Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Romanda tarihseli yeniden kurabilmek... Kurgusal bir evren de olsa, romanda herhangi tarihsel dönemin, dilimin, toplumsal olayın vb. yeniden kurulabilmesi için nesnel gerçekliğin öznellik temelinde yapılandırılması zorunlu. Roman evreni, yaslandığı nesnel temelden çok, karakterlerdeki git geller, çelişkilerle, yaşanan çatışmalarla yol alıyor çünkü. F ethi Naci’nin, 1980 sonrası adeta aforizmaya dönüşen öne sürüşlerinden biri de insanımızın toplumsal, tarihsel, siyasal gerçekleri “şimdilik” romanlardan okuyup öğrenebildiği yönündeki sözleriydi. Bu kısırlık, günümüzde bütün alanlarda, farklı açılara dayalı telif, çeviri yayınlarla neredeyse hepten aşılmış görünüyor. Ne var ki tarihsel gerçeklere odaklanan romanlar, olanca çekiciliğiyle ilgi toplamayı sürdürüyor yine. Halkımız, toplumsal, tarihsel, siyasal olaylar konusunda kendini doyuma ulaştıran kimi televizyon dizilerini seyrederek bunlar aracılığıyla ne tür öğreniler alıyorsa özellikle bu tür romanlara karşı da ilgisini koruyor. Okurun kavrayış zaafı nedeniyle, kendisini alanda kanıtlamış romancıları kuşku bulutu altına çekmek aklımın ucundan geçmez elbette. Ama yazarlığın daha eşiğinden adım atmayı becerememiş kimi yazıcıların “roman” adı altında, geniş okur kesimlerinin ilgisini bir anda parlatıveren kurnazlıkla böyle kitaplar kaleme alması, konu üzerinde sıkı sıkıya durulmasını gerektiriyor sanırım. Gelin üç usta kalemin verimlediği tarihsel romandan kalkarak konuyu bir yerlerinden deşmeye girişelim. Bu bağlamda üç roman var masamda. Vedat Türkali’den Bitti Bitti Bitmedi (Ayrıntı, 2014), Ayla Kutlu’dan “Urumeli’den İzmir’e” alt başlığıyla sunulan Yedinci Bayrak (Bilgi, 2016), Murat Gülsoy’dan Gölgeler ve Hayaller Şehrinde (Can, 2014). GEÇEN YÜZYIL BAŞLARINI, KÜLLERİYLE YENİDEN YARATMAK… Her üç yazar da andığım romanlarında, anlatı olarak günümüzden yuvarlamayla yüzyıl öncesine giderek, hep yapılageldiği gibi aile temelinde kurulmuş roman evrenleriyle görece belli dönemlere yoğunlaşıyor. Türkali, Diyarbakır Cezaevi anımsayışlarının yanı sıra İttihat Terakki’nin imzaladığı Ermeni Tehciri’ne yönelirken Kutlu, Osmanlı’nın Balkanlar’da yaşadığı yenilgi, bozgun sonrasında geniş bir zaman dilimine yayılan, tarihsel roman kalıbına uygun biçimde Türklerin uğradığı kırıma, Gülsoy ise öncesi, sonrasıyla o günlerin İstanbulu’nu odağa alarak 1908 Meşrutiyeti’ne yöneliyor. Bireyi, ana karakter bağlamında evrenine yerleştirirken bunun bir aile tarihi olarak ortaya çıkıp gelişeceğini de kabul edecektir bir yazar ister istemez. Bu durumda roman zamanı günümüz ya da dün ne olursa olsun, evren, on yıllara yayılacaktır kendiliğinden. Yukarıda andığım romanlara kısa notlarla gelin yer açalım şimdi. Vedat Türkali, Diyarbakır Cezaevi’nde yatarken alabildiğine örselenip yaralanmış, adı bile kendisine başka türlü belletilmiş, aradan yıllar geçtikten sonra hâlâ tedavisi süren, anne baba ölümüyle halaenişte katkısı altında yaşayan Ordulu Tarık aracılığıyla kuruyor romanını. Tarık, “anlatır gibi yaz(ması)” için yanındekilerce desteklenirken “[o]lup bitenleri yazma(nın) iyi olaca(ğını)” düşünür. (26, 27) “Bunları yazdım diye yazar mı oluyorum?” (35) sorusundan da kaçmaz. Günün birinde eniştenin işyeriyle bağlantılı genç dul Lüsi’yle tanışır. Lüsi, “kayıtlardaki adım Şahin Eşi Hatun’dan doğma Meral’dir. (…) Ama Madam Lüsi der Ermeniler,” (102, 103) deyiverir. Tüm yaşamı değişir artık Tarık’ın. Hele Lüsi’nin dedesini tanıyıp anlattıklarını da dinleyince. Ayla Kutlu, her zamanki tutumuyla kadın karakterler üzerinden yapılandırıyor romanını. (“Kadınlar… Evlerin gerçek kahramanları… [183]) Yapıt Saraybosna’yla açılıp Üsküp’le Selanik’ten geçerek İzmir’e dek geliyor. Hasret, babanın, sevdiğinden koparıp kaçırdığı, yaşamına el koyduğu bir kadından tek çocuktur. Kız, çocuk yaşta, babanın yanına girerek işlenen, yaşı geçkin, ama ilgi duyduğu biriyle evlenir. Kocaya göre, “bütün Balkan halklarının yüreklerinde ‘Hürriyet’ dedikleri bir ateş yanıyordu(r).” (53) “…Osmanlı Müslümanlarının hakları ve toplumdaki yerleri bir anda değişmişti(r).” (94) “[A]yaklarının altındaki toprak eriyip akıyordu(r)…” (110) “İlikler(e) kadar titretiyordu(r) gelecek. Nasıl da güvensizdi(r) hayat.” (146) Murat Gülsoy, İstanbul’da “barbar Türk”ten bir oyuncu kadının çocuğu olarak, kentteki kargaşa, kırım ardından küçük yaşta Paris’e kaçırılan “melez(leşmiş) Franck Fuat”’ı (26) ana karakter alıyor romanına. Fuat’ın, bir gazete için yapılacak röportaj amacıyla on iki yıl sonra İstanbul’a doğru çıktığı gemi yolculuğunda Paris’teki yakın dostuna yazdığı 1908 tarihli mektuplarla başlıyor yapıt. Fuat, röportajı, bir fotoğrafçının da eşliğinde, babasının cenazesini gemiyle taşıyan Prens Sabahattin Bey’le yapacaktır. Gerek yolculuk boyunca gerekse İstanbul’daki günlerinde bir sorgulayıştan kendini alıkoyamaz Fuat. Meşrutiyet günleri eşliğinde, “Hasta Adam’ın değişen dünyasının kaydını tutma işi”dir (126) yaptığı. Yer yer imgesel de olsa sonuçta vakanüvisliktir bu. TARİHSEL EVRELERLE ROMAN EVRENLERİNİ YOĞURMA HÜNERİ… Her üç roman da tarihseldramatik olana tanıklık bağlamında kurgulansa da bizde kalan yanına yani bıraktığı tortuya yönelmek gerekiyor. Nedir bu yapıtların, sözel bağlamda anlattıkları dışında kalan, roman olarak yansıttığı estetik değer, nitelik, bütünlük? Vedat Türkali’nin Bitti Bitti Bitmedi adlı romanında Tarık’ın, Ayla Kutlu’nun Yedinci Bayrak’ında Hasret’in, Murat Gülsoy’un Gölgeler ve Hayaller Şehrinde ise Fuat’ın, kısaca ailetoplumdevlet üçlüsü karşısında yaşadığı bireysel vurgunlar eşliğindeki sürüklenmeleri, savrulmaları biçiminde özetlenebilecek bir sanatsal kuşatmayla karşılaştığımız ortada. Bunun ötesi tarih ya da farklı disiplinlere ait başka kitaplarda da okunabilir kuşkusuz. O halde yazınımızın bu değerli imzalarından okuduğumuz söz konusu yapıtlara romansal kılınmış tarihsel olaylar gözüyle bakmak olası bana göre. Bunların tarihsel tefrika havasında olduklarını söylüyor değilim. Ancak Homeros’un İlyada’dasında beyne çakılan Hektor’la Andromakhe’nin vedası eğer toplumda karşılık bulmuyorsa, bunu o güzel Troyalılardan geriye kimsenin kalmayışında aramalı. Öyle ya, Xanthosluların acısını duyan var mı toplumda? Ama buna karşılık milyon milyon Türk, Kürt, Ermeni, yaşanan acıyı sürekli birbirine aktararak bunun etlicanlı kalmasını sağlıyor. OLAYLARI “GERÇEKLİK” VE “HAKİKAT” ÜZERİNDEN YORUMLAMAK… Karin Karakaşlı’nın Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Can, 2016) başlıklı anlatısını okuyunca, bu üç romanla ilgili düşüncelerim için bir sağlama yapayım istedim. Karakaşlı’nın kendi adı “Karin”e dönük yapıta yaydığı göndermeli anlatı bile Türkali’nin roman karakteri Madam Lüsi’nin adıyla ilgili söylediklerine göre başlı başına acı bir öykü halinde akıp gidiyor bana göre. Karin, Ulrike Meinhof’un 1996’daki bir metninden alıntıladığı, “gerçeğe değil, hakikate yaklaşmak” (27) deyişine yoğunlaşıp, “[h]akikatten korkan ve (insanı) yalanlarla kuşatan” (47) bir algıyı yıkmak için çabalıyor. Kendisi üzerinden inşa etse de, gün içinden yapılması nedeniyle, yazınsal bağlamda tehlike taşısa da bunu başarıyor. Böylece anlatıdaki karakter kendisi de olsa, Karin Karakaşlı’nın yapıtının, tarihsel alana dönük anlatı olarak değil adeta bireysel dramın, diyelim yarılmayla çatışmanın doruk yaptığı bir içli şiir, incelikli öykü, içtenlikli roman olarak okunabildiği öne sürülebilir… Gerçeklik teleskopik, hakikat ise mikroskobik bakış getiriyor denebilir, bu tuhaf TürkçeOsmanlıca karışımı içinde. Ancak Türkçedeki “gerçek”le “doğru” yanında yaşanan bir başka “şey” var. Örneğin bir savaşın gerçekliği, belki şu kadar sorti, şu kadar zayiat, alınan yitirilen yer vb. nicel verilerdir hep. Ama hakikat, o savaşı yaşarken bunun ortasında korku içinde aç, susuz sıkışıp kalmış, hiçbir elin artık kendisine uzanamayacağını düşünen kişinin, o an, insani duygu eşliğinde geçmişiyle birlikte yaşadığı çelişkili, çatışmalı ruh durumu olsa gerek. Murat Gülsoy, Fuat’a, “Acı hakikate ulaşmanın yollarından biri, belki de en az yanıltıcı olanı,” (110) dedirtiyor ya, onun gibi bir şey. Diyeceğim, acının takipçisi insanlıktır; ırklar, dinler, şu bu değil! Romanları işte tam bu noktadan başlatmak gerekiyor yanılmıyorsam… n 36 14 Nisan 2016 KItap