22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 8 CMYK 8 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 1 EKİM 2006 / SAYI 1071 Mersin’in iki yüzü Ataol Behramoğlu ir yıl sonra, daha doğrusu bir yıldan bir ay eksiğiyle bir kez daha Mersin’deyiz. Bir yıl önce ekim ayında bu sütunda yayımlanan “Sonyaz” adlı yazımın son iki cümlesi şöyleydi: “Ve Kızkalesi önündeki ekim denizi... Akdeniz’le ve 2005 yazıyla vedalaştığımız o sonyaz denizi, bir şiirin en güzel dizesi gibi, ışıltısını sürdürüyor, sürdürecek...” Mersin’e yine “Mersin Uluslararası Müzik Festivali”nin çağrılısı olarak gittik ve 21 Eylül akşamı bir Viyana orkestrasından Strauss ağırlıklı nefis bir konser izledik. Strauss’un iki küçük kardeşinin de ünlü besteciler olduklarını doğrusu bu vesile ile öğrenmiş oldum. Geçen yılki yazımda da kendisinden “festivalin önderi” diye söz ettiğin sayın Tülay Bardakçıoğlu, çalışma arkadaşları ve belki daha doğru bir deyimle gönüldeşleriyle birlikte bu yıl uluslararası festivalin beşincisini de gerçekleştirmeyi başarmış oluyor. Ne yazık ki ancak açılış konserini izleyebildiğimiz festival, dinletilerin yanı sıra sergiler ve başkaca sanatsal etkinliklerle 21 Eylül1 Ekim tarihleri arasında Mersin’e bir dünya kenti niteliği kazandırıyor. Fakat Mersin, Cumhuriyet döneminde de, öncesinde de, uygar, aydın, sanatsever kimliği ile bu niteliği zaten hak etmiş bir kenttir. Tülay Hanım, önümüzdeki yıldan başlayarak, festival günlerinden birinde, sadece bir Türk bestecisinin yapıtlarını çalmak üzere yurtdışından ünlü orkestralar getirtileceğine ilişkin tasarılarından söz etti ki, övünç verici bir olay bu. Çoğu, belki hepsi Türkiye’ye ve Mersin’e ilk kez gelmiş Viyanalı müzisyenlerin, hem ülkemiz, hem seçkin izleyici topluluğuna ilişkin şaşkınlık ve hayranlıkları ise yüzlerinden, sözlerinden apaçık görülüyordu. TOPRAK ANA EMMA Jülide Binok K B ızıl Emma’yla tanıştığımda, onun anarşizmle tanıştığı yaşlardaydım. Henüz ilk gençliğimin ilk yılları tedavüldeydi. Hayatımı Yaşarken ile Emma Goldman benim ve pek çoklarının hayatına fırtına gibi girdi. O kışkırtıcıydı. Hayatını dolu dolu yaşarken, kendi “gibi” değil, düpedüz kendiydi, kendi gözlüğünü, kendi sözlüğünü var etmişti. “Hayatımı Yaşarken”in ilk basımının üstünden 13 yıl geçmişken, Agora Kitaplığı sessizliği bozarak biri Goldman’a dair, ikincisi bizzat onun kaleminden çıkmış iki kitap yayımladı. İlki Martin Duberman’ın tiyatro oyunu “Toprak AnaEmma”. “Kızıl” Emma’nın Amerika’dan Rusya’ya uzanan macerasını ve hiç bırakmadığı anarşizm mücadelesini konu alan oyunda, kadim yoldaşı Alexander Berkman’ın yanında Lenin ve Zinovyev de çıkıyorlar karşımıza. da tiksinti değilse de, en azından ufak bir şaşkınlık duymuşsunuzdur. Goldman, işte bu “müessese”nin amacına ve nelere hizmet ettiğine kafa yoruyor. “Evlilik diğer asıl ataerkil sözleşmeye (yani, kapitalizme) benzer.” Onun sözlüğünde evlilik, bilhassa kadının gerek cinsel, gerek siyasi özgürleşmesinin önündeki bir duvardan başka bir şey değildir. Sistemin dayattığı evlilik, kadını korunmaya muhtaç bir asalak haline getirir, ona doğurma hakkını bile, ancak erkeğe, düzene, kısacası otoriteye uyum sağlaması karşılığında verir. Kadının bu duruma düşürülmesinden sonra ise, artık anneliği dahi, çeşitli duygu sömürüleri eşliğinde, onun tutsaklığının ve tabii ki düzenin devamını sağlayacak bir koz olarak öne sürülecektir. Daha baştan fiyasko olan bir projenin meyveleri, yani çocuklarsa, müstakbel alttabaka olarak kapitalizmin devamlılığına hizmet edecektir. Hayatını dönüştürmek isteyen pek çok kadın için yol göstericiydi Emma Goldman. Sistemin tümünü topa tutarken, kadınlar için de ayrı sayfalar açmıştı: Evlilik, annelik, aşk... Evlilik kadının ruhunu sakatlıyordu, aşksa bütün anlaşmalara ve kanunlara meydan okumanın aracıydı. Kıskançlık mı? Mülkiyet hakkını koruyan meşru bir silahtı... Emma, hepsini topa tutuyordu... Emma Goldman yoldaşı Alexander Berkman’la... Renklendirme: Derya Polat *** Orada kaldığımız iki gün içinde genellikle kapanık hava yüzünden Akdeniz’le vedalaşmanın tadını çıkaramadık bu kez. Fakat bu Mersin yolculuğunda benim bir başka kazancım İçel Sanat Kulübü’nün değerli başkanı Ziya Aykın’la, yönetim kurulu üyeleriyle ilk kez ya da daha yakından tanışmak fırsatı oldu. “Sanat Sokağı”ndaki dernek salonunda, kulübün amatör bir ruh fakat profesyonel bir özenle hazırlanan dergisinde yayımlanmak üzere imece usulü bir söyleşi yaptık... 1989’da kurulduğunu öğrendiğim derneğin kurucu ve ilk başkanlarından, sadece Mersin’in değil ülkemizin en değerli ressamlarından Doğan Akça’nın resim işliğinde, sanatın kutsal havasını bir kez daha soluduk. Ahmet Kamacı’nın gözetiminde, Sanat Sokağı’ndaki yontu (heykel) çalışmasındaki bir görüntüyü ise unutamayacağım. Tahminen otuzlu yaşlardaki bir parmak çocuğun, Ali Nacak adlı minicik bir köylünün, yörede köfeki taşı denilen sükkâri taşı üzerindeki çalışmasını. Yontmakta olduğu taşın üzerine yumulmuş, onunla bütünleşmiş gibiydi. Sokaktan geçerken, bu işten anladığını söyleyip, o da bir taş parçası yontmaya koyulmuş... Ertesi gün uğradığımızda, çalışma tamamlanmış gibiydi... Eski Yunan’ın Afrodit yontucularını kıskandıracak, çıplak, zarif, yan yatmış bir kadın yontusuydu bu... Sadece bacaklar biraz daha inceltilecekmiş... Bence o konuda da sorun yoktu... *** Mersin’e yaraşan, kentin güzel yüzüydü bunlar... Öteki yüzüne gelince, bir kültür hazinesi olan, barındırdığı uygarlık katmanlarıyla neredeyse on bin yıllık geçmişe sahip Yumuk Tepe höyüğünün ve burada (İtalyan arkeolog bayan Isabel’ce yönetilen) kazı çalışmasının inanılması güç sahipsizliğiydi bu... Mersin için muazzam bir kültür turizmi mekânı olabilecek bu yer, “berduş”lara, “ipsiz sapsız”lara, “mekânsız”lara, çam ağaçları koruluğu ise ölüme terk edilmiş gibiydi... Yabancı arkeologla konuşurken ülkem adına utandım açıkçası... Mersin Belediyesi’ni, sanatsever başkanı, Yumuk Tepe höyüğüne sahip çıkmaya çağırıyorum... ataolb@cumhuriyet.com.tr İkinci kitap, yazarın henüz Türkiye’de basılmamış olan Anarchism and Other Essays adlı kitabından alınan altı makale, iki konuşma metni ile biri kendi kurduğu Mother Earth adlı dergide olmak üzere, çeşitli süreli yayınlarda yayımlanmış dört yazısının derlemesi. Kitabın ismiyse “Kızıl” Emma’nın o sloganlaşmış cümlesinden: “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir”. Bir Anarşistin Hayata Bakışı ve Benim İnandığım adlarındaki ilk iki makalede, Goldman, kendi görüşleriyle harmanladığı bir anarşizm manifestosu yazıyor adeta. Sonraki yazılarındaysa bu teorilerin altını dokuyor inceden inceye, analitik bir iplikle. EVLİLİK Mİ, AŞK MI? Evlilik, aşk ve kıskançlığı masaya yatırıyor. Sistemin ve siyasetin, en mahrem saydığımız alanlara nasıl sirayet ettiğini, veya bizim, o sözde mahremlerimizde kurduğumuz mikrokozmoslarda yarattığımız her ilişki biçiminin, yaşam üslubunun makroyu etkilediğini göz önüne seriyor. Dilimizde yerleşik bir kalıp olarak kullanılan “evlilik müessesesi” tabiri üzerine bir kere düşünmüşseniz, evliliğin bir kurum ya da kuruluş gibi nitelenmesi karşısın “Evlilik, kadını kirletmekten, tecavüz etmekten, onun ruhunu sakatlamaktan başka bir etkide bulunamaz.” Ancak kadın bir defa uyanıp “hasta, zayıf, sefil insan soyu üretiminin bir parçası olmak” misyonundan sıyrılırsa bu abluka dağılabilecektir. İşte o gün kendini de tekrar yaratmış ve kudretini, kifayetini tanımlamış olur. Bundan sonra, özgürce sevişip “özgür anne” olabilir, tabii eğer isterse... “Şunu da bilir ki, bu tavırla yalnız başına hakiki erkeklikle kadınlığı inşa etmesi mümkün olacaktır.” Peki ya aşk? Satırlardan taşan heyecana bakılırsa Goldman aşka âşıktır! “Aşk, bütün hayatın en güçlü ve en derin esası, umudun, neşenin, esrikliğin müjdecisi; aşk, bütün anlaşmalara ve kanunlara meydan okuyan; aşk, insan kaderinin en özgür, en güçlü kalıbı (...)” Goldman’da aşk, sanki ulaşılmak istenen o özgürlüğün ta kendisidir ya da bir özgürlük iksiridir. Hiç bir tahakküme girmeyen, hükümdar tanımayan, alınıp satılamayan ve söz dinlemeyen. Mücadele için bir deniz feneri, bir yol göstericidir aşk. “Şayet dünya, gerçek yoldaşlığı ve tekliği doğuracaksa, böyle bir yoldaşlığın ve tekliğin kaynağı evlilik değil, aşk olacaktır.” Ancak yasalara, ahlağa, insanlara, iktidarlara karşı dur mayı becerebilse de, aşk bu defa kendi içinden çıkan bir düşmanla karşılaşacaktır: kıskançlık! Goldman’a göre tıpkı evlilik gibi, kıskançlığın da kökeni mülkiyet hırsında aranmalıdır. Hiç de doğal ya da dürtüsel değil, hoşgörülemeyecek, habis bir duygudur o. “Tıpkı Kilise ile Devlet’in seks tekelini evlilik bağının tek güvencesi olarak görmeleri gibi, mazur görülen kıskançlık da mülkiyet hakkının korunmasının meşru savunma silahıdır.” Üstelik kıskançlık denilen “yeşil gözlü canavar” başka kötü duyguları doğurur ve mülkiyet hırsı gibi şiddeti de körüklerken, gerçek insani duyguları baltalar. “(..) kıskançlık, insanı öfkeden dolayı kör eden, şüpheden dolayı küçülten ve imrenmeden dolayı katılaştıran etkenlerin başında gelir.” Goldman, bizi doğallıktan, anlayıştan, cömertlikten uzaklaştıran, yozlaştıran ve kendi yarattığımız bir cehenneme mahkum eden tüm bu kötülüklerin kökünü “hukuksal, dinsel ve ahlaki baskılar”da bulur. “Katıksız radikal” olmanın, görünür ve gizli yüzleriyle, tüm baskı mekanizmalarına karşı durmak anlamına geldiğini fısıldar. Tıpkı Emma gibi! Konuşabilmek... Aylin Kotil iraz da şehir hayatının etkisiyle günlerimiz koşturmaca içersinde geçmekte. Akşam oldu mu yorgun argın geliyoruz evlerimize. Ertesi gün tekrar erken kalkılacağından ve tekrar işlere koyulacağımızdan geceleri uzun uzun oturup keyif de çatamayız. On on beş dakikayı pek geçmez akşam yemeklerimiz, sofra toplanır, televizyonda şöyle birkaç programa bakılır ya da kitap okunur. Zaten tam da bu sırada tatlı tatlı uyku bastırır. Bütün bunlar olurken evimizi, hayatımızı paylaştıklarımızla sadece birkaç cümle kurabiliriz. Konuşacak ne halimiz vardır ne de zamanımız. Bundan herkes etkilenir. İlişkilerimiz, çocuklarımız dahası kendimiz. Konuşup paylaşmadıkça ilişkimiz rutine girer. Konuşup paylaşmadığımız çocuklarımız tarikatta, çetelerde, madde bağımlılığında alır soluğu. Çocukluklarından beri fazla konuşamadığımız, zaman ayıramadığımız çocuklarımızın sadece ihtiyaçlarını karşılama derdine düşeriz. Ya da sadece terbiye etmeye çalışırız. Onlara vakit ayırıp sohbetler yapamayız pek. Daha sonra çark döner ve onlar odalarına kapanmaya başlarlar. Çoğumuz bu duruma B üzülür neden bizle oturmuyor, neden odasına kapanıyor diye düşünürüz. Sohbet etmenin, paylaşmanın, konuşarak buluşmanın keyfine varamamışızdır karşılıklı. Konuşmadıkça bizler de robotlaşırız. Sabah kalkan, işe giden sonra eve gelen, yemek yiyen, biraz oyalanıp uyuyan robotlar oluruz birer birer. Bu çarkın içinden çıkmak için gerekli olan tek ilaç ise konuşmaktır. Konuştukça farkında olmadığımız duyguların da birer birer açığa çıktığını görürüz şaşırarak. Biz konuştukça karşımızdaki de anlatmaya başlar bir süre sonra ve artan paylaşımlar bizleri birbirimize bağlar. Bazen de bu konuşmaların bize ne kadar iyi geldiğini görürüz, terapi gibi... Sessizlik nasıl sinir bozucu ise konuşmak da bir o kadar rahatlatır insanı. Çok iddialı gelebilir bu cümle ancak kanımca konuşmak sağlıklı toplumun en temel unsurudur. Konuşabileceğimiz güzel bir pazar geçirmek dileğiyle iyi pazarlar. aylinoneytan@yahoo.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle