Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
URSULA K. LE GUIN’IN ‘DENIZYOLU’ Dalgalarla yoğrulan kadınların sözcükleri Kumlara yazılan ve köpüren denizin içinden çıkarttığı sözcüklerden bir dünya kuran Le Guin, Denizyolu ’nda hayatın merkezine dalgalara karışan kadınların hikâyelerini yerleştiriyor... GÜRER MUT gurer@cumhuriyet.com.tr Y ağmur kadınlar çok uzun boyludur, başları göğe değer. Yürüdüler mi fırtına gibi hızlı ve heybetli ilerler. Suyun uzun boylu görünümü ve orman karanlığının karşısındaki uzun kumlardaki hafif yürüyüşlerin vücut bulmuş halidirler.” Bilimkurgu ve Fantastik edebiyatın önde gelen ismi Ursula Kroeber Le Guin ilk kez 1991 yılında yayımladığı Denizyolu’na böylesi görkemli bir anlatıyla başlıyor. Kumlara yazılan ve köpüren denizin içinden çıkarttığı sözcüklerden bir dünya kuran Le Guin, 12 öyküden oluşan Denizyolu’nda Oregon’un küçük sahil kasabası Klatsand’ın sıradan insanlarının hayatına odaklanıyor. Günlük dertlerine, sevinçlerine, umutlarına, hayal kırıklıklarına, hüznüne kapı aralıyor… Ve elbette bu sıradanlığın içinde hayatın sarsıcı gerçekliğinin kökenine iniyor. Adeta bir ağacın toprağı kazması gibi Le Guin de toplumsal hayatın içindeki kadına ve ailenin kökenine nüfuz ediyor. Sıcak bir yaz gününde bezdiren havasının, kuvvetli fırtınalarda deliren dalgaların ve bu dalgaların üzerinde süzülen martıların yuvası Klatsand’daki durağan hayatın merkezine, anneleri, kızları ve büyükanneleri yerleştiren Le Guin, öykülerini hastalık veya ölümle bir araya getirdiği bu kadınların etrafında birleştiriyor. Herkesin birbirinden haberdar olduğu küçük kasabanın içinde, toplumsal kalıpları yıkan kadınlarla karşılaşıyoruz. Le Guin, sözünü söyleyen güçlü kadın imgeleri yaratırken, patriarkal dünyada, kadına biçilen rollere karşı çıkıyor. Kitabın ilk sayfasında 1906’dan 1986’ya uzanan 80 yıllık bir hikâyenin mekan planıyla karşılaşıyoruz. Klatsand’ın yaşadığı tarihsel gelişim sınırlı olsa da, gelinen noktada bu ufak kasabadaki sınıfsal uçurumun ciddi boyutlarda olduğunu görüyoruz. Birbirinden farklı etnik grupları da içinde barındıran Klatsand’ın yerli halkı, göçmenlerle, marjinallerle ve entelektüellerle oldukça zengin toplumsal katmanlara sahip. Le Guin’in kurguladığı hikâyeler arasındaki geçişler, okuru bir açıdan bütünlüğü takip etmede zorlasa da, karakterlerin gücü ve anlatım zenginliği hikâyelerden kopmamanızı sağlıyor. KAPALI BIR DÜNYANIN IÇINE SIKIŞAN INSANLAR Le Guin, Klatsand’ın toplumsal dokusunu betimlerken, uçlarda yaşayan karakterlerden bir kasaba kuruyor. Kimi bir moteli yoktan var etmeye, kimi içinde bulunduğu bunalımlı hayattan kaçmaya çalışıyor. Bunların yanına ünlü bir eğitim teorisyeninin eşi ile röportaj yapmaya gelen bir asistan da var, uyanık ve çıkarcı hippi bir tüccar da… Bu karakterler arasında gezinirken, kapalı bir kasabanın ruhunu anlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Ünlü yazar, “Neta Pruva” öyküsünde kendisini motel işletmeye adayan Rosemarie’nin hayatından kesitler sunarken, yalnız kalan bir kadının hikâyesini resmediyor. İnatla kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan Rosemarie, işlettiği motel sayesinde yeni bir sosyal çevre edinmeyi ümit etse de köşeye sıkışmış bir kadın. Sorunlarla uğraşan ve içinde bulunduğu kapalı dünyanın dışına çıkmaya çabalayan… Bill Weisler’in hikâyesi de bir o kadar ilginç. Kendisini içinde bulunduğu küçük kasabadan soyutlarken, bir taraftan da rüzgârın o muazzam yalnızlığına benzer şekilde gitgide hiçbir öneminin kalmayacağından endişe eden eski bir askerle karşı karşıyayız. Askerliğin tükettiği bir nefer daha! Döndükten sonra sosyal hayata karışamayan, bunun yerine seramik kaplar yaparak ve bunları satarak geçinen Bill’in karşısına, hippi girişimci Conrad’ın çıkmasıyla her şey değişiyor. Bir “barış çocuğu”nun, para için bir insanın hayatını nasıl baskı altında tutabileceğini görüyoruz. YANILTAN KUSURSUZLUK Gerçek aşk sahiden var mı? Yıldızlı denize doğru yol aldığımızda, Le Guin ansızın sisin içinden geçiriyor bizi. Anlatıyı can landırıp canlandırmadığımızı ve duygunun saflığına erişip erişemediğimizi sorgulatıyor adeta. Kusursuzluk görüntüsünün ardındaki bencilliğe dair önemli bir giriş yaptığı “Gerçek Aşk” hikâyesinde, kitapçı Antal’a âşık olan kütüphaneci bir kadının duygularına yoğunlaşıyor. Mükemmelliğin ve idealin ardındaki bencilliğe ve ikiyüzlülüğe ışık tutarak… Sevdiği erkeğin hırpani tavırları, kitaplara olan ilgisi, vurdumduymazlığı ve bilge tavrına âşık kadın bir süre sonra gerçekle karşı karşıya kalıyor. Le Guin’in güçlü kadın imgesi aldatıldığını ve önemsenmediğini anladığında kendisinden emin, güçlü ve kararlı bir ses tonuyla noktayı koyuyor: “Marjinaldi, gururluydu, bir kovboydu o. Ne kadar ortak yönümüz olursa olsun, onunla arkadaş olamayacağımızı biliyordum. Aramızda çöl vardı. ‘Oldu o zaman’ dedim ve oradan ayrıldım.” ÇOCUKLUK IZLERI “Çapraz Bulmaca” hikâyesinde ise Le Guin, küçük yaşta cinsel istismara uğrayan Ailie’nin hikâyesini konu alıyor. Karanlığın Sol Eli romanından da hatırlanacağı gibi; yazar cinsiyetsiz bir toplum yaratmaya girişir, toplumsal cinsiyet rollerini yerle bir eder. Denizyolu’nda ise cinsel istismara uğrayan bir kadının belleğinden hiçbir zaman silinmeyen olayın izlerine götürüyor bizleri. Boşandıktan sonra çocuğuyla Klatsand’a gelen ve annesinin karşısına çıkan Ailie, yapbozun parçalarını birleştirircesine üvey ba basının tacizlerini ve annesinin bunun karşısında neden ses çıkaramadığını sorguluyor her fırsatta. Canlanan her anıda kitabı elinizden bırakıp, bu toplumsal sorun üzerine düşünürken buluyorsunuz kendinizi. TARIHTEN SÜZÜLEN DÖRT KADIN Kitabın en uzun bölümü Herneler, 1899’dan başlayarak Klatsand’daki anneler ve kızları olmak üzere dört kadının hayatını anlatıyor. Farklı tarihsel kesitler içinden süzülen karakterleri izlemek bir ölçüde zor olsa da, Fanny, Jane, Lily ve Virginia arasındaki sevgi, endişe ve özgüvenle örülü ilişkinin yanı sıra güçlü kadın imgeleri burada da karşımıza çıkıyor. Keza cinsel istismarla, tecavüzle karşı karşıya kalan kadınlar da öyle… Le Guin’in karakterleri bir anlamda otoriteyi, erkeğin egemenliğini ve aile kurumunu karşısına alırken, güçlü yönlerinin kimi zaman yollarını açtığına, onları özgürleştirdiğine, kimi zaman da kendi içlerine kapanmalarına neden olduğuna tanıklık ediyoruz. Neyi ve kimi, nasıl izleyeceğimiz bize kalmış artık… Son olarak, kitabın çevirmenleri Aysun Babacan ve Çiğdem Erkal’ın özenli çevirisi, akıcı ve temiz Türkçesi sayesinde Ursula K. Le Guin’in Denizyolu bir kat daha keyifli okunuyor. n Denizyolu / Ursula K. Le Guin / Çeviren: Aysun Babacan, Çiğdem Erkal / Doğan Kitap / 255 s. / Temmuz 2019 4 22 Ağustos 2019