Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
>> hemşireyken diğeri bir esnaf çocuğu ve annesi ilkokul mezunu. Aradaki sınıf farkı zaman içinde belirginleşse de kör topal ilerliyor arkadaşlıkları. Romandan biraz olsun çıkarsak, gelir uçurumunun giderek arttığı bugünün Türkiyesi’nde toplumsal tabakalaşmanın derinleşmesine nasıl bir yorum getirirsiniz? n Ülkemizdeki sınıfsal durum Marx’ın teorilerine uymuyor. Üreten kesim elbette eziliyor, sömürülüyor ama “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmadığının farkında değil, daha doğrusu farkında olmamakta direniyor. Çünkü bu gerçek kendilerine ne zaman söylense, kabul etmiyor. Söyleyene diş biliyor, kendisini sömürenlere değil... Burada bir sınıf bilincinin oluşması imkânsız. Sizin tabakalaşma dediğiniz şey garip bir şekilde işliyor. Haksızlığa karşı çıkacağına, o haksızlıkları yapanın mertebesine ulaşmaya çabalıyor. Demin örnek verdiğim belediye işçisi gibi. Yolsuzluklara, hırsızlıklara kimse aldırmıyor, aldırsa bile cezasız kaldığını gördükçe kendini aptal yerine konmuş hissediyor. Bir de eğitimli olanlar artık “üst tabaka” değil, alt tabaka. Eskiden kurtuluşu çocuğunu okutmakta görenler vardı. Şimdiyse tam tersi. Akademisyenler, öğretmenler hor görülüyor. Birileri çıkıp “Sen kim oluyorsun!” diye bağırıyor. Kim olacağım, senden daha bilgili, daha donanımlı biriyim, diyecek olursanız, “Paran kadar konuş” cevabını alıyorsunuz. Ezilen, baskı altında tutulan, işten atılan, hapse tıkılanlar hep yazar, gazeteci, akademisyen. Yani “okumuşlar”, “okuduğu için kendini bir şey sananlar”, düşünenler, kafa yoranlar... Yeni “alt tabaka”. Güce, hatta kaba güce, paraya sahip olanlara her şey mubah. İstedikleri kadar afra tafra yapabilirler. Çünkü onlar kazanmışlar, üst tabakaya yerleşmişler. Sağduyu sahibi olduğu iddia edilen geniş halk kitleleri onlara hayran çünkü günün birinde onlar gibi olmak umuduyla “Üreten kesim eziliyor, sömürülüyor ama ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi’ olmadığının farkında değil, daha doğrusu farkında olmamakta direniyor.” yaşıyorlar. Durup dururken horlanan, hapislerde sürünen “okumuş”lara özenecek değiller herhalde! “AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE” n Romanda, erkeklerin kadına cinsel bir obje olarak aşağılayıcı bakışını da gözler önüne seriyorsunuz. Yıllardır yazan biri olarak sizce kadının toplumsal hayat ve edebiyattaki “öteki”liği ne yönde değişti? n Herhangi bir değişiklik olduysa eğer, olumsuz yönde olmuştur. Yani, benim Asılacak Kadın’ı ilk yazdığım yıllardan çok daha geride kadının durumu. Çalışmaları engelleniyor, mahalle baskısı denilen şey korkunç artmış durumda, maruz kaldıkları şiddet her geçen gün artıyor, şiddeti uygulayan erkekler, katiller müsamaha görüyor... Saymakla bitmez. Erkeklerin bakış açısı kimi kadınlara da bulaşmış bu arada. Bir yanda objeleştiren aşağılayıcı bakışı bir tür iltifat olarak algılayan Perim gibi kadınlar var, öte yanda ise daha da kötüsü, “nesne olma özgürlüğünü” savunan kapalı kadınlar. Al birini vur ötekine aslında... Gerçek özgürlük ve eşitlik peşinde olan az sayıda kadın ise Türk erkeklerini fena halde korkutuyor. n Gelişen teknolojiye ayak uydurmak için sanallığı hayatına entegre etmesine rağmen bunu yadırgayıp “print out” alarak işini kâğıttan halleden kahramanınız Sadık Bey’le benzeşiyor musunuz? n Ne yalan söyleyeyim, az biraz benzeşiyoruz. Artık ekranı rahat okumayı öğrendim ama bazı teknik durumlar oluyor ki oğlumdan, hatta torunumdan yardım istiyorum. n Sadık Bey’in kendisine dönmüşken ondan devam edelim; sizin de dediğiniz gibi gerçekten “Sevdiği tek bir kişi bile kalmamış mıydı?” Sadık Bey’i böylesi bir sevgisizliğe ve yalnızlığa sürükleyen yazarının amacı neydi? Sadık Bey’in değişimiyle doğru orantılı da gibi sanki bu; şiirin dünyasından, paranın dünyasına geçişle... n Çağımızın hastalığı ve korkusu değil mi yalnızlık ve sevgisizlik? Aynı zamanda çok da yaygın... Sadık Bey özeline gelince; sevgiliyi geride bırakmış, hatta korkudan kaçmış da diyebiliriz. Büyük aşkından sonra kadınlarla ilişkileri hep yüzeysel olmuş. Dostluklar desen daha da yüzeysel... Gençlik hayallerini satmış, yerine başka bir şey koyamamış. Dediğiniz gibi şiir, hayatından tamamen çıkmış. Para kazanıyor ama sevmediği bir işi yapıyor, bunu da pek iyi yapamıyor. Böyle yılmış ve umutsuz bir haldeyken karşısına bir fırsat çıkıyor. Bu fırsatı değerlendirebilecek mi? n Her romandan okuruna kalanlar vardır ancak bu her okurda değişir. Onları, roman okundukça geri dönüşlerle alacaksınız. Ancak merak ettiğim şu: Sadık Bey’den size ne kaldı? n Bütün roman ve öykülerimi yazdığım sırada “bitirsem de kurtulsam” diye düşünürüm. Sonra da bitirmenin sevincine hüzün karışır. Şimdi ne yapacağım? Sadık Bey’den kalan ise... Hicran! n Sadık Bey / Pınar Kür / Can Yayınları / 168 s. KItap 22 Eylül 2016 13