınlığının mensupları olmakla ötekileştiriliyorlar, ayrıca iki ülke, sevdikleri iki vatan arasında bölünüyorlar. Yedikleri tokatlara rağmen, bir denge bulup, ileriye doğru pedal çevirmek mecburiyetindeler. Kitabın ismi işte böyle çıktı. Kitapta zamanın politik koşulları vurgulanırken bir ailenin dramı küçük bir kız çocuğunun günlüğünün deşifre edilmesiyle hayat buluyor. Ancak kitabın finalinde roman boyunca çok güçlü etkileri olan kadın kahramanların yani Sofia, Niki ve Margaritta’nın 64 göçünden sonraki yaşantıları ile ilgili bir belirsizlik hâkim. Bu durum kitabın devamının gelebileceğine mi işaret? Haklısınız, öyle bir niyetim vardı kitabı yazarken, kadın kahramanlarının Yunanistan’ a yerleştikten sonraki yaşantılarını anlatmak istiyordum. Fakat arada başka konular ilgimi çekti ve o fikirden şimdilik vazgeçtim. Bu arada Yunanistan’da ikinci romanım yayımlandı. Onda İstanbullu bir Rum erkeğinin hayatı 20. yüzyıl boyunca anlatılıyor ve Türkiye’den gelenlerin Yunanistan’a yerleşmelerinden, çektikleri zorluklardan bahsediliyor. Bugün yaşanan TürkYunan yakınlaşmasını nasıl yorumluyorsunuz? Artık Türkler de Yunanlılar da ileriye doğru bakmalıyız. Geçmişin anımsanması da o geçmişi lanetlemek için değil, onu anlamak, hatalarımızdan ders almak için olmalı. Ortak bir geçmişimiz varsa bir de ortak gelecek var. Bahsettiğiniz yakınlaşma da bu geleceğin bir parçası, her iki ülkenin halkı tarafından arzu edilen bir şey. Yeter ki yüzeyde kalmasın.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle