06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Adnan Binyazar’dan “Kızıl Saçlı Kontes” aslında ikisinin de hikâyesi. YAZMAK ANLATICININ İÇ KURTULUŞU Evet, Adnan Binyazar’ın Kızıl Saçlı Kontes kitabının bu iki öyküsü memleketin kıyısından köşesinden, unutulmuş yerlerinden besliyor okuru. Üçüncü öykü “Gecenin Gün Işığı” ise bir Arap yarımadası havaalanı salonunda Berlin Uçağı’nı beklerken açılıyor. Tsunami felaketi yeni yaşanmış. Anlatıcı etrafına bakıp “Yalnızlığıma gömülsem de, bakışlarım bir noktaya takılıp kalmıyor, salonda tiksinilecek ne varsa gidip onu buluyor. Ortada onlarca boş bank varken, yolcuların kimi yerlere serilmiş, kimi başı elleri arasında öne arkaya sallanıp duruyor, kimi boğazı yırtılırcasına bağırıyor, kimi de bir köşeye çekilmiş çaresiz âşıklar gibi pinekliyor. Hangi yöne gidecekleri belli olmayan bu gece yarısı insanları, yorgun bedenlerinin yığıntısı altında nasıl ezilmişler, nasıl küskünler!” diyor. Nereye giderse gitsin peşinde sürüklediği bir şey var. Takır tukur ses çıkarıyor. Hani zalim çocuklar kedilerin kuyruklarına teneke kutu bağlar ya… Kedi ne kadar kaçsa, yokuşlara tırmansa, ağaç dalarlına tünese de peşinden gelir ya o kutu… Ve çıkardığı o takır tukur ses… Anlatıcıdan başka kimse duymuyor o sesi. Tek dayanağı kalemi ve defteri belli ki. Ve tüm bu karanlığın içinde bir anne ile bebeğini görüyor. Japon mu yoksa Uzakdoğu Asya ülkelerinin birinden mi, kestiremiyor. Onları izliyor bir süre. Ruhu bir kadının sevda kokusuyla avuntu içine giriyor. “Bellek oradan oraya sıçrayan bir saksağandır; ana sütünün kokusunu alınca sevdalarımı içime gömüyor, kendimi çocukluğumun kadınları arasında buluyorum” diyor. Oysa evet, insan hayatında güzel şeylerin ömrü kısa, çok kısa… Olsun yazmak anlatıcının iç kurtuluşu. Belleğin kapıları bir açılıyor, bir kapanıyor. Anlatıcı o kalabalığın içinde kendi yalnızlığının ve karanlığının içinde kalemin ucu gibi hareketleniyor iç dünyasında. Bu sırada ortadan kayboluyor anne ile bebeği. Oradaki tek dayanağı, tek yaşama umudu belki de anlatıcının… Yalnızlığın en dibinde bir yerde… İçinde titreşen sesler “Tsunami hangi şaşkın Tanrının işi? Hangi cehennem zebanisinin oyunu!” diyor… Sonunda ise gidiş var… Anne ve bebek; anlatıcı ve diğerleri… Berlin uçağının kapıları açılıyor, görüntüler siliniyor yavaş yavaş, gecenin gün ışığı doğuyor anlatıcının içine. Eğinli Yenge ve Kızıl Saçlı Kontes öyküleriyle devam ediyoruz yolculuğa; bir uçtan bir uca… Bir sevdaya, bir aşka, bir çocuğun yanağına, gözünden akan yaşa, kızıl saçlı kontesin gizemli ve belki de biraz karanlık ruhuna. Diyarbakır’dan Berlin’e… Belleğin kuytularından, sığınılacak tek yer olan kitaplara. “Tek sığınağım kitaplardı. Onlardan sıkılınca, çareyi, zamanlı zamansız, evden çıkıp yol beni nereye götürürse oraya gitmekte buluyordum,” diyor anlatıcı. Biz de sürükleniyoruz anlatıcıyla sayfalar boyu ve mırıldanıyoruz: “İyi ki hâlâ yazıyor Adnan Binyazar…” n [email protected] Kızıl Saçlı Kontes/ Adnan Binyazar/ Can Yayınları/ 136 s. 2 0 1 4 n S A Y F A 2 3 Bellek uçurumlarından Diyarbakır, Berlin... Edebiyatımızın usta kalemi Adnan Binyazar’ın yeni öykü toplamı “Kızıl Saçlı Kontes”, uzak coğrafyaların, birbirinden farklı kahramanlarını aynı sayfalar içinde buluşturuyor. Binyazar, çocukluğun şiirle, masalla, türlü yoksullukla yoğurulmuş büyülü taşrasından Latin ülkelerinin sıcak aşklarına uzanıyor öykülerinde. r Sibel ORAL dnan Binyazar’ın Kızıl Saçlı Kontes adlı yeni kitabında aşk var. Bir köpeğe, bir çocuğa, hiç tanımadığı bir annebebeğe, bir kadına… Beş öyküde merhamet, sevgi, yalnızlık izleri sürülüyor Doğu’dan Batı’ya. Binyazar, kalemini sanki bir haritada gezdiriyor. Harita boyunca yazıyor; aynen çocukluğunda parmağını haritaya kondurduğu gibi. Okurun merakını hem kabartmak hem de azaltmamak için ilk üç öyküsüne odaklanalım… “Bozkır” adlı ilk öyküye adını veren yavru bir sokak köpeği. Anlatıcımız öğretmenlik görevi nedeniyle bir bozkır yerleşkesinde bulunduğu için çöpte rastladığı ve sonradan dost edindiği köpeğe de bu ismi veriyor. Ne yazık ki Bozkır’ın anlatıcımız öğretmene rağmen yalnızlığa itilişi, talihsizliği son bulmuyor. Çöpler arasında başlayan kısa hayatının son durağı yine çöp oluyor. Direnmiyor da Bozkır… Bozkır’ı yavruyken avuçlarında ısıtan, onu seven öğrenciler bir süre sonra salyasından bile iğreniyor. Bir şekilde kurtarıcısı öğretmene rağmen kendini öteleyen bir hayatı var Bozkır’ın. Onun da direnci ve isteği yok gibi hayata tutunmak adına. Bu yüzden öğretmenin ona yaptığı yaprak yatağında ölmeye yatıyor. Bu sırada anlatıcı, bulundukları bozkırın doğasını, baharın gelişini, tabiat ananın mucizelerinden bahsediyor. Bir mucize bekliyor belki. Aslında kendi de Bozkır gibi belli ki. Ve bozkır belki de onun tek dayanağı. Ona bakıp kendini görüyor, sanki Bozkır ayağa kalkıp dört ayağıyla koşarsa yaşama sevinci coşkusu içinde o da bir nebze olsun rahat nefes alabilecek. Ama yok… “Her şey birdenbire oluyor” şairin de dediği gibi ve anlatıcı o süreçten şöyle bahsediyor: “Her oluşumun, bir ölüşümü vardır. Aralarındaki tek ayrım; oluşumun adımlarının yavaşlığına karşın, ölüşümünki çok hızlıdır. Acılar içinde kıvranarak yokluğa eren Bozkır’ın tükenişini gözlerken, bir zamanlar varoluşun simgesi sayıp belleğime yerleştirdiğim ‘Birdenbire’ şiiri, o hızlı sürecin söylemine dönüştü belleğimde: ‘Gözleri birdenbire çapaklandı,/ Arka ayakları birdenbire tutmadı,/ Ön ayakları birdenbire tutuldu,/ Birdenbire altına kaçırdı,/ Bakışı birdenbire C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I A dondu... Bitişin çanı birdenbire çalıyor,/ Bitki birdenbire soluyor,/ Canlı birdenbire yokluğa karışıyor.../ Her şey, birdenbire, birdenbire, birdenbire.../ Birdeeennnbiiireee...’ Yüzde gülüş dondu mu kork!” İşte Bozkır’ın da gülüşü donup kalıyor. ZALİMLİK VE MERHAMET Kitabın ikinci öyküsü “İso” da ise tabiatın mucizelerinin kendini müjdelemesi, varoluş ve yokoluş topraklarından daha sert bir yüzeye çarpıyoruz. Toprak yok, ağaç yok, bir şeylerin toprağa bulanmış kokusu yok. Sokak var, asfalt var, işeyen çocuklar, dayaklar, burunlardan boşanan kanlar var, “kahpe analılar” var. Sert, çok sert… Köy enstitüsünde geçiyor hikâye. Diyarbakır Ergani’ye yakın bir yer… Adnan Binyazar’ın Diyarbakır doğumlu olduğunu ve Dicle Köy Enstitüsü’nü bitirdiğini hatırlıyoruz bir anda. Hikâyenin “Kızıl Saçlı Kontes”te merhamet, sevgi, yalnızlık izleri sürülüyor Doğu’dan Batı’ya. Binyazar kalemini sanki bir haritada gezdiriyor. sonunda Çorum, 21.05.1965 İstanbul, 17.07.2013 tarihi var. Anlatıcımızın Daha sonra bu sert çocukların dostlusokaklarda büyüdüğünü öğreniyoruz ğu tatlısert sürüp gidiyor. Çetin şartlar, önce. “Uzun yıllar sokaklarda yaşatuhaf iktidar hırsları, çukura itmeler, mıştım. Sokak çocuğu, içinde yarattığı buza gömmeler, arkadan palavra atkahramanla el ele vermeden yaşayamalar… Anlatıcımız İso’ya göre daha maz. Okuma dünyasına adım attığım merhametli belki de. “İso, ‘Ya sen ya on beş yaşlarıma değin o kahramanla ben!’ dedikten sonra ölmekle öldürmek yaşadım; ben de! Okuduğum her kitap arasında sıkışıp kalmıştım. Ne uğruna bana erdemlerin yeni bir kapısını açölecek ya da öldürecektim? Ne denli tıkça, kahramanım benden uzaklaştı...” çabalasam bu soruya yanıt bulamıyor; Anlıyoruz ki sıradan bir çocuk değil ölmeden ölüyordum... Düşünmekten hikâyesini anlatan. Sokağın sertliğini, beynim duruyordu. Tam dalacakken, deliliğini tatmış, deli güzel bir çocuk. buzlar arasında çırpınmaktan kalın duKöy enstitüsüne başlayan çocuk kahradakları mosmor, gözleri kan çanağı, iki manımız ilk günlerinde “borazan sesli” avucuma sığacak denli küçülmüş bir İso bir çocukla gergin bir diyalog yaşıyor. beliriyordu karşımda.” Çocuk anlatıcıya göre “köy enstitüsüne İş öyle yerlere varır ki enstütide İso yeni yazılmış bir öğrenci değil, Şam işi ve anlatıcı kan davalı iki düşmana kuşağına sokuşturduğu kamasıyla öfke dönerler. Ya ölecek ya da öldürecekkusan bir aşiret reisi” sanki. Geri durulerdir. İlk sırları kamalı kemer ise biyor önce ama takmış kafayı bir şekilde. rinden birinin kanını akıtacaktır. Akıtır Sonrasında adının İso olduğunu öğrenda… O kandır onları birleştirecek. diğimiz çocukla hamama girerken onun Kanları gibi gözyaşları da birbirine kakama takılı kemer sırrını taşıyor. E, ne rışır. Çocukluğun zalim olduğu kadar de olsa anlatıcının da dediği gibi bazı merhametli dünyasının bir özetidir 1270 1 9 H A Z İ R A N çocukların ki bunlar feleğin cilvelerine sırıtıp gülüp geçmişse kitaplarında ihbar yoktur. Sonrasında hamamda birbirlerinin sırtını sabunlamaya varan dostlukları oluşuyor İso ile anlatıcı çocuğun. İso’nun ağzında ise bir türkü: “Dağlar daldadır gözüm yoldadır, oy zalım oy/ Senin o kaşın âlem aldatır, oy zalım oy...” Zalım kimdir ki? İso’nun aşkıdır. Ama neden zalimdir? İso yanıtlıyor: “Seni bırakıp giden ‘zalım’ değilse, kimdir?”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle