06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TUĞBA DOĞAN’IN ‘NEFASET LOKANTASI’ ‘Türkiye, paronayak bir anneye benziyor!’ İlk kitabı Musa’nın Uykusu’ndan sonra yeni kitabı Nefaset Lokantası ile okurlarıyla buluşan Tuğba Doğan’la yeni kitabını konuştuk... HAKAN TİMUÇİN E debiyat yolculuğunuzun nasıl devam ettiğini sorarak başlayalım… Neyi arıyorsunuz edebiyat yolunda? Sorularıma cevaplar arıyorum. Bu anlamda romanı, tek bir cevap vaat eden bir metin değil, soruların özgürce sorulduğu ve bazen birbiriyle çelişir görünen pek çok yanıtın bir arada durabildiği bir zemin gibi görüyorum. Ne yazarsam yazayım, zihnimin arka planındaki en temel soru neden yazıyor olduğum. Bir gün onun cevabına da yaklaşabilmeyi dilerim. n Nasıl bir sürecin romanı Nefaset Lokantası? Hangi konular ilginizi çekiyordu romanın yazım sürecinde? Nefaset Lokantası’nı yazarken çıkış noktam “yeterince sevilmediğini düşünmek bir insana ne yapar?” sorusuydu. Şu an bunu söylerken bile bir tür sırrı açıklamışım gibi hissediyorum. Rahatsız bir duygu bu. Haksızlık mı yaptım acaba? Romanı okumuş olan biri, çıkış noktasının bu soru olduğunu öğrendiğinde ne düşünecek? Tuhaf mı bulacak, şaşıracak mı, nereden çıkıp nereye gelmiş mi diyecek ya da bu tür durumlarda genelde benim hissettiğime benzer bir şey mi hissedecek: bunu bilmemeyi tercih ederdim. Artık çok geç, söylemiş bulundum. Kendimi şöyle avutabilirim: Roman üzerine çalıştığım beş yılda bu soru giderek çatallanıp dönüştü ve ben de yazım süreci boyunca sürekli yer değiştiren o merkezi aradım. YAZAR KENDİ ZAMANININ İNSANIDIR n Beyin göçü, Nefaset Lokantası’nın çıkış noktası. Günün siyasi ve toplumsal kırılmaları yazdıklarınızı, yazacaklarınızı nasıl etkiliyor? Romanın başkarakteri Salih’in, işinden kovulduktan sonra Türkiye’yi terk edip Rio de Janerio’ya yerleşme kararı almış bir gazeteci. Günün siyasi ve toplumsal kırılmaları ile birlikte düşününce sorunuzun cevabı açık; evet ilk bakışta bir hayli etkili görünüyor. Fakat hikâye ilerledikçe Salih’le birlikte konunun bu kadar basit ve doğrudan olmadığını sezmeye başlıyoruz. Hikâyenin önce yakın sonra daha uzak geçmişinden parçalar işin içine girip, Salih’in gitme kararının derinine indikçe daha kişisel ve daha gri bir alan beliriyor. Sonuçta bu alanı da yine siyasete bağışıklığı olan bir yer gibi düşünmemek gerek. Çünkü “kişisel olan politiktir” her zaman. n Peki, edebiyat ve edebiyatçının görevi midir sizce günün peşinden bu denli yakından gitmek? Edebiyat ya da edebiyatçıyı herhangi bir görev fikriyle tarif etmek bana doğru gelmiyor. Yazan kişi insanlar içinde bir kişidir ve o da kendi zamanının insanıdır. Bunun yanında her insan gibi onun da insanlığın ve zamanın tamamıyla da bir ilişkisi vardır. Bana göre yazarın şimdiki zamanla ilişkisi onu yansıtan bir ayna olma niyeti ya da görevi değil. Ama yazdıklarının, içinde yaşadığı şimdiki zamanla kuvvetli bir karşılıklı ilişki si var; yazının kendisi ile yazıldığı zaman durmadan birbirinin içine sızmak istiyor, yazarın bundan kaçtığı, bunu hiç istemediği durumlarda bile. n Kahramanınız Salih’ten bahsedelim biraz da… Beyin göçü konusu üzerinde Salih’i şekillendiriyorsunuz. Ülkeden gitmek isteyenlerin belli sosyokültürel sınıftan olmalarını nasıl açıklarsınız? Salih ülkeden gitmek üzere ve bunun için kendine çok haklı gelen sebepleri var ama roman onun gidişini mecburen erteleyen bir olayla başlıyor. Yolculuk ertelendikçe Salih’in hafızasında zamanda yapılan bir tür yolculuk başlıyor. Bu ertelemeler gitme arzusunun merkezine doğru yönelmesini mümkün kılıyor. Salih romanda bir yerde “kalamayan gider” diyordu. Eğer olaya Salih gibi bakarsak genellemeyi “kalamayacağını düşünmek” üzerinden de kurabiliriz. Bu pek çok sebeple olabilir. Psikolojik, manevi sebeplerle ya da daha maddi, pratik sebeplerle. Ama ben bunun adını beyin göçü olarak koymuyorum daha doğrusu bu ifade bana biraz kuru, yetersiz geliyor. Sorun bence belli bir eğitim seviyesindeki insanın yeteneklerini ve potansiyelini yeterince değerlendiremediğini düşündüğü ülkesinden göçüp gitmesi, “aklını”, “beynini”, “emeğini” bunların daha çok değer gördüğü başka bir ülkede yaşamak için kul lanmayı seçmesi değil. Bunu belki de bir tür ruh göçü olarak görmek gerekiyordur. Dışlanan ya da dışlandığını düşünenin bir tür kaçışa zorlanması, böyle hissetmesi olarak. Bu açıdan bakıldığında Salih’in hikâyesi başka zamanlarda başka yerlerden gitmek isteyenlerin de hikâyesi olarak görülebilir. MEMLEKETIMIZI YUVAMIZ GIBI GÖREMEYEBILIRIZ n Romanda “Türkiye nedir?” diye bir soru soruluyor. Bu aslında Nefaset Lokantası’nın yanıtlarını aramaya çalıştığı sorulardan da biri. Yuva nedir insan için? İnsan kendini ne zaman yuvasında, evinde hissetmeye başlar? Yuva, içindeki şeylerin nerede ve neden orada olduğunu bildiğimiz yerdir. Öyleyse, içindeki duyguları, düşünceleri, niyetleri bildiğimizi düşündüğümüz bir insan da yuva gibi gelebilir bize. Ve yine aynı sebeple memleketimizi yuvamız gibi göremeyebiliriz. Ben Türkiye’yi bir yuvadan çok bir anneye benzetiyorum. Fakat bu anne çocuğunun en temel ihtiyaçlarından birini doyurmuyor; ona güven vermiyor. “İhtiyacın olduğunda ben buradayım, devam et” diyen bir anne değil bu. Bu anne kendisine patolojik olmayan bir biçimde bağlanılmasına izin vermiyor. Bu yüzden evlatlarıyla arasındaki bağ güvenli değil kaygılı bir bağ. Sizi zaman zaman kendini acındırarak, bazen tehditvari bir biçimde tek kaşını kaldırarak, kimi zaman da kendi paranoyalarına inandırmaya çalışarak kendine bağlayacak. Ne yaparsanız yapın tatmin edemeyeceğiniz bir anne bu, size daima hatalı ya da eksik hissettirecek. Başarılarınızı kendine mal edecek ama hatalarınızda yanınızda olmayacak. n Nefaset Lokantası’na Türkiye’nin bugün sorunlu görülen önemli alanlarını, kahramanlarınız aracılığıyla doldurmuşsunuz. Lokanta da önemli bir metafor bu noktada. Tuğba Doğan Herkesin birbirini tanımasa da beraberce oturup yiyip içtikleri yer normal şartlar altında. Bu birliktelik hayal mi sizce artık ki bir kurguyla bunu gerçek kılmaya çalıştınız? “Bu birliktelik artık bir hayal” demek, “bir zamanlar gerçekti” demek olur ki, her ikisinden de emin değilim. Belki her zaman hayaldi ya da hâlâ gerçektir. Etrafında beraberce oturup yiyip içilen sofralar her zaman şenlikli, neşeli sofralar mıdır? Kandırıldık, en çok Yeşilçam filmleri kandırdı bizi bu konuda. Hepimiz hayatlarımızdan biliriz, pek çok aile kavgası sakin başlayan akşam yemeği sofralarında kopar, çocuklar odalarına çekildiğinde gerilim giderek artar, bardaklar havalarda uçuşur, duvarlara çarpıp kırılır. Bir ilişki, herhangi bir tür ilişki sadece anlayış, huzur ve uyumun hakim olduğu şey demek değildir; onun içinde gerilim, çatışma ve kavga da vardır. İNSAN KALARAK DA GİDEBİLİR n Toplumsal kırılmaların birey üzerindeki etkileri de romanınızın üzerine gittiği önemli sorunlar arasında. Toplumsal kırılmalar mı bireyleri yönetiyor, bireyler mi toplumsal kırılmaları? Toplumsal dönüşümler üzerine düşünürken Wilhelm Reich’ın uyarısı hatırda tutulmalı gibi geliyor bana; “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar” demişti. Güncel siyasetteki karşılıkları devirden devire değişse de büyük ile İktidar’ın arzuyu nasıl düzenlediğini anlamadan yapılacak her analiz naif ve yetersiz kalır. n Son olarak, zehirlenmiş toprakta yaşamaya çalışanların gitmeyi başaranlardan farkı nedir sizce? Gidebilenlerin anlamadığı bir şeyi bildiklerini düşünüyor olmalılar; gitmek gitmekle bitmez, insan kalarak da gidebilir. n Nefaset Lokantası / Tuğba Doğan / Yapı Kredi Yayınları / 127 s. / Mayıs 2019 94 Temmuz 2019
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle