12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

>> var mıdır? Bugünün Türkiyesi’nde kadınlara ve çocuklara uygulanan şiddet ile siyasi yaşamımız arasında bir ilişki kurulabilir mi? Şiddet nasıl önlenebilir? n Kanımca tek başına bu teoriyle açıklanabilecek nitelikte olmamakla birlikte şiddet önemli ölçüde öğrenilen bir davranış kalıbı. Çeşitli teorilere dair öğretideki görüşleri ve araştırma sonuçlarını ayrıntılı biçimde ikinci kitapta açıkladım. Dolayısıyla bireysel şiddetin, diyelim ki yasal veya fiili yaşam birlikteliği içinde erkeğin kadına veya çocuklara şiddeti ya da çocukların akran zorbalığı üzerinde rol modellerinin etkisi var. Akıl sağlığı sorununu bir yana koyarsak bireysel şiddeti besleyen bazı etkenler şunlar: Yetişkinler arası gerilim ve çatışma; düşük sosyoekonomik statü; sosyal yalıtılmışlık; şiddeti özendirici ve ödüllendirici davranışlar; şiddet suçlarında cezasızlık ve etkisiz infaz siyasası ya da tersine ölçüsüz ve şedit cezadisiplin rejimi uygulamaları; yaşam yerine ölümü, dayanışma ve paylaşma yerine bencilliği, ahlâksızlığı ve kaba kuvveti yüceltme... Bireysel ve toplumsal şiddet iç içe geçerek birbirini besliyor. Ötekileştirme, dışlama, sürekli iç ve dış düşman yaratma, yabancı düşmanlığı, savaş çığırtkanlığı, tolerans yoksunluğu, dinbazlık, bilimsel bilgiden, düşünme ve uslamlamadan uzaklaşma şiddeti tetikleyen etkenler arasında. Kabadayı ağzı, küfür ve hakaret, aşağılama, alay, küçümseme, sürekli ona buna had bildirme gibi siyasal yaşama ve siyasal figürlerin söylemine içkin ve egemen şiddet dili ve davranışının, hem bireysel şiddeti beslediğini hem de toplumu akıl tutulması, vicdan, insaf ve izan yoksunluğu cenderesine sıkıştırdığını düşünüyorum. Şiddeti önlemek için kaynağı kurutmak ve bu ortamı yaratan, besleyen ve kışkırtan karar verici pozisyondakileri tasfiye etmek gerekir. “KADIN MAĞDURLAR ÇOĞALIYOR” n Çocuklara ailelerin verdiği ile devletin verdiği eğitimin ilişkisi nasıl tanımlanabilir? Bir bölümde, 1970’lerde Türkiye’de ve çeşitli ülkelerde yapılan Çocuğun Değeri Araştırmaları’ndan söz etmişsiniz. Bu konuyu biraz açar mısınız? Bizim toplumumuz 1970’lerden bu yana çocuğu değerlendirmede bir değişim gösterdi mi? n Türkiye’de çocuğun değeri kanımca hâlen işlevine, aileye katkısına göre belirleniyor. Ekonomik kriz derinleşip istihdam alanı daraldıkça ve gelir dağılımı eşitsizliği yoğunlaşıp sosyal güvenlik düzeneği eğretileşerek yaşlılık, hastalık, işgöremezlik gibi koşullara maruz kalma riski ve korkusu arttıkça, kamu kurumları ve belediyelerce siyasal amaçla himmet gibi dağıtılan nakdî veya aynî yardımlara bağımlılık sürdükçe ailede çocuğun bir işgücü kaynağı, sömürülmesine aldırılmaksızın aile gelirine katkı aracı olarak görülmesi kaçınılmaz. Bu aslında, siyasal erkin bilinçli siyasasının sonucu. Devletin resmî nüfus siyasası da olabildiğince çoğalan, eğitimsiz, ilköğretim ve belki daha yüksek diplomalı, niteliksiz ve ucuz işgücü oluşturmaya dayanıyor. Türk toplumu ve ailesinde çürüme belirtisi ikiyüzlülüklerden biri anaların, bacıların baş tacı edildiği ise diğeri çocukların sevilip kollandığı ve iyi eğitildiği. Özgür, sorgulayan yetişkinler istenmediği için bunun taşları çocuklara yönelik siyasalarla örülüyor. Türkiye çocukluğu, hem çocukluğunu yaşayamayan hem de geleceği çalınan kitle. 1950’lerden bu yana Cumhuriyet’in kazanım ve değerlerinin altı sistemli ve aşamalı biçimde oyuldu. Bu karşıdevrim sürecinde baş hedef eğitim kurumları ve süreciydi; itaatkâr, bilgisiz ama oy deposu nesiller yetiştirildi. Çocuğun değersizliğinin bir diğer kanıtı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süregiden okullarda bedensel ceza uygulaması. Bedensel cezadan ustaların insafına terk edilmiş çıraklar da nasibini alıyor. Dolayısıyla Türkiye’de çocuk, ailenin ve devletin gözünde birey, hak sahibi varlık sayılmadığı ölçüde değerli. Türk hukuku “çocuk terörist” kategorisi bile oluşturdu. Ceza ve infaz sistemiyle tanışmış küçümsenmeyecek sayıda çocuk bulunuyor. Tutukluhükümlü annesiyle infaz kurumunda yaşamak zorunda kalan küçük çocukları da hatırlatabiliriz. Özellikle yoksul ailelerin tarikat kurslarına, okullarına, yurtlarına veya sokakta çalışmaya ve yaşamaya icbar edilmiş çocuklarını da hatırlatabiliriz. n Bugün azınlıklara karşı ayrımcılıkla ilgili durumumuz ne? Bugünkü sosyal ve siyasal yaşamımızda azınlık kavramını nasıl tanımlayıp sınıflandırabiliriz? n Azınlık kavramını standart dilsel, dinsel, etnik vb. azınlık anlamında kullanıyorsak örneğin Hıristiyan ve Musevi nüfus niceliksel bakımdan çok büyük oranda eritildi. Kalan bir avuç azınlık ise eğitimden ibadete, mülkiyetten ticarete pek çok hak bakımından fiili ağır kayıtlamalar altında. Ermeni fobisi zaman zaman siyasi aktörlerce bilinçli olarak kışkırtılıyor. Azınlıklara yönelik isim, din değiştirme, kitlesel sürgün, çocukları ailelerinden ayırma, mülkiyete el koyma gibi resmî ve yasal; mal yağmalama, ev, dükkân, ibadethane tahribi, ırza geçme ve hatta linç gibi kışkırtılan ve müsamaha edilen yasa dışı saldırganlıklar bu topraklarda yaşandı. Parlamentonun kapıları 1950’lerden günümüze bir iki istisna hariç azınlıklara fiilen kapalı. Hukuk mesleğinde azınlıklar fiilen yargıç ve savcılık yapamazken tek faaliyet alanı avukatlık. Azınlıklar yüksek düzeyli devlet memuriyetlerinde yoktur; akademik yaşamda hayli seyrekleşti. Cinsiyet açısından bakıldığında mağduriyet azınlığa mensubiyet nedeniyle katmerleniyor. Azınlıklara mensup kadınlar hem bu niteliklerinden hem de Müslüman çoğunluktaki hemcinsleri gibi sırf kadın olmaktan kaynaklanan pekişmiş ayırımcılık mağduru. Azınlık tanımı genişletildiğinde mağdur kitlesi büyüyor. Sünni olmayan diğer Müslümanlara, Kürtlere, Romanlara, LGBT’lere, seks emekçilerine, solcular başta siyasal muhaliflere dek uzun bir liste oluşturan grupların mensupları sistemli ve süregiden ayırımcılık, baskı, şiddet, dışlama, cezalandırma, yoksunlaştırma ve yoksullaştırma, mala ve cana yönelik korku salma siyasasının mağdurları. Bu siyasa, 12 Eylül 1980 fiili rejimiyle güç ve ivme kazanıp giderek bugünkü noktaya vardı. n Osmanlı‘dan Cumhuriyet‘e Kadınlara, Çocuklara ve Azınlıklara Karşı Ayrımcılık, Şiddet ve Sömürü / Mehmet Semih Gemalmaz / Homer Kitabevi / 2824 s. KITAP 1710 Mayıs 2018 Edebiyatın gizli kahramanı! Evet, çeviriye gönül vermiş sevgili dostumuz, sana sesleniyoruz! Yeni! Yazıyla ilişkisini hiçbir şeye değişemeyenler için “Atölye” kütüphanesi genişliyor. Bu kez Fuat Sevimay’a veriyoruz sözü. James Joyce gibi “çevrilemez” olanları da dilimize kazandıran bir çevirmen olarak kalemi o eline alıyor. Dünya dillerinden Türkçeye yeni kitaplar kazandırmak için çıktığın yolun en başında da olabilirsin, biraz yol katettim de diyebilirsin. Fark etmez, hepimizin arada bir dosta ihtiyacı oluyor. İşte bu kitap sana dostluk etmek için yazıldı. Ne de olsa edebiyat koskoca bir arkadaş sofrası. “Atölye” serisinin dostlar meclisi seni bekliyor. hepkitap hepkitap hepkitapp hepkitap.com.tr 11 Mayıs’ta raflarda!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle