25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hayatı, öyküde ve romanda karşılamak… 1980 sonrası öyküroman verimindeki yükseliş toplumsal yaşantımızla da örtüşüp buna bir karşılık veriyor aynı zamanda. Sonuçta öyküroman, büyük bölümüyle gayri resmi yaşam dökümü halinde bugünden geleceğe bırakılan notlara dönüşüyor. EM. SADIK ASLANKARA debiyat, bir sanat verimi olarak elbette yaşananlardan beslenip çıkıyor. Henüz hiç kimse bir başka gezegende yaşayıp da üretmediğine göre sanatçı yaşadığı dünyanın sorunlarını taşıyor yapıtına. Bilimkurgu, ütopya, fantastik vb. yazınsal türler de buna ayak uyduruyor. Ancak kimi zaman dar bir hendeseden bakmak, yapıtta kendi düşün, inanç odağının uzantısını arayıp bulmak türünde gaflete de düşebiliyor insan. Ülkemizde son yıllarda yaşanan, tartışılan ne kadar konu varsa, tümünün de öykülerimizde, romanlarımızda yeniden gerçekliğe dönüştürüldüğü söylenebilir. Kabaca salarsam sınıf atlama, medya, TV, sanat ortamları, siyaset, alavere dalavere, dinbazlık, uyuşturucu, fuhuş, Suriyeliler, savaş, şiddet, gar katliamı, çevre, orman, ören yeri, taciz, ensest, kadın, cinsellik, eşcinsellik, LBGTİ, homofobi, intihar, Kürt, dağdağdakiler, yoksulluk, işişçiişsizlik, emek, Gezi vb. konu başlıklarının tümü bu yapıtlarda kendine yer buluyor. Diyeceğim, kimi yazın çevrelerince, edebiyatın toplumla ilgilenmediği, hep “yalnızlık” konularının işlendiği, böylece toplumsal yaşamda efsunlu bir uyurluk halinin yayılmasına yol açıldığı gibisinden suçlamalar, buna örnek gösterilecek yapıtlar için öne sürülmeli. Suya sabuna dokunmayan fantastik yapıtların yanında, toplumsal konuların işlendiği ürünler kadar bu tutumu göğüsleyen ütopya, distopya, bilimkurgu da az değil. Yazınımızda, sorun, bizim ne kadar, nasıl okuduğumuz. Kendi kafesimizden çıkmıyor, kolay okunurlar dışında yapıtlara yüz vermiyorsak kendimizi de sorgulamalıyız. ROMANCILIĞIMIZA YENİ BİR KATILIM: GÖNÜL ÇATALCALI… Geçmişten günümüze ülkeye yayılmış halk kütüphanelerinde bugüne kadar sayıca en çok ödünç alınmış, elden ele geçirilip bütün zamanlarda en çok okunmuş romanın Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1922) olduğu öne sürülür öteden beri. Ben de uğradığım sekiz on kadar kasaba kütüphanesinde bunu doğrulayacak verilerle karşılaştığımı söyleyebilirim. Demek ki, Çalıkuşu halk romancılığının hem somut örneği hem de simgesi bağlamında alınabilir. Reşat Nuri’nin geçmişte kaldığı, artık okunmadığı, okunmayacağı gibisinden ham hayale kapılmasın hiç kimse. Bu çerçevede ardılı pek çok yazarın günümüzde kalem oynatıp ürün verdiği de unutulmamalı asla. Yeter ki bu temelde halk romancılığının hakkı verilebilsin. Halk romancılığı, ucuz yazarlık değil. Ya ne? Bir artalana, üst kurguya, katmanlaşmaya gerek duyulmaksızın metni, dış yüzüyle yapılandırıp düz anlatımla da yazınsal hüner kuşanmış romancılık olarak alınabilir kabaca. Sözgelimi son on beş yirmi yıl içinde hemen bütün verimlerini okuduğum Gülseren Engin, Aslı Perker, Gönül Çatalcalı bana Reşat Nuri ardılı, işini alabildiğine ciddiye almış yazarlar olarak görünüyor. Elbette daha başkaları da var. İlk aklıma geliverenler bunlar oldu. ÇATALCALI’DAN BIR TOPARLANMA HIKÂYESI Sözü Gönül Çatalcalı’ya getireceğim. Gönül, öyküden yola çıkarak apayrı evrenler kurup, farklı karakterler eşliğinde birbirinden ayrı çatıladığı üç romanla son beş yılda belirgin ivme kazanıp alanda dikkati çekti. Tümü de Tekin Yayınları tarafından yayımlanan üç romanı şöyle sıralanıyor yazarın: İsimsiz (2014), Eşiktekiler (2017), Hamdüsena Sokağı Kadınları (2019). İlk ikisi üzerinde yazmıştım, sırada son romanı var. İsimsiz’de ötekileştirme, dağılma benzeri yaşananları, Eşiktekiler’de siyasal dönüşümlerin ustaca yerleştirildiği taşra gerçekliği açısından başka bir dağılmayı okuduk. Hamdüsena Sokağı Kadınları, tam tersine bu kez bir topar lanma hikâyesiyle buluşturuyor okuru. Dayısının ucundan kıyısından yansıtabildiği cılız bir ışıkla yola çıkan Aysel’in, hiç değişmeden yaşamaya ant içmiş, tutucu büyük ailedeki boğucu ortama karşın var oluş kavgasını, bunu başarmak için yürüttüğü savaşımı, kıskaçtan kurtulmak için gösterdiği çabayı okuyoruz yapıtta. Kadınların, hayatı neredeyse birer tutsak konumunda yalnızca dinsel açıdan yaşadığı bu ortamda Aysel, kendisini, “iki kutup arasında sıkışıp kalmış” (26), aile fotoğraflarından bile çevresine yalnızca “gözlerindeki derin yalnızlık”la (65) bakan, Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı olarak görür. Yine de varlığının bilincine erecektir ama o. Ceberut bir dede, onun vekili konumunda teyze eşi enişte, silik bir baba, dedenin komutunda anne, zehir zemberek ağabey, abla, yeğenler… Kıskaçtaki Aysel, nasıl kurtulacaktır? Yazar, romanda bunu öne alıyor, Aysel’in “kendi” olma kavgasını yani. Nitekim “hayat(ına) dışarıdan bakmayı öğren(ecek)” (153), sonrasında akranı ötekiler için rol modeline dönüşecektir. Büyük aile yapısı içinde oğullarla kızların bu cangılda nasıl boğulduğunu polisiyeden de yararlanıp yalnız ustalıkla işlemekle kalmıyor Gönül, aynı zamanda bunun ülkemizin önemli sorunu olarak da altını çizip çekirdek ailenin taşıdığı işlevsel öneme, değere vurgu yapıyor. Büyük aile yine de çatırdayıp işlevsizleşecektir sonuçta. Bu arada biçemsel anlamda özneden nesneye, canlıdan cansıza aralara aldığı varlıkların dış ses olarak olayları, durumları aktarmaya girişmesiyle, dıştaki dünyanın da anlatıcıya bakışı bağlamında farklı bir çokseslilik getiriyor metne. Kaldı ki Gönül, hoş söylemlerle, abartısız ancak eksik etmediği sanatlı yaklaşımla yapılandırıyor her seferinde sözdizimlerini. Tatil yaparken de okunabilecek bir roman Hamdüsena Sokağı Kadınları. n 6 22 Ağustos 2019 ÖYKÜDENLİK… Zafer Doruk ‘Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar’… Zafer Doruk, çeyrek yüzyıllık emeğe dayalı, yeni öyküleriyle bir kez daha okuru selamlıyor: Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar (Sel, 2019). Ciddi verim dağarına sahip bir Adana çevresi öykücüsü Zafer. Orhan Kemal’den Muzaffer İzgü’ye, Nihat Ziyalan’dan Behçet Çelik’e, Barış Bıçakçı’ya farklı yazarların ürünleriyle onun öyküleri arasında uzakyakın anıştırmalar eşliğinde bağlar kurulup kanallar açılabilir bana göre. Yine de anlatısını apayrı damarlar üzerinde kuran, bunlardaki ayrıksılıkla hem 1990’lar öykücülüğüne eklemlenen hem de kendi özgünlüğünü koruyan Zafer Doruk, Hasan Özkılıç gibi üzerinde durulması gereken adlardan. Yer yer dumanlı kafaları, kopuk, bıçkın dilleriyle örüntülenen öykü kişileri, ilk ağızda saydammış algısı uyandıran evrende önyüzün ağırlığıyla öne çıkıyor belki, oysa öyküler, artalanına girildiğinde ağlatacak denli acıklı bir hüzne taşıyor insanı. Çünkü kişilerinin dramlarını, bundan hiç söz etmeksizin tam nirengi noktasında okura yakalatmayı başarıyor Zafer. Acı ama içtenlikle örülü öykü o zaman çabucak havalanıyor. İşte bir tadım: “Seçtiği kuşları gagalarından öpüp öpüp havalandıracak, damların üzerinde güvercinlerden beyaz bir kurdele uçuşacak; Kâmil onları kargısıyla bir orkestra şefi gibi yönetirken dantel dantel açılacaklar.” (28) Zafer, son öyküler toplamıyla kendi eşiğini bir kez daha pekiştirip berkitiyor. Okurun içine ılıcık akıyor bu küçük yoksul, yoksun insanların dünyası, yaşam kesitleri. Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar, okunası bir öyküler toplamı. www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle