29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

LARS F. H. SVENDSEN’DEN “KORKUNUN FELSEFESİ” ‘Risk kültüründe hepimiz kurbanız’ Eskiden Tanrı ya da doğa, korkunun en önemli kaynağıyken bugün terör veya ekonomik kriz bariz biçimde korkuyu besliyor. Dünyevileşen korkulara karşı alınan tedbir ve dillendirilen söylemlerdeki değişikliği göz önünde bulunduran Svendsen, kitabında farklılaşan görüşleri inceliyor. Böylece hem günümüzün hem de yakın ve uzak geçmişin filozoflarının fikirlerinden yararlanarak tehdit ile tehlike algısının hangi aşamaya geldiğini; nasıl korkuya dönüştüğünü ve nerelere varabileceğini anlatmaya çabalıyor. alİ bulunmaz [email protected] İ skandinavya’nın kendine has fantastik ve korku edebiyatı var. Bunun yanında coğrafyada bir de felsefe damarı bulunuyor. Bu konuda Finlandiya öncü olmasına rağmen İsveç ve Norveç’te hiç de yabana atılmayacak bir gelenekten söz edilebilir. Pragmatik ve analitik felsefeden çok felsefe tarihi, siyaset ve kültür felsefesine yönelen düşünür ve felsefeciler yetiştiren İskandinavya’da yaşam felsefesi akımı da etkin. Norveçli Lars Fredrik Händler Svendsen, bu anlamda sayılabilecek en güncel isimlerden. Bergen Üniversitesi’nde görev yapan Svendsen’in Türkçede daha önce Sıkıntının Felsefesi (Bağlam Yayınları, 2008) başlıklı kitabı yayımlanmıştı. Yazar, bu kez Murat Erşen çevirisiyle okura ulaştırılan Korkunun Felsefesi’yle karşımızda. “DERİN” KAYGI, “SIĞ” KORKU Uzun zamandır tartışılan; kimi edebi eserlere, resme ve tiyatroya konu olan, filozofların kafa patlattığı korkunun, 11 Eylül’den sonra çok açık biçimde yaşanmaya başlanan özgürlükgüvenlik ikilemiyle güçlü bir şekilde gündeme geldiğini gördük; bunun ABD dışına paranoya, işgal, düşman yaratma ve savaş olarak yansıdığını da... Svendsen, Korkunun Felsefesi’ni hazırlarken hem bu tür politik gelişmelerden hem de tek tek insanlardan hareket etmiş. Daha doğrusu bugünlerde “modasının geçtiği” söylenen fakat yaşanan her açmazın ardından kendisini yenileyen varoluşçu felsefeye dahil edilebilecek sıkıntı ve korku kültürüne dair hayati öğelerden yola çıkan yazar, kaygının “derinliğini”, korkunun ise “sığılığını” vurguluyor. Korkunun sığlığının temelindeki paranoyayı (kimi zaman yerinde ama çoğunlukla yersiz endişeyi) gündeme getiren Svendsen, bunların yanı sıra şüpheyi ve savunmasızlığı da hatırlatınca “Korku nedir?” sorusunu dillendirmeye pek gerek kalmıyor çünkü korku kültürü, yaşamımızın her ânına nüfuz etmiş durumda, bu nedenle hayli tanıdık. Kaynağına inilen korkuyu yok etmek bazı zamanlarda mümkünken onu kullanmak daha revaçta. Sanatın, siyasetin ve ekonominin faydalandığı korku öğeleri gün geçtikçe çeşitlenirken bunlarla girişilen eylemler de sistematikleşiyor. Güvenli, korunaklı ve “kaliteli” yaşam sürme amacıyla başvurulan tedbirlerin, bir piyasasının ve pazarının oluştuğu ortada. Svendsen’in atıf yaptığı tehdide karşı alınan tedbirler, bu pazar unutulmadan değerlendirilmeli: “Güvenlik cihazları ve hizmetleri korkmuş müşteriler istiyor. O yüzden de nüfusu üst düzey bir korku hâli içinde tutmak kayda değer ekonomik menfaatler için elzem ve mümkünse bu korku seviyesinin sürekli yükselen bir eğri çizmesi tercih ediliyor. Müşteriler daha emniyette olmak için bu hizmetlere ödeme yapıyor, gerçi görünen o ki gerçekte, hiç de güya olacaklarını sandıkları kadar güvende değiller. Burada neyin sebep neyin sonuç olduğuna karar vermek oldukça zor: Güvensizlik mi emniyet tedbirlerine yol açıyor yoksa tam tersi mi? Büyük ihtimalle birbirini güçlendiren etkilere sahipler.” KURGULANAN VE VAROLAN TEHDİT Svendsen’in “postmodern paranoyak” için sıralandığını söylediği “olağan bir günde insanın başına gelebilecek kazalar”ın, korkuyu canlı tutan bir tarafı var elbette. Buna eklenen bilimsel veri ve öngörülere dayanan küresel felaket senaryoları da benzer bir işlev görüyor. Ancak politikacıların kullandığı ve kitle iletişim araçları yardımıyla siyasi kaynak hâline getirilen korku, diğer başka pek çok şeyden daha etkili. Bunun en bilindik uygulaması, potansiyel tehlikenin fiilî olarak gösterilmesi: “Aslında öyle korunaklı Svendsen, etrafımızı çevreleyen hemen her şeyde potansiyel tehlike gördüğümüz için korkunun bir alışkanlığa dönüştüğünü, dünyaya git gide bu pencereden bakmaya başladığımızı belirtiyor. bir hayat süreriz ki dikkatimizi, saptayabildiğimiz kadarıyla ömrümüz boyunca asla gerçekleşmeyecek bir dizi potansiyel tehlikeye odaklarız. Korkumuz, lüks ve konforun bir yan ürünüdür.” Svendsen, korkunun ne olup ne olmadığını anlatmaya uğraşırken yalnızca güncel örnekler verip felsefe kanalından yürümüyor, aynı zamanda biyoloji, psikoloji ve fizyolojiyle birlikte antropolojiye de başvuruyor; duyguların evriminden tutun da nörolojik birtakım süreçlere dek pek çok yola sapıyor. Zihinde beliren, dilde ortaya çıkan ve yaşamda karşılaşılanlara ilişkin geliştirilen korkuları, hem bilimsel bazı verilerle hem de felsefe tarihinden örnekler yardımıyla anımsatan Svendsen, kurgulanan ve var olan tehdit ayrımına gidip buradan doğan (nefret, kıskançlık ve saldırganlık gibi) bazı tepkileri hatırlatıyor. Söz konusu tepkiler yazara göre, korkunun bir nesnesi bulunsa da bulunmasa da ortaya çıkabilir. İşte bu durum, korkunun karmaşık yapısını gündeme getiriyor. Svendsen, etrafını çevreleyen hemen her şeyde potansiyel tehlike gördüğü için korkunun kişide bir alışkanlığa dönüştüğünü söylerken dünyaya git gide bu pencereden bakmaya başladığımızı; “kendi kırılganlığımız veya yararlanabilirliğimizi her şeyden üstün tuttuğumuzu” vurguluyor. Böylece Anthony Giddens’ın “risk kültürü” dediği ve mayasında korku kültürünün bulunduğu toplumsal ortama varıyoruz. “MASUMLAR” VE “MAĞDURLAR” Kesinlikten yoksun kalma; tehdidin >>ne zaman ve nereden geleceğini bilememe, korkuyu ve riski art 16 27 Nisan 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle