02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 5 CMYK 22 EKİM 2006 / SAYI 1074 5 Evet, savaş da var ama... Filistin asıllı sanatçı Mona Hatoum, İstanbul’daki sergisiyle, üzerinde konuştukça sıradanlaşan kimi temaları yeniden ele alıyor. Hatoum’un basit ve çarpıcı yapıtı, sanatın insan zihniyle savaş, barış, zaman ya da hayatın tümü olan dış gerçeklik arasına koyabileceği mesafeyi yeniden görünür kılıyor. Venedikİstanbul sergisi kapsamında yer alan bu sergiyi 28 Ocak’a kadar görebilirsiniz. Nilüfer Zengin stanbul Modern’de düzenlenen Venedikİstanbul sergisinde Filistin asıllı sanatçı Mona Hatoum’un +ve (1994/ 2004) adlı işi sergileniyor. Hatoum’un işi, zaman, döngü, yapma, bozma, yeniden yapma ve zıtlıklar üzerine söylenebilecek en basit ve en karmaşık şeylerin bir özeti gibi. Kumdan yuvarlak bir yüzey üzerinde bir kol sürekli dönüyor, bir tarafı çizgiler bırakırken, diğer tarafı o çizgileri siliyor. İzler silinse mi, silinmese mi bir türlü karar veremiyorsunuz... Biraz kim olduğunuzdan bahseder misiniz? Filistinli bir ailenin çocuğu olarak Beyrut’ta doğdum. 1958’den sonra Lübnan’dan gönderilen birçok Filistinli aile gibi benim ailemin de Lübnan kimlik kartları yoktu. Onlar da, daha ben doğmadan İngiliz vatandaşı olmuşlar. Babam Filistin’de İngiltere için çalışıyordu, doğduğumda İngiliz pasaportum vardı. İlk kez 1975 yılında bir gezi için Londra’ya gittim, ben oradayken Lübnan’da sivil savaş başladı, mecburen Londra’da kaldım. Orada sanat eğitimine başladım. Üç yıl önce Berlin’den bir burs aldım, zamanı yar yarıya Berlin’de ve Londra’da geçiriyorum. Lübnan’da iç savaş olması ve oradan ayrılmak zorunda kalmanız... Hayır, düzelteyim. Ben Londra’ya bir haftalığına seyahate gitmiştim ve savaş o sırada başladığı için Londra’da sıkıştım, ama daha önceden oraya gitmek gibi bir planım yoktu. Koşullar neticesinde böyle oldu. rünümü oluyor? Üstelik geceye gündüzsüz, gündüze de gecesiz sahip olamıyorsunuz. Pozitifi negatifsiz alamıyorsunuz, bir döngü içindeler. Sadece siyahbeyaz değil tabii, her şey böyle. Sürekli interaktif bir hareket var ve yaşam hareketle ilgili bir şey. Şiirsel terimlerle bu konuyu uzun zamandır düşünüyorum. 1994’te Japonya’da bir enstalasyona davet edildim ve bu projeyi yapabileceğimi düşündüm. Dört metreye beş metre bir parçaya yaptım, ama çok başarılı olmadı, onu yıktım. İki yıl önce Hamburg’dan başlayan büyük bir tur yaptım ve küratör bunu yinelememize karar verdi. Çok basit ve pek çok şey söyleyebilen bir iş. Savaşbarış, kurmakyıkmak, yaşamölüm. Tabii iş, bu döngünün çok küçük bir fiziksel mevcudiyeti, ama çok anlamlar taşıyabiliyor. YIKMAK VE KURMAK... Bu hareketlilik, döngü... Etrafımızda dönüp dolaşan hiçbir şey sonsuza kadar bizimle kalmıyor. O an ölüm anı olacak. Yıkmak ve kurmaktan söz ettiniz... İster istemez dünyanın çeşitli köşelerinde için için sürüp giden savaşı hatırlıyor insan... Çoğu zaman bunu soruyorlar, arka planımda savaş olduğu için işi bu okumaya zorluyorlar. Maalesef bu bir problem, bazen yapacak bir şey olmuyor, bütün zıtlar var işin içinde. Dediğim gibi, savaş ve barış da tabii ki var. Temel olarak, bu benim için daha çok yıkmak ve kurmakla ilgili Bir şey. Bir fikirden çıkıp bir çok başka fikre varabilirsiniz. İşlerinize hep böyle bakılması bazen sinirinizi bozuyor mu? İşlerim bir tek okumanın dışında değerlendirilmediğinde kendimi kötü hissettiğim oluyor. Yapıta çok önceden belli olmuş bir fikirle baktığınızda sınırlandırmış oluyorsunuz. Bütün olası okumaların yapılmasını istiyorum, hatta bazen farklı bir yorum bana bile eseri yeniden keşfettiriyor. İstanbul’a ilk gelişiniz mi? Hayır, 1995’te Bienal’e gelmiştim. Aya İrini’de işim sergilendi. İstanbul’daki sanat ortamını nasıl buluyorsunuz? Etrafa ve galerilere bakma şansım olmadı çok. 1995’te birkaç Türk sanatçıyla tanışmıştım. Ama bu müzeye baktığımda fiziksel olarak çok güzel bir iş görüyorum. Yer güzel, ışık iyi. Ancak yine de bir yargıda bulunmam zor, sergileri görmedim. Mona Hatoum ve “Kendini Silen Çizim” olarak adlandırdığı işi. Geçmişinize dair bazı ayrıntılar, bir iç savaş gölgesi... Bunlar yapıtlarınıza nasıl nüfuz etti? Doğrudan bir biçimde Lübnan'daki durumdan söz etmemeyi deniyorum. Performans işleri yaparken bedeni toplumun bir metaforu olarak kullanıyordum. Toplumun üstündeki baskıcı güçleri sembolize eden eylemler yaptım, ama yine de direkt olarak o anlamı taşıyan çok az işim var. Kendi durumumla ve savaş arka planımla ilgili genel tespitler yapmayı tercih ediyorum. 1980’lerde Beyrut’un işgaliyle ilgili birkaç iş yaptım. 1983’te de bir iş yaptım, ama genel olarak, işlerim politik konularla özel olarak ilişkili değil, sanat işlerinde, açık propagandalar yerine daha çok metafor, hatta bazen şiirsel bir dil kullanıyorum. Burada sergilenen işle ilgili neler söyleyeceksiniz? Uzun bir hikâyesi var. 1976’da öğrenciyken, 30cm’ye 35 cm’lik küçük bir kare kutu yapmış, içine bir motor koymuştum. Üzerine yerleştirdiğim iki uçlu kolun bir ucu çizgiler çiziyor, diğer uç ise siliyordu. Bu hareket eş zamanlı gerçekleşiyordu. Bunun meditatif bir niteliği de vardı. O zaman “Kendini silen çizim” diye adlandırdım bunu (self erasing drawing). Değişim fikri üzerinde düşündüm, şeyler nasıl gece ve gündüz gibi bir arada işliyor, nasıl aynı şeyin iki ayrı gö İ SANATIN DİLİ DEĞİŞKEN Açık propagandalar yapmak kolay olurdu herhalde... İşlerinizde, örneğin bu “+ve” (1994/2004)’de derin bir üzüntü ya da rahatsız edici bir sakinlik hissediliyor... İşlerimde bazı anlamlar içeren bir şeyler olabilir, ama doğrudan bir şekilde bir şey söylemeyi sevmiyorum, çünkü işlerin, insanların farklı yorumlarına ve okumalarına açık olmasını istiyorum. Bir sanat işini bir tek okumayla sınırlandırmayı ya da “bu işten anlamanız gereken şudur” diye bir şey dikte etmeyi sevmiyorum. Sanatın dili, biçim, renk ya da her neyse bütün o dil, çok açık terimlerle konuşmaya açık değil. Sanat dili çok değişken, şeyler oldukları şeyden daha öte bir şey olabilirler. İnsanların esere kendi korkularını ya da fantezilerini yüklemelerini istiyorum. Bu sergide anlatılanlar cezaevlerine, tecride ve kapatılmaya dair... Bu eserin sahibi cezaevinde... u sergi, cezaevlerini, tecridi ve kapatılanların gözüyle dünyanın nasıl göründüğünü, içerdekiler ve dışarıdakiler Taylan Balatacı, Bolu F Tipi Cezaevi 2006 arasında bir köprü kurarak aktarmayı hedefliyor. “İçeriden Dışarıya, Dışarıdan İçeriye, Hayat Akışı” başlıklı serginin düzenleyicisi Dayanışma Ağı. Serginin mekânı ise Nâzım Hikmet Kültür Merkezi. Sergide yer alan resim, heykel, karikatür, afiş, video, kısa film, yerleştirme işlerinin sahiplerinin hemen hemen hepsinin yolu en azından bir kez cezaevinden geçmiş, Aziz Nesin, Avni Memedoğlu, Cihat Aral... Kimisinin dostları cezaevine girmiş, o görüşçü olmuş... Hâlâ cezaevinde olanların işleri de var... İşlere bakıldığında cezaevinde tecrit sürecine girişin izlerini de görmek mümkün, yağlıboyanın yerini kâğıt, ekmek hamuru ya da ip almuş son dönemlerde... Sergide Nesin, Aral ve Memedoğlu’nun işleri dışında, Ali Asker Bal, Abidin Dino, Alp Tamer Ulukılıç, Arif Hikmet Dino, Baysal Demirhan, Cemal Odabaşı, Canan Şenol, Cafer Solgun, Dilek Çolak, Fırat Can, Dilek Çolak, Hacer Arıkan, Erol Arıkan, Buket Acartürk, İbrahim Balaban, Leyla Büyükdağ Bütüner, Mihri Belli, Mehmet Güleryüz, Metin Yeğin, Nuri İyem, Sevim Onursal da var. 51 kişinin 80’i aşkın işinin yer aldığı sergi 31 Ekim’e kadar açık. B Aziz Nesin, 1940’lı yıllar...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle