Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yan rollerdekilerin hayatları Borges çevirileriyle tanıştığımız, ardından “Uzak Bir Gölge” ve “Yırtık” adlı romanları yayımlanan Münir Göle’nin yeni kitabı “Tanıdık Bir Yüz”de, iki farklı anlatıcı, yaşadıkları ilişkiyi kendi açılarından ele alırken romanın geçtiği mekânı, karakterlerin hangi kültürün insanı olduğunu ve isimlerini bilmiyoruz. E krandaki yüzler neden normalde gördüklerimizden daha kalıcı şekilde belleğimize yazılır? Örneğin kaç kez gördüğümüz bir komşuyu, ekrandaki bir oyuncudan daha kolay unuturuz. Bunun bir nedeni, ekranın kendi fiziksel çevresinden kopukluğu olabilir. Karşınızda oturan birinin yüzüne bakarken tüm çevreyi de aynı anda görmeye devam edersiniz, arkasındaki duvardaki resmi, oturduğu koltuğu ya da halının deseni de algı alanınız içindedir; oysa televizyon seyrederken çevresindekileri algılayamazsınız çünkü ekran bir tür mercektir, fiziksel gerçeklikten kopartır seyirciyi. Mercek altında olduğu için de sinema oyuncularının yüzleri farklı bir şekilde zihne kazılır. İSİMSİZLER... Tahmin edeceğiniz gibi bu hafta okuduğum Tanıdık Bir Yüz (Alakarga Yayınları), tam da bu konuyu işliyordu. Münir Göle’yi önce Borges çevirilerinden tanımıştık, ardından yazar, Uzak Bir Gölge ve Yırtık romanlarıyla dikkat çekmişti. Tanıdık Bir Yüz, üç bölümden oluşuyor: İki farklı anlatıcıdan, kendi açılarından yaşadıkları ilişkiyi öğreniyoruz. Nerede yaşadıkları, hangi kültürün insanı olduğunu ya da isimlerini bilmiyoruz kahramanların. Kendilerinden “erkek” ve “kadın” olarak bahsediyorlar. Anlatı, erkekle başlıyor. Dediğine göre figüran değil, filmlerin ikinci sınıf oyuncusu; başrol oyuncusunun yazgısını değiştiren kişi, bazen bir baba ya da patron ama asla başrol oyuncusu değil. Olaylar onun çevresinde dönmüyor ve asla birinci derecede önemli bir katkısı olmuyor olay örgüsüne, o sadece bir destek veriyor. Kötü bir adamı oynadığında, olay akışını engelleyen ve otoriteyi simgeleyen katışıksız bir erkek figürü; iyi bir Münir Göle’yi önce Borges çevirilerinden tanımıştık, ardından yazar, “Uzak Bir Gölge” ve “Yırtık” romanlarıyla dikkat çekmişti. Şimdi de “Tanıdık Bir Yüz” ile okur karşısında. karakteri canlandırdığında ise çözümlenmede katkı sağlayan biri oluyor. Adını kimse bilmiyor, filmin sonunda hızla akan isimler arasında geçtiğinden kimsenin aklında kalmıyor. TANIŞIYOR MUYUZ? Yine de onu sokakta, lokantada ya da bir otobüste görenler hemen tanıyor. Dikkatlice yüzüne bakıyorlar, nereden tanıdıklarını çıkartmaya çalışıyorlar ama neredeyse hiçbir zaman çıkartamıyorlar kim olduğunu. Tanıdık bir yüz olsa da, tanıdık biri değil. Kahraman bize hayatını bir “yenilgiler zinciri” olarak tanıtıyor “(h)ayallerini kurduğum gibi gerçek bir aktör olamamak, günün birinde canlı bir seyirci kitlesinin önüne çıkıp ahşap zeminde sağlam adımlarla hareket ederek en karmaşık tiradları gür sesiyle çınlatan, salonun ayakta alkışlarına yerlere kadar eğilerek gururla karşılık veren adam olamadım.” Sahnede ve ekranda başarılı olamadığı gibi kadınlarla ilişkisi de yenilgilerle dolu. “Şöyle adamakıllı âşık olup güzeller güzeli kadınıyla aşkın doruklarına çıkan, karanlıklarına inen, duygularına gem vuramayan adam da olacak mizaca sahip değildim, sadece hayalini kurabildim.” Kadınlarla güzel ilişki kuramamasının nedeni belki de onları küçümseyen tavrında yatıyor ama o bunun farkında değil. Anlatısının bir çok yerinde kadınları aşağılayan betimlemeler kullanıyor “… astrolojik tahminler gibi yalayıp yutmuş ayrımcılık yapmadan çoğunun kadın olduğunu söyleyebilirim ordinaryüs profesör olmuş kadınlar vardır, hele iki de çocuk yetiştirmişlerse kimse tutamaz onları…” Büyük olasılıkla önyargılarının nedeni karısı tarafından terk edilmiş olması ama evliliğinin yürümemesindeki tek suçluyu karısı olarak göstermesi inandırıcı gelmiyor. İki oğluyla da arzuladığı ilişkiyi kuramıyor, bunun suçlusu da ona göre onları parasıyla şımartan üvey babaları. Yani kısacası, her mutsuzluk nedeninin bir suçlusu var. Hayatta hemen her alanda çuvallamış biri olunca beklentiler de az oluyor. Geride ne aile bağları ne de dostlar kalmış; şimdi büyük yalnızlık dönemini, her defasında başarısızlığını yüzüne vuran mesleği ile kendi başına geçiriyor. Ta ki kendisiyle aynı işi yapan, yıllar önce aynı filmde oynadığı bir kadınla yeniden karşılaşıncaya dek. SÜRPRİZSİZ HİKÂYE Romanın ikinci bölümü bu kadın tarafından yazılıyor. Neredeyse birinci bölümle aynı cümlelerle başlıyor. “Biliyorum, hepimiz yüzümü tanıyorsunuz. Defalarca karşınıza çıktım.” Erkek meslektaşı gibi o da yan rollerin oyuncusu. Yıllardır bu mesleği yapmasına rağmen hiç başrol teklifi almıyor. Artık bunu önemsemediğini, ikinci rolleri kabullendiğini görüyoruz. Aynı işi yapan iki kişi olarak iyi anlaşıyorlar. Kadın hayatından şikâyet eden biri değil ama mutluluğu hiç tatmadığını da itiraf ediyor. Bu iki kahramanın mesleği romandaki en önemli motif olarak öne çıkıyor. Öyle ki oyunculukta nasıl başrole çıkmadılarsa kendi hayatlarında da başrolde değiller. Sanki yanlış alınmış kararlara katlanıyorlar. Gerçekliklerinde bir sorun var. Bunu belki yazının başında söz ettiğim fiziksel çevreden kopuk olmalarıyla anlayabiliriz. Dostlarına, iş arkadaşlarına, ailelerine hiçbir bağ hissetmiyor bu iki insan. Şimdi, ilerlemiş yaşlarda birbirlerini buldukları için geç yakalanmış bir mutluluk olarak görüyorlar bunu. Göle’nin daha önce Uzak Bir Gölge ve Yırtık romanlarını okumuş ve çok beğenmiştim. Tanıdık Bir Yüz’ü daha az beğendiğimi söyleyebilirim. Bir mekâna bağlanmaması romanı biraz yapaylaştırmış gibi geldi. Bir tarafta betimlenen sinema stüdyolarıyla ticari Hollywood filmlerinden çıkmış gibi diğer tarafta Avrupa’da bir şehir gibi (romanın sonunda böyle anlaşılıyor). Mekândan, kültürden, dilden ve zamandan kopuk bir hikâye olduğu için zihinde canlandırması zor. Ama asıl sorun, anlatıda hiç sürpriz yok, iki kişi ve ilişkileri anlatılıp sonunda konu hiç gelişmeden, ilk başta bilinenden fazlası öğrenilmeden de bitiyor roman. n 6 10 Mayıs 2018 KITAP