02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 4 CMYK 4 PAZARIN PENCERESİNDEN Türk Tabipleri Birliği’ne on yıl başkanlık yaptı Füsun Sayek. Sağlık politikalarını eleştirirken Türkiye’nin insan hakları sicilini düzeltmek için de uğraştı. Dostlarına göre “saçından ve beyaz önlüğünün yakasından çiçek eksik olmazdı”. Zarafetini hastalığı döneminde de bırakmadı. “Sevdiklerimi üzdüm işte” diye kızdı kendine ve gitti. 22 EKİM 2006 / SAYI 1074 Nobel almak iyi mi? Selçuk Erez vrupa’yı, Asya’yı bırakın, Balkanlar’da Nobel’siz ülke kaldı mı? Yugoslavya ile başlayalım: Bizde Drina Köprüsü ile iyi bilinen İvo Andriç, 1961’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Yunanistan’dan? Ödül, 1963’te şair Seferis’e, 1979’da da başka bir Yunanlıya, Elitis’e verildi. 1984’te Çekoslovakyalı şair Joroslav Seifert, 2002’de Macar roman yazarı Imre Kertesz, Nobelli oldular. Bulgaristan’dan ve Arnavutluk’tan bu ödülü alan henüz yok ama Uluslararası Booker Ödülü’nün 2005’te Arnavutluk’tan İsmail Kadare’ye verildiğini ve Kadare’nin, bu ödülü John Updike, Gabriel G. Marquez, Saul Bellow, Günter Grass gibi iyi bilinen yazarlar arasından sıyrılıp aldığını bilirsek, sonra, Bulgaristan’ın çağdaş yazarlarından Stanislav Stratiev’in “Otobüs” oynunun ve Stafan Tsanev’in “Jeanne D’Arc’ın Öteki Ölümü” adlı piyesinin son yıllarda ülkemizde sahnelendiklerini ve büyük bir ilgiyle izlendiklerini anımsarsak, pek yakında ödülün, bu ülkelerden de birilerine verildiğini duyduğumuzda şaşmayız. Bir ülkenin gelişmişliğini yansıtan en önemli göstergenin o ülkenin dünya çapında okunan roman, şiir, beş kıtada dinlenen müzik, evrensel kıratta resim üreten insanlara sahip olmasıdır. Öyleyse? Yurtdaşlarımızdan biri Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı diye karalar mı bağlayacağız? Hayır, bunun tersini yapmak, Pamuk’u kutlamak ve yurdumuzdan bir yazarın bu ödülü alabilmesine sevinmek gerekir. A Başkanımız ve yoldaşımız Füsun Abla Gençay Gürsoy lk kez ne zaman karşılaştık tam anımsamıyorum. O bir toplantıyı yönetiyor, ben orta sıralardan birinde oturmuş uzaktan izliyordum. Yüzündeki o eşsiz anaç gülümsemeyle yorgun ve ilgisiz izleyicileri biraz canlandırmak uğruna gösterdiği nafile çabaya hüzünleniyordum. O da bir şeylerin değişebileceğine hâlâ inanan, hiç büyümemeye kararlı, inatçı çocuklardan biriydi. Toplantı bitiminde kırk yıllık dostlar gibi sarıldık birbirimize. Doktor Füsun Sayek 19631970 döneminde Hacettepe Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Sınıf arkadaşları “saçından ve beyaz önlüğünün yakasından kır çiçekleri eksik olmazdı” diyorlar. 1971’de meslektaşı doktor İskender Sayek ile evleniyor; kendi ifadesiyle “kralını buluyor”. Önce ABD’de anestezi dalında, sonra Türkiye’de göz hastalıkları dalında uzmanlık eğitimi... Uzun bir süre hekimlik pratiği ile birlikte Sağlık Bakanlığı’nda danışmanlık ve Tedavi Hizmetleri Genel Müdür Yardımcılığı yapıyor. Derken 1984’te Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu üyeliği ile başlayan ve Haziran 2006’ya kadar kesintisiz devam eden meslek örgütü çalışmaları... Doktor Füsun Sayek, bu sürenin son 10 yılında Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı olarak görev yaptı. TTB Başkanlığı görevini ondan devraldığım günlerde sevgili Füsun, hastalığının iyice ilerlemiş aşamasındayken bile bana iyimserlik aşılamaya çalışıyordu... Kabul edin ki, hekimlerin hastalanması biraz tuhaf bir durumdur. Ne kadar klişeleşmiş olursa olsun, bizler için dışarıdakilerin bıkmadan tekrarladığı “hekim de hasta olur muymuş?” sorusunun karşısında bocalamamak, biraz yenilmişlik, biraz yetersizlik duygusuna kapılmamak olanaksız. Füsun’un hastalığı karşısında hepimiz bocaladık. Bir kez daha “terzi söküğünü dikemez” benzeri kahredici tekerlemeler haklı çıktı. Kendi yarattığımız görkemli efsanelere karşın, bu duyguyu ve bü İ Füsun Sayek, Gençay Gürsoy’la. Orhan Pamuk. Politik açıdan düşünceleri bizimkilerle çelişiyormuş? Öyleyse yeryüzünde en yaygın okunan şairimiz Nâzım Hikmet gibi bu nedenle hapiste mi çürütelim bu adamı? Yoksa Sabahattin Ali gibi Bulgar hududuna götürüp kafasını mı kıralım? Edebiyatta Nobel’i bir memleketin en popüler adamına vermiyorlar ki... 2004’te bu ödülü almış olan Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek, memleketinde çok sevilen biri değildir: Die Kinder der Toten başlıklı romanında, Avusturya’yı bir ölüm ülkesi olarak tanımlamıştır. Norveçli ressam Munch, 1885’te “Fra KristianaBohemen” adlı romanıyla toplumunun değer yargılarını ayaklar altına alan Hans Jaeger adlı birinin önderliğini yaptığı grubun üyesi olduğu halde sanatını seçtiği yolda üretmeyi sürdürebilmiştir. Pamuk’un romanlarını sıkıcı bulabilirsiniz; onu edebiyatçı olarak da beğenmeyebilirsiniz, ama hangi güzellik yarışmasında seçilen birinci, ikinci ve üçüncü güzellerin, o yarışmada yedinci, sekizinci ve dokuzuncu olandan mutlaka daha çekici olduklarını savunabiliriz? 2003’te örovizyon yarışmasında birinci gelen Sertab Erener’in şarkısının o yarışmanın en iyisi olmadığını da ileri süren çok kişi çıkmıştı. Zamanımızda Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne seçilmek için de örovizyon’da birinci gelmek için de, kısaca hemen her yarışmada sadece iyice bir şey sergilemek yetmiyor, aynı çağdaş pazarlama ve stratejilerin uygulanması, ilişkiler ağının doğru düzenlenmesi, rayların doğru döşenmesi gibi koşulların da yerlerine getirilmesi gerekiyor. Bunları başarmak da bir gelişmişlik göstergesidir. Sertab da Orhan da bu güç işi gerçekleştirebilmişlerdir. Pamuk’u bütün bunları doğru yaptı diye kınayalım mı yoksa candan kutlayıp hem edebiyatından hem de bu yeteneklerinden bir şey öğrenmeye mi çalışalım? www.selcukerez.com Daima iyimser ve güler yüzlüydü, eylemde de,.. tün yaşamımızı adadığımız “hastalık” denilen o sevimsiz hal karşısındaki sınırlı gücümüzü en iyi Füsun’un kendisi anlatıyor: “Evet; ‘hekim de hastalanıyor’. Ama ‘doktora gitmesini öğrenemiyor’. Kanada’da yapılan bir çalışmada doktorların genel topluma oranla çok düşük olarak sadece yüzde 45’inin bir doktoru olduğu gösterilmiş. Genelde doktorlar ‘koridorlar da’ birbirlerinden danışmanlık alıyor, yüzde 85’i hasta iken çalışıyor. Benzer bir durumu yaşadım. Daha sonraki günlerde ‘tedaviyi reddettiğim’ şeklindeki şehir efsanesinin aksine bir süre ‘tanı konmasını reddettim’. Bir doktorum olmadı ve ‘ehasta’ dönemi yaşadım. Sonra tanı... ‘Çoğumuz hayatı biraz korkarak, biraz gergin ve biraz heyecanlı yaşarız. Saklambaç oynayan çocuklar gibiyiz aslında, bulunmamayı umarak ve bu bekleyiş içinde tırnaklarımızı yiyerek bulunmak istiyoruz çünkü. Bu fırsat çok yakınlaştığında endişeleniyor ve korku bizi yendiğinde de gölgelerin derinliklerine iyice saklanıyoruz.’ D. Chopra’nın bu söylediklerini yaşadım. Ardından tanı konulan her kanser hastası gibi; inkâr, öfke, suçluluk ve nihayet kabullenme... Ve fark ettim ki tüm hastalar bu dönemleri çeşitli şekil ve uzunlukta yaşıyor... Ben kabullenme (evet bir kuzu gibi kabullendim) dönemine dek en uzun suçluluk dönemini yaşadım. ‘Kendime neden daha iyi bakmadım’, ‘neden daha doğru beslenmedim’ soruları ile yoğunlaşmış, ‘sevdiklerimi üzdüm işte’, ‘ne çok iş erteliyorum’ saptamalarıyla upuzun bir ‘suçluluk dönemi’nin ardından kabullendim. (…) ‘Algıda seçicilik’ midir yoksa gerçekten sorun daha da mı büyüdü bilmem, pek çok uzak yakın tanıdığın kanser tanısını, kanserden ölümünü işittim bu kısa sürede. Etkilenmemek olanaksız. Yine algıda seçicilik herhalde; medyadan ‘haberler’ aldım. Bir kısmı TV’lerde açık oturumlar şeklinde ve neredeyse hastalara tedavilerini bıraktıracak sözlerin profesörlerce ifade edildiği programlar. Bir kez daha bu konuların konuşulmasının ne denli bilimsel, dostça ve duyarlılıkla yapılması gerektiğini anladım. (…) Bana gelince; sevgi, bilimsellik ve dostlukla kucaklandığım ortamımda; şehir efsanelerinin aksine tedavimi oluyorum. Uzun ve zaman zaman yorucu bu süreçte; hastalarımızın bizden, kendini sürekli geliştirme (bilimsellik, sürekli eğitim vb.), moral (olumlulukları öne çıkaran bir yaklaşım) beklediklerini bir kez daha hissediyorum ve öyle bir ortam bulabildiğim için ‘şanslı hasta’ sınıfına giriyorum. Bu durumu sağlayan herkese sonsuz teşekkürler. Bir de hasta yakını olmanın zaman zaman hasta olmaktan zor olduğunu bilerek sevgili aileme... Ve TTB’deki sevgili çalışma arkadaşlarıma sabırları, onları eksik koymama ve üzmeme rağmen koşulsuz sevgileri için teşekkürler ediyorum.” Füsun, birçok kadın hastada tanık olduğumuz gibi, zarafetle yoğrulmuş bir dirençle yaşadı bu trajik serüveni. Bunu bilerek söylüyorum; erkeklerden daha zarif bir dirençle... Geçen salı günü onu sonsuzluğa uğurladık. Bizler; sağlığı piyasaya teslim etmek isteyen bezirgânlara, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından, aydınlıktan korkanlara karşı eksilmeyen bir enerjiyle direnen, bütün yaşamı boyunca sevgi, iyimserlik ve coşku üreten, şiir ve yaşam sevdalısı başkanımız ve yoldaşımız “Füsun Abla”yı hiç unutmayacağız. Orhan Pamuk konuşsun istiyorum... Aylin Kotil Ş üphesiz ki Nobel ödülü büyük bir ödül. Üstelik bir Türk’e ilk defa verildi. Bu anlamda bir Türk’ün bu ödülü almasından dolayı gurur duyuyorum. Pamuk bu ödülü almakla sokaktaki insanlardan, hatta politikacılardan bile çok farklı bir konuma yerleşti. Avrupa’da birçok kişi onunla bir akşam yemeği yemiş olmaktan bile onur duyacaktır. Onun sözleri bizim örgütlü ve haklı birçok eylemimizden çok daha fazla etkili olacaktır. Sözleri bu kadar etkiliyken Nobel ödülünün ardından Pamuk’un yaptığı iki açıklamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ödülü aldığı gün sorulan bir sorunun ardından “Tabii ki her yazarın politik görüşü olacaktır, benim de var” dedi. Ertesi gün CNN muhabirine ise “Politika konuşmak istemiyorum” şeklinde bir cevap verdi. Oysa bu kadar etkili olduğu şu günlerde, hele de Fransa’nın bu tavrından sonra konuşsun isterdim Pamuk. Nalına mıhına dokunmak istemiyor mu? O zaman Nobel almamış, ama çok ünlü olan bir İspanyol yazarın Juan Goytisolo’nun sözlerine benzer bir şeyler söyleyebilirdi kimseyi gücendirmeden! Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor İspanyol yazar: “….Dıştan alınmış kültür öğelerini gizlememeliyiz; o öğeleri çok zengin buluyorum ben, çünkü biz Batılı bir ülkeyiz, ama Batılılığımız başka tonda, biraz ayrı. Yüzlerce yıl boyunca tarihimiz Avrupa’nın tarihi olmamış, Müslüman ve Musevilerin sonradan yadsınan katkıları temel önem taşımış, bu yüzden ‘başka’ bizim tarihimiz... Ama şimdi bize düşen şey, bu öğeleri tüm Avrupalılarla paylaşmak”. Bu satırları okurken aklıma Nobel’i reddetmiş Sartre geliyor. Nobel almadı belki ama döneminde Satre oldu, günümüze kadar geldi ve bizden sonraki nesiller de onu ve yaptıklarını bilecek. Başka bir İspanyol yazar Vicente Blaseo Ibanez, İspanyol edebiyatının şaheseri Don Quijote’un ünlü yazarı Miguel de Cervantes’ten sonra eserleri yabancı dillere en fazla çevrilen İspanyol romancı olarak ün yaptı. Ibanez’in romanlarından bazıları sinemaya uyarlandı, bunlardan “Los cuatro jinetes del Apocalipsis”in (Mahşerin Dört Atlısı) Amerika Birleşik Dev letleri’nin Birinci Dünya Savaşı’na girme kararı almasında etkisi olduğu söyleniyor. Bakın bu yazar Türkler için ne söylüyor: “Ben Türkleri din ve ırk konusunda herhangi bir önyargıya kapılmadan seviyorum; bu iyi ve acı çekmemiş milletin Avrupa’da hâlâ toprakları var. Onların tek kusuru Avrupa’yı istila eden milletlerin sonuncusu olmak. İşte bu nedenle her savaşta cereyan edebilecek şiddet olayları hafızalarda henüz taptaze olarak yaşıyor. Onları yakından tanıyan her yazar ve sanatçı gibi ben de Türkleri seviyorum. Türkiye’yi ziyaret eden bütün yazarlar bu iyi ve açık kalpli milletin maruz kaldığı haksızlıklardan dolayı infial duymaktadırlar. Onu böyle yakından tanıdıkça, bütün vasıflarını gördükçe daha çok seviyor ve aynı zamanda onu tehdit eden tehlikeleri daha açık olarak görüyorum”. Belki meslektaşlarından hem de edebiyatta söz sahibi olmuş Avrupalı meslektaşlarından alıntı cümleler kurabilirdi Pamuk. Fikir özgürlüğünü ve yazarların politik görüşlerinin olabileceğini söyleyen Pamuk konuşsun istiyorum. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle