30 Nisan 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SUZAN SAMANCI’DAN “KOCA KARINLI KENT” Acının labirenti Suzan Samancı’nın Diyarbakır’da yazmaya başlayıp İsviçre’de tamamladığı romanı “Koca Karınlı Kent” göçü, hasretliği, aşkı ve bütün bunlarla büyüyen çocukların gözünden yaşanan açmazları anlatıyor. serdar özer Ç ocuk, her yerde bir şekilde çocuk kalıyor: Sakin ve huzurlu bir kentte de savaşın ve acının ortasında da. Kendisini avutacak, yaşadığı korkuyu üstünden atacak bir yol buluyor. Hiç bilmediği bir karanlığa yollanırken bile bu halini bir şekilde koruyor. Çekilen sınır ve orada hayatı kısıtlayan şeylere karşı çocuk aklıyla direnebiliyor. Belki de Suzan Samancı’nın Koca Karınlı Kent’te “Sınır boyu karanlıkları başka karanlıklara benzemez” derken kastettiği şey buna karşılık geliyor; orada oyunlar, oyuncaklar ve insanların birbirine bakışı farklı. “KİMLİĞİMİZ OKUNUYORDU YÜZÜMÜZDEN...” Samancı, anlatmaya oradan başlıyor: Karanlık sınır noktası, çocukluk, oyunlar ve bu oyunların başka yerlerdeki çocuklarınkinden hayli ayrı olduğu... Yazarın anlatıcı kahramanının ninensin gözünden de bakıyoruz bu karanlığa ve çocukluğa. O karanlık ve adı konmayan ama tahmin edebileceğimiz sınır bölgesindeki acılar, bir anlamda dağı taşı altın kente göçü zorunlu kılarken anlatıcının babası ise memleketine dönmek için ant içiyor. Ninenin sık sık bahsettiği vicdan, göçülen büyük kentte parayla örtülen, köreltilen ve yok edilen bir şey haline gelmiş. Bunu en iyi eski tanıdıklar sayesinde anlıyorlar. Elbette başka bir sorun daha var: Kimlik. Aile, geldiği yerden göç ettiği kente bunun ağırlığını da sırtlanarak yollanıyor. Bu kez görünmez tel örgülerle çevreleniyor etrafları. Samancı’nın el attığı veya sözcükler aracılığıyla kurcaladığı sorun, bir yerden diğerine gidişin çok ötesinde; kişinin geldiği kentte de memleketinde de insan kalabilmenin koşullarını tartışıyor biraz da. Kötülüğün sıradanlaştığı ve bunu neredeyse kimsenin umursamadığı bir dünyada vicdandan ne kadar söz edilebilir? O vicdan ki insan olmanın ilk koşulu değil mi? Samancı, hem çocukların hem de büyüklerin gözünden ilkin oraya odaklanıyor. Kimlik konusuyla vicdan meselesinin at başı gitmesi bu yüzden belki de. Yazarın an latıcı kahramanı bunu cümlelere döküyor: “Biz nereye gidersek gidelim kimliğimiz okunuyordu yüzü müzden. Çocuklarınız taş atıyor, kadınları nız iyi zılgıt çekiyor ve iyi koşuyorsunuz diyorlardı.” Samancı’nın an lattığı hikâyenin bir başka yönü de hep çocuk kalmayı düş lemekle büyümek arasında sıkışıp kal makla ilgili. Konu, henüz bir çocukken ağır yükümlülükler altına girerek bunun altında ezilme tehli kesiyle yüzleşmekle de bağlantılı. Böyle değerlendirdiğimizde, kitabın hayatla; bazen görmezden geldiğimiz gerçeklerle olan te masını keşfediyoruz. Kısacası, bir savaşın her zaman peşinden sürüklediği çocuklar ve onları erken olgun serdar sever laştıran koşullar söz konusu. Suzan Samancı’nın kitabının bir başka yönü de hep çocuk Sadece buraya kalmayı düşlemekle büyümek arasında sıkışıp kalmak... yoğunlaştığımızda kitaba haksızlık ederiz çünkü aidiyet ya da orada kaybolmaya yüz tutan duygusunu canlı tutma uğraşı da yan ların sesi... Ancak buna rağmen pes sıyor satırlara. Deyişler, yerel ağız, etmeyen insanları karşımıza çıkarıyor sınır boyu kültürüne özgü kimi konuş yazar. ma ve diyaloglar, romanın tamamına yayılmış durumda. Haliyle memleketle BÜYÜK KENT, KÜÇÜK DÜNYA göçülen yer arasında beliren çelişkiler Geldikleri kente de şekli ve silahları de... Samancı’nın kahramanları, özel değişen bir savaş hâkim. Samancı’nın likle de anlatıcı ve ninesi bu anlamda kahramanlarının buna dâhil olmaması daha ön planda. Kalıp yargılar, olağan ise imkânsız. Burada karşılarına diki suçlular, kendini aklamaya çalışanlar len soru şu: Vicdanlarına kibrit suyu ve sadece insan kalmaya çabalayanlar dökülenler gibi mi olacaklar, yoksa da cabası. Bu tanıdık bir hikâye fakat insan mı kalacaklar? Yazar, bu ikilemi ne kadar farkında olduğumuz tam bir anlattığı veya hissettirdiği satırlarda, muamma. herkesin kendini ve karşısındakini Samancı’nın anlattığı ayakta kalabil tanıma uğraşına da yer veriyor. O me, yaşama, birbirini anlama, kavgaya uğraşa, kimliğini açıklamak isterken tutuşma, âşık olma ve hayatın akışına susmak da yakın geçmişteki travmala karşı dimdik durabilme halleri, kitabı rı hatırlamak ve hayata isyan bayrağı âdeta bir başkaldırı romanına dönüştü çekmek de eklemleniyor. rüyor. Okulda, günlük yaşamda, evde Yabancısı olunan kentte tutunma ve çalışma hayatında “yabancı” olarak nın yollarından biri de tanıdıkların ve konumlanan insanların, yabancısı ol eski yüzlerin yakınlarında bulunmak. duğu bir kültürde tutunma çabası bu: Samancı’nın kahramanlarının, koca Koca bir kentin gürültüsüne karışan karınlı kentte giriştiği şeylerden biri de bu. Zaman geçtikçe alışırlarmış gibi geliyor ama orada bulunmaktan hoşnut olmadıklarını da anlıyorlar. Kentin büyüklüğüyle dünyanın küçüklüğü birbirine karışırken ortak bellekte saklanan hikâyeler hortluyor kimi anlarda: Koca karınlı kentte yolunu kaybederken memlekette kaybedilenleri anımsıyorlar. Hatırladıkları bir başka şeyi Bayzar isimli karakter dillendiriyor: “İnsan insanı çözdüğünü sanır ama çözemez, insan dipsiz karanlık bir kuyudur.” Mevcut çözümsüzlüğün farkında olduklarından, herhangi bir terslikte bile kendilerini suçlu hisseden bir aile var karşımızda. Dahası, insanı çözdüklerine inandıkları coğrafyayı özlüyorlar hemen her gün. Samancı, konuşmak isteyen ve dertlerini dökmeye niyetlenen anlatıcı karşısında, koca karınlı kenti dinleyici gibi konumlandırıyor. Ancak kent de susmuyor, insanları bir araya getirirken ayrıştırıyor da. “Suçlarını denize kusup denizi bile kirletenler, insanları tek renge boyayıp kör dövüşü yaptırırken sırra kadem basıyor, ay çekirdeği tüküren erkekler canavara, kadınlar da satılık koyunlara dönüşüyordu” cümleleri, koca karınlı kentte sıradan bir günü yansıtıyor anlatıcının gözünden. Memleketinden aklında kalanlar, yaşadığı kent ve zihnindeki sorular, anlatıcı için kendi acısının labirenti haline gelirken sanki hep aynı günleri, aynı mevsimi yaşadığını hissediyor. HIRPALANAN BİR YAŞAM Samancı’nın anlatıcı kahramanı da onun arkadaşları da bir konuda hemfikir: Yaşadıklarını sanırken aslında hiç yaşamadıkları... Özellikle çabucak büyüdüklerinde geriye dönüp bakınca bunun ayırdına varıyorlar. Böylece roman bizi bir yere daha götürüyor; zamanın, insan üstündeki yıkıcı etkisine... Süregelen duruma ister varoluşçu ister kötümser bakış deyin ya da hiçbir isim vermeyin, olan bu. Romanın anlatıcısı, çocukluk evresini, onu büyüten acılar ve sorumluluklar yüzünden hızla geçiyor. Göç ettiği kentte, en az memleketindeki kadar mücadele vermesi gerektiğini kavraması bir yana, karıştığı kovalamacalar, hasret ve aşkla sağa sola savruluyor. Aslında bunu koca karınlı kentle sınırlamamak lazım, bütün yaşamı böyle bir hırpalanmayla geçiyor. Samancı’nın anlattığı hikâye, bu bakımdan çok tanıdık; yazar, kahramanlarının geldiği kültürle içine düştüğü ortam arasındaki benzemezlik ve çelişkileri bir arada veriyor. Peki, Koca Karınlı Kent nasıl nitelenebilir? Göç romanı? Aşk romanı? Kimliğin romanı? Kayboluş veya direniş romanı?.. Tek başına hiçbiri yeterli değil. Koca Karınlı Kent, yukarıda sayılanların hepsinin romanı. n Koca Karınlı Kent/ Suzan Samancı/ Ayrıntı Yayınları/ 160 s. 4 3 Kasım 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle