22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

11 EYLÜL 2005 / SAYI 1016 Biz, 1980'dedoğanlar! Aynı yaştalar: 25. Üstelik ikisi aynı gün doğmuşlar, Melike Sümertaş ile Ceyhun Baskın'ın nüfus cüzdanlarında 16 Haziran 1980 yazıyor. Seçil Yılmaz'ın doğum günü ise kayıtlara 19 Aralık 1980 olarak düşmüş. Ceyhun ve Melike mimar, Seçil ise tarihçi. Şimdi geriye dönüp, çocukluklarının ve ilk gençliklerinin geçtiği yıllara bakınca, aynı dilde buluşuyorlar. "Biz kollanmış, korunmuş çocuklarız." Ancak, büyüdükçe bu korunmanın kendilerinde yarattığı tahrifatın farkına varmışlar... Elbette bir önceki kuşakla tahrifat kıyaslaması yapmak zor ve haksızlık... Onlar da bu yüzden kendilerini, daha çok da 80 doğumluları anlatıyorlar... POPÜLİZMDEN KAÇARKEN... VEDAT SAKMAN muzısyen Ankara'da müzık yapmak benim için bir zaruret değil, seçimdi. 9O'lı ydlarda bir haftalık bir çalışma için gittim, 5 yıl kaldım. Bunun nedeni, o dönemlerdeki popülist akımların çok yüksek değerler kazanmasından duyduğum rahatsızhktı. Ankara ise yaptığım müziğe çok ilgi gösterdi. 97'de Istanbul'a dönmeme rağmen hâlâ sık sık Ankara'ya gidip müzik yapıyorum. Amacınız bir şiir yazıp şarkı yapmak, kendinizi ifade etmeksc bulunduğunuz yerin, yaşantınızın, hayallerinizin önemı vardır tabii ki. Eğer müzik tıcaretinin marketi içinde olmak, çalışmalarınızı paraya çevirmek ıstiyorsanız bulunmanız gereken yer bu tür pazarların olduğu kenttir. '80 kuşağının bir bireyi olmak demek iki arada bir derede olmak gibi geliyor bana. Bir önceki dönemin siyasallığından bir anne (ya da ordu) şefkatiyle korunmuş kollanmış, ama ondan etkilenmeden, kimi zaman bir tarafıyla ona özenmeden edememiş... Fakat bir tarafıyla da kendinden sonra gelendeki ( ben bunun miladını kardeşimin doğum yılı olan '85'le çokça özdeşleştiriyorum her nasılsa) tüketimci ve nihilist izlerin atası olarak konumlanmış... '80lerde doğmuş biri olarak bu arada kalmışhğı biraz mirasyedi, biraz da genç girişimci olarak deneyimlediğimi hissediyorum. Oyun oynarken yalnız değildik, koca bir bahçede, ondan fazla çocuktuk, ağaçlar vardı, meyveler vardı, her gün kurallan duruma göre değişebilen kimi zaman birebir bizim uydurduğumuz oyunlar.... Kavga gürültü vardı. . Sonra biri geldi, bahçeyi bozdu, ağaçları kesti, oyun oynadığımız yere büyük bir alışveriş merkezi yaptı. Yeni oyun alanımız bu olacaktı. Belki hemen değil, ama az sonra... Işte bu nedenle '80'lerin bir parçası olarak atomize edilmiş olmayı, örgütlenemeyişimizi açıklamak ve bunlar üzerinden birey tanımı yapmak bana pek zor gelmiyor. Bir sonraki aşama, hep beraber oturma odasına sığamadığımız için artık tek başına oyun oynamaya başlamamız gerekliliğini doğurdu. Neyse ki zaman ve mekânla ilgili eski anlayışları yerle bir eden televizyon, bilgisayar vb. imdadımıza yetişti... '80 kuşağının bireyi olmak ile ilgili aklıma ilk gelenlerden biri de, pek çoklarına da öyle geldiğini zannediyorum, çok kararlı bir koruma güdüsüyle yetiştirilmişlik durumu. Önünüze çıkan kapıyı açmadan önce sormanız ve kendinizi çıkabilecek sonuçlara karşı kollamanız gereken en az yüz (sayıyla 100) durumu ( aşk da dahil olmak üzere) hayal etmenizı öğreten bir düşünce sisteminin örnekleriyiz gibi... Bu "garantici" motivasyonla önce ilkokul kurası, sonra Anadolu liseleri sınavı (onların asil ve yedek listeleri), Fen liseleri sınavı ve üniversite sınavı (öncesinde dershane) ve sonra iş görüşmesi.... Hep bir sonraki adım için yapılan yatırımlar, hesaplamalar, planlar... "Benim seçme özgürlüğüm var" nidalarıyla yoluna dizildiğimiz, arasından seçtiklerimizle "seçkinleştiğimiz", bir taraftan da sağlam bir "eşitlik korkusu"nu içten içe yaşamaya itildiğimiz bir kuşak olduğumuzu düşünüyorum. SEÇİL YILMAZ BURNU BÜYÜKKENT CEMİL KAVUKÇU yazar Ben 27 yıldır Ankara'dayım. "Bana Ankara'da nasıl yazabiliyorsunuz" diye soruyorlar, "Deniz yok, Boğaz yok".. Ben, yazmak için bir kentin belirleyici olduğunu sanmıyorum, Ankara'da da yazarsınız, Kayseri'de de. Ama şunu da kabul etmek gerek Istanbul kültürel alanda daha dirimli. Yani yazarın besleneceği daha fazla kaynaklar var. Örneğin Yaşar Kemal Çukurova'da kalsaydı, îstanbul'a gelmeseydi, Yaşar Kemal olur muydıı? Biraz zor gibi görünüyor, çünkü yazarın kendini bulması, daha değişik kaynaklardan beslenmesi için bir kültürel ortama girmek gerekiyor. Ben, sadece Ankara'ya kapanmış, orada yazan bir yazar değilim. Ama Istanbul daha karmaşık, daha çok insan yüzü, daha çok sosyal çelişki demek. Dolayısıyla bakmasını bilen birisi için çok daha zengin malzeme var burada. Ancak bu öykü ve romanlara yansımıyor. O zaman Istanbul'un bu insan zenginliğinden yeterince yararlanılmıyor gibi geliyor bana. Bunda pazar etkili tabii. Yazarın yayınevine ulaşması açısından baktığımızda ise yaygın bir düşünce var: Istanbul burnu büyük bir kent. Kendi dışında her yeri taşra görüyor... tstanbul'da insanlarla çok çabuk konuşma ortamı yaıatılıyor. Ankara'da bir sessızlik var. Bir dolmuşta herkes susar, biner ve iner. lstanbul'da gördüğüm insan sıcaklığı, kaynaşma, kaos Ankara'da yok, bütün başkentlerde olduğu gibi. tstanbul ürkütücü de olabilıyor. Tabii suç her yerde var, ama ben Ankara'da kendimi o kadar güvencesiz hissetmiyorum. Zaten Ankara'da hayat gece belirli bir saatte sönüyor. lstanbul'da öyle değil, kıpır kıpır. Çok canlı yaşayan bir kent... Fotojıaf": KORAY AVC1 1980 yılının Haziranı'nda doğmuşum... Ailemin türlü doğum olaylannın yanında anlattıkları belirgin tek şey o günlerde annemin yattığı hastanenin bahçesinde nöbet tutan askerler. Çocukluğumdan beri duyduğum, ama bir türlü hayalime sığdıramadığım bir sahne. Öyle ya ben hiç hastane bahçesinde nöbet tutan askerler görmedim... 80 ve öncesinde pek çok şey yaşanmış bu ülkede. Ben hiçbirini görmedim.Üstelik hiçbirini de anlatmadılar bize. Okulda zaten yasaktı, böyle şeyler konuşulmazdı.. Evde ise "kötü günlerdi" derdi sadece babam. Yıllar sonra dedi "Biz sizi saksıdaki çiçekler gibi yetiştirdik, ekmek elden su gölden... Hiçbir sıkıntı yaşamayın istedik". Zor günler geçirmişlerdi, kendileri, yakınları zarar görmüş, sıkıntı çekmişlerdi. Biz sırf o sıkıntılan çekmeyelim diyeydi tüm telaşları... Hep bir ürkeklik vardı hallerinde. Hep bir korumacı tavır. Neredeyse bir kuşak böyle yetıştirildik. Siyasi tartışmalardan uzak tutulduk. Memleket gündemine ilgi duymak, hatta gazeteleri takip etmek yerine, "ders çalışın" denildi bize. Öyle ya geçilecek bir sürü sınav vardı. "Yarış zorluydu, en yakın arkadaş bile aslında bir rakipti". "Kendinizi kurtarın" dediler. En iyi okulda okumalı, en iyi işe girmeli en çok parayı kazanmalıydık. Kurtuluşun yoluydu bu. Kimse bir gün ülkenin de kurtarılması gerekebileceğini söylemedi. Ama yine de bizim dönemimiz ucundan yakaladı aslında kendisinden gizlenen gündemi. 80 öncesinden 80 sonrasına geçişteki eşiğin çocuklan her iki döneme ait izleri barındırdık üzerimizde... Siyah beyaz televizyonu da gördük ama televizyon biz büyürken 70 kanallı oldu. Sonra bilgisayar, internet geldi. Dünyanın geçirdiği üçüncü büyük devrime tanıklık ettik. Ondan öncesini bilen son kuşak olduk biz. Bizden sonrakiler ne siyah beyaz bir televizyon hayal edebiliyor, ne bilgisayar oyununun olmadığı bir çocukluk. Oysa saklambaçla büyüdük biz. Mahalle arası boş arsalarda geçti günlerimiz. Bu eşikte yer almaktan olacak, tüketime de direnenlerin olduğu son kuşak olduk. Ya da her şeye rağmen üretmek için adım atanlann olduğu. Hâlâ üzerine yapıştınlan yaftalardan sıyrılmaya çalışanların olduğu bir kuşak olduk. Ne bizden öncekiler gibiydik, ne bizden sonrakilere benzedik... Arada, ait olduğumuz eşikte yaşadık hep. Sıkıştık kaldık... MELİKE SÜMERTAŞ Adı Eylül onun, bebekliğini hatırlamıyor, kırmızı bebek arabasında babasını ziyarete gidişini geçmişten kalan fotoğraflarda gördü. Çocukluğunda en çok televizyonu sevdi bilgisayarla tanışana kadar... Pek az kitap okudu, zaten çok da kitap kalmamıştı kütüphanelerinde. Ailesi geçmiş anılardan onu hep uzak tuttu, anlatmadılar, yaşatmadılar ona yaşadıklarını. Zorluk nedir hiç bilmedi, çektirmedi anası babası. Politika düşünmenin, konuşmanın, okumanın hoş olmadığı, kendince de gereksiz olduğu bir ergenlik geçırdi. Internetle tanıştı, internette tanıştığı dostları oldu, barlara diskolara gitti, saniyedeki kalp atış sayısını üçe katlayan tekno müzik dinledi, sigara dumanı altında sefa sohbetleri etti, içki içti, belki 'ot' bile denedi. Eğlendi, anını yaşadı. Üretmedi, çoğu zaman tüketici oldu, çünkü buna özendirildi. Asi olmadı, haksızlık karşısında sessiz kaldı, belki de sırasını bekledi. Üniversite yıllarında politikayla ilgilenmedi, kısa yoldan nasıl para kazanabileceğini hesapladı. Millet için ne yapabileceğini, Türkiye'yi nasıl ileri götürebileceğini arkadaşları arasında bile sorgulamadı; toplum için mücadeleci ve hırslı olmanın ne olduğunu bilmedi, ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemedi. Eğitim sistemine baş kaldırmadı, başını öne eğdi görmezden geldi olanları. En başta kendi bacağını astı, bencil oldu, sonra hor gördü, anarşist dedı kendi gibi olmayanlara. Kolaya kaçtı, hızlı davrandı, pratik oldu; teoriyi hep es gecti, es geçmeyenlere ise gülüp geçti. Öğrenmek, bilmek, düşünmek olmadı savı. Okumadı. Karl Marx'ı, Nâzım Hikmet'i, Maksim Gorki'yi bilmedi. Zoraki üniversitelerin birinde zoraki bir meslek sahibi oldu, hatta zoraki yüksek lisans bile yaptı. Yaşı 25 şimdi, hayat kurmanın eşiğinde. İlgi duymadığı ülke şartlan kapitalist ekonomiyi yüceltmiş, dejenere olmuş ve örgütlenmeden arındırılmış kurumları oluşturmuş; eğitimsiz, kültürsüz, yozlamış toplumu geliştirmiş ve yarınına güven duyulamayan ülkeyi yaratmış, aç bir kurt gibi bekliyor yeni kurbanını. Bugün 12 Eylül 2005, adı Eylül onun, onun doğum günü; akranlarını da çağırmış parti vererek kutluyor. Kutlu olsun. CEYHUN BASKIN T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle