23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ORHAN BİNGÖL’DEN “ARKEOLOJİK MİMARİ’DE RESİM” Arkeolojik mimaride resmin üçüncü boyutu Orhan Bingöl, “Arkeolojik Mimari’de Resim”de, resmetme isteğinin nasıl da dışlanamaz bir tutku olduğunu anlatıyor. Kayalara, duvarlara çizilen ve boyanan biçimlerle geçmişin bu denli büyüleyici bir güçle dile getirilmesini, o çağın olanaklarıyla yapılan bir bellek kaydı olarak niteliyor. zİya GÜrel D eğerli bilim insanı, sevgili dostum Prof. Dr. Orhan Bingöl bana, Arkeolojik Mimari’de ResimİÖ 30.000500 adlı kitabını getirdi. Okumaya başlayınca elimden bırakamadım. Çünkü bu kitap, insanın yaşamını biçimlendirmeye başladığı ilk zamanlardan klasik döneme değin plastik sanatların bir yaratım dili olan resimle anlamlara uzanışının serüvenini anlatıyordu. Sevgili Bingöl Hoca’nın anlatımı, Anadolu’daki örneklerinin tümüne eksiksiz yer verirken Hellas, Mezopotamya ve Mısır’a uzanan Akdeniz uygarlıklarından günümüze erişen altmış merkezden iki yüz renkli resim ve çizimle okuru bir zaman yolculuğuna çıkarmayı başarıyor. Sayın Bingöl’le, Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü Başkanlığı’yla birlikte sürdürdüğü Arkeoloji Bölümü Başkanlığı ve Magnesia ad Meanderum Kazı Heyeti Başkanlığı sırasında tanıştım. Emekli olduğu 2013’ten sonra da bu kazıyı bugün de yönetmeyi sürdüren Bingöl, 2014’te akademik yaşamına Karabük Üniversitesi Arkeoloji Başkanı olarak geri döndü, burada “Arkeolojik Mimaride Resim” derslerini üstlendi. “ÖNCE RESİM VARDI” Kitapta, Likya resimlerinin anlatıldığı bölümde (s. 232 ve devamı), mezar odasının duvarlarında biliciler, ilk kehanetlerini ürkerek dile getirirler ken mitolojik yaratıklar yaşamla ölüm arasındaki sınırı belirlemek için uçuşur. Mezar sahibi karşı duvara çizilen yeryüzündeki günlerinin öyküsünü umarsız bir pişmanlıkla izlemekle yetinecektir. Afyon Arkeoloji Müzesinde korunan, İÖ 470’ten bizlere seslenen bir friz resmi, Perslerle İskitlerin savaşını anlatır. Mezar sahibi ölümünden hemen önce okunu hırsla düşmanına gönderir (s. 220). Ölenin yaşam öyküsüne ilişin anlatımla yüklü buna benzer biçimlendirmelere, Hierapolis’teki mezar taşlarında; İşit militanlarının bombalayıp yıktığı Suriye çölünün incisi; Kraliçe Zenobia’nın kenti Palmera’daki kule mezarlarındaki rölyef ve yontularda da karşılaşmıştım. Canlandırılan anılar, anlatılan yaşam öyküsü, bu iki boyutlu resim ve kabartmalara üçüncü boyut olarak görece olan “zaman”ın boyutunu da taşır. Bir an kadar kısa olan ömrün öyküsünü destanlaştırmak elbette büyük marifettir. Bunu gerçekleştirmek için yaşama sıkıca ve tutkuyla sarılmayı, doğayla bütünleşmeyi becerebilmek gerekir. Orhan Bingöl de aynı yaklaşımla “Resmin Antik dönemde geçirdiği sürecin ayrıntılarını gözlemlemeye çalışacaksak kökeninden başlamalıyız” der. Bizlerin, daha kendisine barınak (konut) yapma becerisini bile edinememiş insanın sığındığı mağaralardaki resimlerle yüzleşmemizi ister. Üst Paleolitik Çağ insanının, Altemira (İspanya), Gargas (Fransa), Lascaux (Fransa) mağaralarındaki ilk resimlerini ele alarak gereksinmelerini, korkularını nasıl dile getirdiğini anlatır. İlkçağ insanıyla tanık olduğu doğaya ve canlılığa bir anlam vermek için kıvranırken karşılaşırız. Kavramların, sözcüklerin çok kısıtlı olduğu bu dönemde elbette yazının bulunmasına daha binlerce yıl var. Ama dile gelen serüvenin öyküsü oldukça ayrıntılı. Öyleyse Eski Ahit’in “Önce söz vardı!” cümlesini, “Önce resim vardı” diyerek yenilememiz bile gerekebilir. Anadolu’nun tarihi kalıtını, geçmişten bize kalan yapıtları koruyup yurtdışına kaçırılanları geri almak için olağanüstü çaba gösteren değerli gazeteci ve kültür insanı Özgen Acar, Bingöl’ün Arkeolojik Mimari’de Resim kitabının üniversitelerin arkeoloji bölümlerinde öğrencilere birkaç ders saati süresinde ulaştırılmasını öneriyordu. Bu düşünceye yürekten katılırken bu çalışmanın, sanat tarihi ve güzel sanatlar akademisi öğrencilerine de bir ders kitabı olarak sunulmasının en doğrusu olur. Çünkü bir sanat dili olarak resim biçimlendirmesinin geçmişten bugüne yansıyan serüveni, bizlere ilk hayret çığlığından sonra karşılaştığı doğal canlılığa bir anlam vermek isteyen Homo Erectus’un öyküsünü anlatır. Bu öykü bilmek, estetik değerlerin yalnızca güzelliğe yönelmenin yöntemlerini değil, algılama biçimlerinin çeşitliliğini araştıran bir düşünsel akış olduğunun bilincine varmamızı sağlayacaktır. İnsanlık böylelikle her kişinin algıladığı ayrı ve bambaşka dünyalarda daha az şaşkınlıklara düşüp yolunu yitirmeyecektir. Böylelikle insan sayısı kadar çeşitlenen dış çevreye ilişkin algıların oluşturulan düşünsel alanlarda paylaşılabilmesi, yalnızlıklarımızın da korkunç birer boşluk olmasını engelleyecektir. İNSANLIK ÖYKÜLERİNİN FISILTILARI Arkeolojik Mimari’de resmetme isteğinin nasıl dışlanamaz bir tutku olduğunu anlatır Bingöl. Kayalara, duvarlara çizilen ve boyanan biçimlerle geçmişin bu denli büyüleyici bir güçle dile getirilmesi o çağın olanaklarıyla yapılan bir bellek kaydı olmuştur. Malzeme ve medyumlara ilişkin ilk bilgilerin edinildiği dönemlerde gezinmek, renk bilgisinin, pigmentlerin doğanın ve toprağın kucağında gizlendiğini keşfeden ilk insanın heyecanına katılmak kendi başına bir evrensel izleyiş. Bingöl’ün içtenlikli anlatımı içinse “Böylesine bir düş gücüyle yapılan bu sunum, Bingöl Hoca’nın sanata başvurulmadan geçmişin şimdiki zamanla buluşturulamayacağı inancından kaynak bulur” diyeceğim. Özellikle kültür, sanat tarihi, arkeoloji içerikli kitapların “raf ömrü” hesaplarıyla kitabevlerince okura iletilmesi çok güçleştiriliyor. Kitabevleri bu içerikteki kitaplara raflarında yer vermek yerine “çoksatar” ya da “parfüm kokulu”, sürümü olan; “sabun köpüğü” diye de anılan uçucu anlatımları seçiyor. Şiirselliğin yitip gittiği günümüzde; eksik yaşantılarımızın başlıca nedeni de aynı değer bilmezlik. Şiir kitapları da kitapçı raflarında kendilerine yer bulamıyor. Oysa resim, müzik, şiir, kardeşlik içinde; tonaliteyle, ritmle, iç sesleriyle birbirlerine arka çıkan sanat dalları değil mi? Sanat dallarından birini göz ardı etmek, duyularımızın bazılarının körelmesine boyun eğmekle eşdeğer bir aymazlıktır. Hele dijital teknolojinin gelişimi, bilgisayar olanaklarıyla donanmış çoğaltma yolları, kopyalayapıştırcılığı aşırmacılıktan (intihalden) saymamak gibi bir töresizliği de yaygınlaştırınca yayım çevresinde nicelik, bir tsunami gibi tüm nitelikleri örterek sıradanlaştırıyor. “Arkeolojik Mimari’de resmin nasıl yer aldığını araştırmak”, yakın geçmişte antik yapılardan, Roma’ya varıncaya dek bu mimarinin heybet ve görkemine özenen Faşist ya da Nazi yönetimlerin değer yargılarına da karşı çıkmaktır. Her ne kadar o otoriterliliğin alıntılanmasında Roma mimarisi, yirminci yüzyıldan bu yana iyice özgünlüğünden uzaklaştırılarak simgeleştirilmişse de tarihin zaman tünelinden bize ulaşan yapılarda, egemenlerin buyruklarından çok, bir insanlık öyküsünün fısıldanışını duyarız. Yazarımız Prof. Dr. Orhan Bingöl’ün, kurduğu düşlerde, anlatımında sanat yaratımıyla iletişim kurma gereksinmesinin bir başka nedeni de, genç cumhuriyetimizin yetiştirdiği ressamlardan Cemal Bingöl’ün oğlu olması değil midir? Cemal Bingöl, çok iyi bir sanatçı olmasının yanında çağdaşlığa gönül vermiş bir eğitmendi. Orhan Bingöl bu kitabına yazdığı önsözde babasıyla ilgili bir anısını şöyle aktarır: “Babam ressam Cemal Bingöl, oğlunun da ressam olup olmayacağını soranlara, ‘bir evden bir ressam yeter’ derdi. O, ‘Resim Nedir, Nasıl Yapılır, Nasıl Öğrenilir’ (MEB Yayınları, 1974) adlı kitabı yazdı, ben ise ‘Arkeolojik Mimari’de Resim’ diyerek bir evden bir tanenin yetmeyeceğini göstermeye çalıştım anlaşılan..” n Arkeolojik Mimari‘de Resim/ Orhan Bingöl/ Bilgin KültürSanat Yayınları/ 266 s. 10 22 Eylül 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle