Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Romandan öyküye Bıçakçı anlatıları Yazınsal türlerdeki girişme, örtüşme, esinlenme sanatın kaçınılamaz yanlarından. Ne var ki şiir, öyküleşmeye koyulduğunda kendisi olmaktan nasıl çıkıyorsa öykü de romanlaştığında başkalaşıp kendi özünden uzaklaşabiliyor ama Barış Bıçakçı, bu tutumunu ısrarla sürdürerek türsel bir açılım getiriyor. riz adlı öykü demetleri ise öykü kolanına vurulmuş örnekler. Ama öykülerde yine de bir roman evreninin bunları etkisi altına aldığı görülüyor. Bu durumda Aramızdaki En Kısa Mesafe’de üç çocuklu yoksul bir ailenin yaşamı geliyor önümüze. “Bir soyadının önünde toplanmış dur(an bir) aile”nin (70, 71) öyküleri ya da. Siyasal nedenlerle işinden olmuş baba, görece geride duran anne, babaanne, anneanne, üç de çocuk. Ortancanın kâh küçük kardeş kâh ağabey olarak anlatıcılık yaptığı bir evren… Bıçakçı’nın usta anlatıcı olduğunu bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bu bağlamda anlatılanlar, toplumsal çözümlemede aramızdaki en kısa mesafeyi de ele veriyor denebilir. Gerçekten birkaç öykü var ki, ilköğretimde ders kitaplarına alınabilir pekâlâ… “Hala Kızları Radyosu” örneklenebilir bu doğrultuda. Karşılık beklemeyen bir sevgiyle, süt yeşili uçsuz bucaksız bir ekin tarlası karşısında yaşanabilecek kucaklayıcılıkla yapılandırıyor bunları yazar. Bıçakçı, kılıç keskinliğinde değil ama, dokunulduğunda bile hoş serinlik yayan incecik alaysamalarla da örüntülüyor bu arada öykülerini. B arış Bıçakçı (1966, Adana) ile Hakan Bıçakcı’nın (1978, İstanbul) soyadı ortağı olup da öyküler kaleme alan başka yazarlar var mı yazınımızda bilmiyorum. Ama Anadolu’nun herhangi ücrasında gönüllülük içinde ardıllık yapıp öykü yayımlayan bir başka Bıçakçı, Bıçakcı olabilir elbette. Ne var ki, öyküsünden söz ederken Bıçakçı’nın, romancılığını da öne çekiyoruz bir biçimde zorunlu olarak. Öyküden önce roman yayımlamış, kendilerine bu türde yaygın okur halesi yaratmış imzalar çünkü ikisi de. Altışar romanın yanında iki, üç de öykü kitabıyla görünüyor iki yazar da. Hoş, Barış Bıçakçı’nın, romandan önce Hüseyin Kıyar, Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte yayımladığı iki şiir kitabı var. Tümü İletişim’ce yayımlanan romanla öyküler sonradan geliyor, peş peşe: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000), Veciz Sözler (2002), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (2008), Sinek Isırıklarının Müellifi (2011), Seyrek Yağmur (2016). Bu altı roman arasında iki de öykü kitabıyla karşılaşıyoruz: Aramızdaki En Kısa Mesafe (2003), Baharda Yine Geliriz (2006). Romanla öykünün farklı bir dil, mantık yapısı üzerine oturduğunu, birbirinden aldıkları esini ya da etkimeyi kendilerini bozacak tehlikeden uzak tutması gerektiğini biliyoruz. Bir öykünün öykü, romanın roman olarak kalabilmesi buna bağlı çünkü. Nitekim öykü uzatıldığında roman olmadığı gibi, romandan yapılmış hünerli bir özet de öykü gibi okunamıyor hiçbir zaman. Barış Bıçakçı, son olarak yayımladığı Seyrek Yağmur’da bölüm başlıklarını “İçindekiler” sıralaması altında vermiyor ama Bir Süre Yere Paralel Gittikten ROMANDA ÖYKÜ, ÖYKÜDE ROMAN KURMAYA GİRİŞMEK… Sonra adlı romanında bu yönde tutum sergiliyor. Bu, yapıtın ister istemez öyküler demeti biçiminde algılanmasına yol açıyor. Aramızdaki En Kısa Mesafe ile Baharda Yine Geliriz adlı yapıtlarında da bu böyle. Bunlar için yadırgatıcı değil ama Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra için bu kanıyı paylaşmak biraz zor. Geçmişten bugüne gerek bizde gerek öteki dillerde bölüm başlıklarının bu biçimde sıralandığı, “İçindekiler” başlığı altında bunların roman girişinde topluca sunulduğu pek çok örnekle karşılaşabilmek olası. Peki, her bir bölüm öykü mü, değil mi? Bunlar öykü gibi de okunabiliyorsa eğer, sonuçta roman bütünlüğü mü çıkıyor karşımıza yoksa tek tek öykü olarak mı kalıyor? Roman evrenlerinin pek çok hikâye ucu barındırması, tahkiye ile böylesi anlatımlarla yoğrulması bunları bağımsız birer öyküye dönüştürmüyor. Çünkü roman, kapsayıcı diliyle, anlatılan bütün hikâyeleri, hatta kılcal dolantıları bile öz yatağına çekip bunları kendi gereksinirliği yönünde sürüklemeyi başarıyor; böylece bunların tümünün birlikte mayalandığı o geniş roman evreni çıkıyor ortaya. Diyeceğim; roman, yapbozlarla bütünlense de okuma eyleminde sayfalar ilerledikçe öykü evrenlerinin geri çekilip bunların giderek hikâye akıntılarına dönüştüğü, derken baskılayıcı bir roman evreninin öne geçmeye koyulduğu yazınsal tür olarak da alınabilir. Barış Bıçakçı’nın anlatı ustalığı tartışılamaz. Yazarın, öyküyü de adeta roman kalıbına uydurarak yapılandırma tutumuna bakıp bunu özellikle tasarladığı düşünülebilir o halde. Nitekim Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’nın anlatı kişileri kendilerine özgü öykü evrenlerinde gezinir gibi görünmekle ÖYKÜDE YAZILMAYANI AKTARMANIN BÜYÜLÜ HÜNERİ Barış Bıçakçı’nın iki öykü kitabından Aramızdaki En Kısa Mesafe, çocukluktan yeniyetmeliğe, gençliğe, daha da ileriye uzanan süreğenlik içinde bütüncül öykülerden oluşurken Baharda Yine Geliriz ise gelgitleriyle kentsel yaşamın içinde çalkalanan insana yoğunlaşıyor genelde. Öyküsünü farklı biçimlendirmelerle kurmaya çalışıyor sürekli yazar. Tek tip bir öyküleme, öykücülük anlayışı değil demek ki bu. Nitekim Baharda Yine Geliriz, öyküler arasına yerleştirilmiş “şehir rehberi” bölümceleriyle çarpıcı birer kent eşiği sunuyor. Özellikle eksiltili anlatımı, sevecenlikle örülü yaklaşımı Bıçakçı öykülerine yükseklik kazandırıyor. Kimileyin salt eylem yansıtan tümcelerle kurduğu öyküler, buharı tüten bir bardak çaya daldırılmış kesmeşeker gibi yayılıyor okuyanın içine… Sözcük seçiminde özenli değil bana göre Barış. Ne ki dingin, huzurlu duruşuyla, anlatısına yerleştirdiği kısa tümceleriyle, dupduru anlam vurgusu getiren sözdizimi kavrayışıyla bu eksikliği gideriyor yazar. Bütün bu olumlu verilere karşın Barış Bıçakçı’nın, farklı okumalara açık dizgeli bir artalan yoğunluğu getirdiği söylenemez yine de öykülerinde. Barış da kuşkusuz bu bağlamda azımsanmayacak yükleme getiriyor anlatısına; ancak öykü, yazılmamış satır aralarıyla doldurulup yeni yeni kurulabilirlikler taşırken bunlar daha çok dağar genişlemesi biçiminde gösteriyor kendisini, farklı öyküler olarak değil. Yine de kitaba adını veren unutulmaz “Baharda Yine Geliriz” ile “Demetevler İkilisi”, “Pastanede” vb. örnekler, artalan yoğunluğuyla farklı okumalara açık bir görüntü veriyor. Bu öykü okumaları ardından Barış Bıçakçı’nın romanlarında da buna benzer bir okuma gezintisine çıkmak zorunlu. Bakalım bu yolculuğa ne zaman çıkarım? Hakan Bıçakcı’nın öyküleriyle romanlarına ne zaman uzanırım? n birlikte bu evrenler gide gide roman evreni oluşturduğundan kişiler de artık bu kapsayıcı dil, mantık içine yerleşiyor. Romanını öyküce biçimleyerek yapılandırması, öykülerini de romanlaştırarak yol alması, Bıçakçı’nın farklı bir tür için çabaladığı izlenimi veriyor. Barış Bıçakçı romanları, öyküleri demek yerine onun bu verimlerini, “novella” karşılığında “anlatı” olarak anmak belki en doğrusu. Barış Bıçakçı’nın, anlatısını, neredeyse yeni bir tür gibi geliştirmeye yöneldiği öne sürülebilir o halde. Nitekim yazar, öyküyle romanı, yazınsal tür olarak aynı dil, mantık yapısı üzerinde temellendirerek kaleme alıyormuş kanısı uyandırıyor okuyanda. Her iki türü de, bakıyorsunuz, öyküye özgü kapsanık dil ya da romana özgü kapsayıcı dil temelinde yazmaya girişiyor. Böyle olunca herhangi öyküsünü okurken onun, sanki romanını okuyorcasına, romanını okurken de öyküsünü okuyorcasına aldatıcı duygular yaşanabiliyor. Ama böyle olduğunda öykü, tahkiyeye, hikâye etmeye kayabiliyor kolayca. Roman da bir çalımcık tefrika çağrışımına yol açabiliyor. Aramızdaki En Kısa Mesafe ile Baharda Yine Geli ÖYKÜYLE ROMANIN KOLANINDA 20 18 Şubat 2016 KItap