Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Ferhat Özen kitabında, “kültür şoku”, “okuma kışkırtısı”, “okuma aşısı”, “kitapla barışma” vb. kavramlar kullanarak, “yeniden okuma isteği uyandırmayı amaçlayan bir proje” ortaya çıkarıyor. irkaç ay önce, yazın öğretmeni Deniz Zeka’nın iletisinden kalkarak bir konuya uzanmıştık ötesine berisine dokunarak… Deniz Zeka, “Bir öyküye nasıl bakılır?” “Bu birilerine öğretilebilir mi?”, diye sormuştu iletisinde. Soruyu farklı verilere, örneklere dayandırarak konu üzerine düşünce üfürmelerine girişirken şöyle demiştim “Kitaplar Adası”nda (30 Ocak): “Okuma kültürü olmayan insana (çocuğa, ergene, ergine) öykü nasıl sevdirilir?/ Bu sorunun yanıtı da tek bana göre: Okuma kültürü olmayan insanın bir öyküyü sevebilmesi için ilkin buna gereksinim duyması gerekir, bunun ortaya çıkabilmesi için de öyküyle arasında yaşantısal denklikler kurması zorunlu.” Yazıya farklı yerlerden tepkiler geldi. Bu arada yine bir yazın öğretmeni, yazar Ferhat Özen’den de 6 Şubat’ta bir ileti aldım. İletisinde özetle şöyle diyordu Özen: “20 yıla yakın, öğretmenliğimin yanında ek dal gibi, Türkiye’de bilinmeyen bir disiplin olarak, çalıştığım ‘okuma araştırması’ alanında, eğitimimize ilişkin bulgularımın en başında okulların okumayan insan yetiştirdiği, eğitimin tersine çalıştığıydı…” “Bu ülke gerçekliği üzerinden 6 yıldır okullarda ‘Okumaya Güdüleme Programı’ ve okumayı sevdirme atölyesi diyebileceğimiz bir çalışma yürütüyorum. Öğretmen, öğrenci, veli ilgisi şaşırtıcı… Şu bilimsel temelden hareket ederek yola çıktım (…) Okumayı sevdirmek bir yöntem sorunudur. Öğrencilerin okumaya nasıl yönlendirileceği sorunu, eğitimin özünü oluşturur. Okumanın yasası, istek uyandırmadır.” “Bu alanda yayınlanan üçüncü kitabımı (Kitaplarımız Kanatlarımız, Bu yayınları) size göndermiştim. Sanırım dikkatinizden kaçmış olacak. Sevgiler…” Ferhat Özen’in sözünü ettiği ‘Kitaplarımız Kanatlarımız’ı (Bu, 2013) almamış değildim, ama göz ardı etmiş de değildim. Yukarıda sözünü ettiğim yazıda anahtar sözcükle konuyu “okuma kültürü” üzerine oturtup kurmaya çabaladığım açık… OKUMA EDİMİ; İLİŞKİYİ DIŞTANİÇTEN KURMA… Okuma eylemini ekin içi kılmayı başarmış az sayıdaki insanla entelektüellerin yarı buçuk okumayazma eylemlerini bir yakaC U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Oyunlarla okumak, okumayı ekin içi kılmak... da bırakırsak toplumda okumaya dönük derinliğine yerleşmiş iki güçlü algı olduğu söylenebilir… İlki, okumayazmayı öğrenen çocukların okumaya karşı duyduğu yoğun yaratıcı istekte; ikincisi ise bunu yalnızca Kuran okumaya indirgeyen kesimde okuma olgusuna giydirilmiş kutsanma duygusunda ortaya çıkıyor… Gerek din dışı gerekse din içi okuma eyleminde toplumun katılımcılara gösterdiği koruyucu, kutsayıcı çabaya karşın buna taraf olanlarda gözlenen alışkanlık, bakarak, görerek etkilenmenin, öykünmenin ötesine geçmiyor… Görenek, gelenek ardıllığı yaparak yani boyun eğerek, uyarlık göstererek herhangi tutumdan yana davranış belirlemek, yemeiçme, üreme gibi kimi dirimsel güdülerle örtüşür nitelikte tutum sergilemek okuma eyleminin altında yatan sorunsalı çözmeye yeter mi peki? Herhangi davranış, tutum, eylem, sonra en başta bütün bunların besleyicisi, tetikleyicisi olarak düşüncenin kendisi ekin içi kılınmazsa eğer, bu eylemler kendi yoksunluklarına dayalı, dıştan birer öğreni öğesi halinde kalmaz mı? Bir örnek üzerinden geliştirelim konuyu… Dinsel inançları alalım örneğin… Dünya toplumlarını şöyle kabaca göz önüne getirelim, bunlar dinsellik bakımından, ardılı göründükleri inancın tapınım biçimleriyle öne çıkmıyor mu daha çok? Peki ibadetleriyle, bunun biçimleri, görüntüleriyle öne çıkıyorlar da, diyelim neden bir Tanrı ya da Allah (veya öteki dillerde bunu karşılayan terimler vb.) düşüncesine yoğunlaşıp bunun üzerine kavramsal geliştirimlerde bulunmuyor, bu yönde çaba göstermiyorlar? Buradan kalkarak şöyle bir öne sürüş getirilebilir mi bilmiyorum, ama ihtiyatı elden bırakmadan yine de en azından, insanların tapınmayı, daha çok da tapınma biçimini Tanrı üzerinde düşünmeye oranla daha fazla önemsedikleri savlanabilirmiş gibi geliyor bana. Çıkarılacak sonuç şu olabilir; insanlar Tanrıya tapınmayı oldukça önemsiyor, ama Tanrı üzerinde kavramsal bağlamda bir düşünce dizgesine, açılıma gitme konusunda ayak diriyor adeta… Bunun sonucunda bireysel vicdanın kötürümleşmemesi, erdemin elden ayaktan düşmemesi olası mı? Aynı şekilde, kişinin kendisine yönelik ekin içi kılamadığı tutum, davranış, kılgılar da ele alınıp bu yönde eleştirel değerlendirme yapılabilir kuşkusuz… Sözgelimi gelişmiş toplum erkeklerinde de gözlenebilen şiddet, tecavüz olgularının ekin içi kılınamamış cinsellikten kaynaklanacağı gözden uzak tutulmamalı. Hele bizim gibi gelişmemiş toplumlarda bunun katmerli bir biçimde ortaya çıkacağı görmezden gelinebilir mi? Toplumumuzdaki erkeklerin cinsel tutum, davranışlarının kedi, köpek benzeri hayvanlardan çok da ayrılan bir yan taşı1 2 7 0 B Ferhat Özen madığı ortada değil mi? Öyleyse okumayla ilişkilenişte asıl önem taşıyan yan, içselleştirme, kişilerin bunu bir biçimde ekin içi kılması olmalı! OKUMAK; DIŞSAL ALIŞKANLIĞI EKİN İÇİ KILMAK… Yukarıdan bu yana dile getirdiğim nedenlerle Ferhat Özen’in, hem kuramsal hem de eylemsel yoğun emekle kotardığı Kitaplarımız Kanatlarımız başlıklı çalışmasına, “ekin içi okuma olgusu” açısından yaklaşmak zorunlu bu nedenle. Özen, “kültür şoku”, “okuma kışkırtısı”, “okuma aşısı”, “kitapla barışma” vb. kavramlar kullanarak, “yeniden okuma isteği uyandırmayı amaçlayan bir proje”ye özgülediği kitabında bunu şu satırlarla açımlıyor: “Kitapla Barışma Söyleşileri, Okuyan Toplum Projesi’nin bir Okumayı Sevdirme Atölyesidir. Erken dönemde kitapla doğru etkileşim ve dostluk kuramamış öğrencileri; ilköğretimde 7 ve 8. sınıflarda, liselerde hazırlık, 9 ve 10. sınıflarda yakalamayı, onları kitapla barıştırmayı amaçlar. Bu sınıflardan da özellikle kültürden kaçan, okumayı sevmeyen, ‘ekran bağımlısı mağduru zor sınıfları’ hedefler.” Yazar, kitabının, “okullardaki 40 dakikalık tiyatral sunumun ve atölye çalışmasının ana düşüncesini oldukça ayrıntılandıran uzunca bir metin” (17) olduğunu vurguluyor. Ona göre, “[d]üzenli okuma, içimizdeki hayvanı eğitme, bizi insanlaştırma sürecidir./ İnsan kendini okuyarak keşfeder. Okuyarak yaratır, var eder. Bir başka söyleyişle okuma, insanın kendini arama, kurtarma sürecidir. Kendini var etme çabasıdır.” (23) Buradan kalkarak yazar projeyi yapılandırma yönündeki temel gerekçeyi şöyle açımlıyor: “’Neden okumalıyız?’ sorusunu, kışkırtıcı öykülerle yanıtlarken bunu amaçlıyoruz. Bir bakıma kitapla barışamamış, alfabe (ABC) okur yazarlığında kalmış ‘gizli okumaz yazmazlık’ düzeyindeki ‘okur’un içindeki ‘donmuş denize’ darbeler indirmeyi, onu sarsmayı, onu okumaya ‘kışkırtmayı’ amaçlıyoruz. Japonların yaptığı gibi ezberi bozan, önyargıları parçalayan bir kültür şokuyla, ondaki okuma iştahsızlığını; okuma açlığına dönüştürmeyi hedefliyoruz.” Bütün bunların ardından okumayı sev1 9 H A Z İ R A N dirmeyi, okuma alışkanlığı kazandırma kavrayışını aşarak okuma eylemini ekin içi kılma yönünde bir geliştirim, buradan kalkarak dönüştürüm zorunlu elbette. Böylesi bir sürece girdikten sonra bu tür sonuçlarla yüzleşmemek olanaksız. Yalnız bu da değil; örneğin okuma alışkanlığımız yok da müze alışkanlığımız var mı? Kentleri ziyaret edenlerin kaçı o kentteki arkeoloji, etnografya müzelerini, varsa öteki müzeleri dolaşıyor dersiniz? Sözgelimi Bekir Onur’un bu alandaki çalışmaları, eller durma yol alırken, bizim, toplumca müzecilik kadar müzeye dönük ilgiyi de içselleştiremediğimizi, bunu da bir türlü ekin içi kılamadığımızı gösteriyor… İmge’ce yayımlanan şu iki kitabını ansam yeterli Onur’un: Çağdaş Müze, Eğitim ve Gelişim (2012), Müze ve Oyun Kültürü (2013). Bekir Onur, çocuk eğitiminde alttan alta süren iki geleneğin (“dayak”, “ezber”), bugün de varlığını duyuran olumsuz yanına vurgu yaparken bunu şöyle dillendiriyor: “çocuğu edilgin, alıcı bir varlık olarak görmek.” (2013; 12) İşte “okurluk” için tam da bu noktada çözüm makasına oturmak olası… Çözüm için ise karşıdakini alıcı değil üretici olarak görmek, bu çerçevede kişide içselleştirmenin önünü açarak okuma eylemini ekin içi olguya dönüştürmek biçiminde bir ilkeye yaslanmak gerekiyor… AŞK, EKMEK KUTSANMIŞLIĞIYLA KİTABA UZANMAK… Oysa biz okumayı ekin içi kılmayı başaramasak bile “hızlı okuma” eylemi için çaba harcıyoruz sözgelimi. Selcen Yıldız KarahanMustafa Karahan ikilisinin kaleme aldığı ‘Anlayarak Hızlı Okuma Taktikleri’ (Zambak, 2013) başlıklı kitap “Niçin Okumalıyız?” sorusuna yanıt getirirken “okuma” ile “okuma alışkanlığı” arasında bağ kuruyor ilkin… Hemen ardından “Anlayarak Hızlı Okuma”nın “taktikler”ine geçiyor yazarlar… Kitapların butafora dönüştüğü bir çağda, doğal ki okuma da buna dönük ritüel öğesi olup çıkıyor bir ölçüde, o kadar… Oysa okuma eylemini, kişi eğer ekin içi kılmayı başarmışsa, işin başında hızı, zaten bir ideolojik sapma bağlamında almaya yönelmez mi? Öyle ya, bir kitaba yeniden dönülmesi, o kitaba yönelik okuma isteği duyulması demek, okumayı hız olgusuyla harmanlayan ideolojik kavrayışa da karşı çıkılması anlamına gelmeyecek midir? Başucu yazarlarımdan biri sayageldiğim Italo Calvino’nun, Kemal Atakay’ca dilimize kazandırılan ‘Klasikleri Niçin Okumalı?’ (YKY, 2008) adlı yapıtını okumamış ya da duymamış olamazsınız… Zurnanın zırt dediği yerden söz edilir ya, tam da öyle… Bunca sözün ardından, klasiklere uzanabilme sorunsalına geliyoruz demek ki bir ölçüde… Aslına bakarsanız başa dönüyoruz diyeyim de anlayın siz… Öyle ya, okuma alışkanlığının bir okuma ekinine dönüştüğünü, kişinin okumayı “ekin içi” kıldığını nasıl anlarız başka türlü? Bir kitaba uzanışı değil midir onun okurluğunu ele veren? Bir aşka uzanırcasına yüreği, beyniyle… Bir somuna uzanırcasına o kutsal açlığıyla… Bunun biricik göstereni ise, nice sonra da olsa bir kitaba, hatta aynı kitaba, ama farklı bakışlarla uzanabilme olgusu değil midir? İtalyanlar haftada bir spagetti yemez, operaya gitmezse açlık duyarmış, bunun gibi… Sahi, biz ne ölçüde gereksiniyoruz acaba kitabı? n 2 0 1 4 n S A Y F A 2 7