Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hakan Bıçakcı’nın yeni romanı “Doğa Tarihi” ‘Tokat yemek pohpohlanmaktan iyidir’ Hakan Bıçakcı yeni romanı “Doğa Tarihi” ile okur karşısında. Sosyal medya ve iletişim çağının da etkisiyle, yazarın deyişiyle “Olduğumuz gibi sevilmek istedigimiz ama olduğumuz gibi olmadığımız” bir dünyanın, sarsıntılarla dolu serüvenlerine gidiyoruz bu romanda. Bıçakcı ile yeni romanını konuştuk. Fotoğraflar: Kaan SağanaK r Alev KARADUMAN ncelikle ilk defa bir kadın karakter yazıyorsun. Baş karakter Doğa’nın, görüntüsü dışında hiçbir şey düşünmeyen biri olduğunu hesaba katarsak, naif erkek dünyasından, şirret(!) kadın dünyasına bir giriş gibi duruyor. Kadın, hele de böylesi bir kadın yazmanın zorluğu neydi senin için? Ana karakterin kadın olmasının özel bir nedeni var. Yani “Hadi bu sefer de kadın karakter olsun” demedim. Nedeni şu, beni rahatsız eden bu sistem en çok kadınlarla uğraşıyor. “Sen buna değersin” diyor ona, “Kendini şımart” diyor. “Çocuk da yaparsın kariyer de” diyor. Sonra hükümet kaç çocuk yapacağına, kadın dergileri nasıl sevişmesi gerektiğine karışıyor. Moda kavramı bile başlı başına bir baskı unsuru. Erkeğin üzerinde daha az baskı var görece olarak. Ayrıca romanda belli bir zamanın ve ortamın insanları anlatılıyor ve kadınerkek, gençyaşlı ayrımı yapılmadan herkes eleştirel üsluptan nasibini alıyor. Roman kahramanları yazarlarına dava açabilselerdi, bence Doğa’dan çok erkek arkadaşı olacak o Onur’un davayı kazanma ihtimali daha yüksek olurdu. Zorluğa gelirsek. Açıkçası pek zorluğu yoktu. Doğa’yı kadın olarak değil bir robot olarak düşünüp yazdım. Çünkü Doğa gibiler bir tür robot uyumluluğuyla yaşıyorlar. İçgüdülerini ve doğal eğilimlerini bastırarak yok ediyorlar. Daha doğrusu ettiklerini sanıyorlar. “ROMANA DİSTOPİK BİR HAVA HÂKİM OLSUN İSTEDİM” Romanın baş karakteri Doğa da şimdiye kadarki Bıçakcı karakterleri gibi tekinsizlik içinde, dev bir klostrofobiyi yaşıyor sanki. Ancak dikkatimi çeken, kitapta gördüğümüz kapalı mekânların hepsi camdan. Sosyal medya ile peyda olan gönüllü ifşanın yanında, bir de zorunlu ifşanın varlığına mı işaret etmek istiyorsun bu şekilde? Evet, bu nedenlerden biri. Bu sefer şeffaf bir klostrofobi var. Her yer cam. Cam olmayan yerleri de güvenlik monitörlerinden görebiliriz. Yani Doğa kesintisiz olarak gözetim altında. Bir S A Y F A 4 n 1 5 Ö yaşadıkları siteden gideriyor ve hatta bir ara “Keşke mezarlığı da olsaydı da sitenin, öldüğünde de gitmek zorunda kalmasaydı” deniyor. Bu haliyle site, o çok özlemlediğimiz köylere benzemiyor mu sence de? Hayır tabii. Keşke herhangi bir yönüyle benzeseydi. Romanın geçtiği yeni tip yaşam alanlarının köylere benzediğini düşünmüyorum. Tarihten ve kültürden kopartılarak uzay boşluğuna yapıştırılmış beton çölleri buralar. Köyde önce ihtiyaçlar ortaya çıkar, sonra bu ihtiyaçların karşılanacağı yerler. Buradaysa ihtiyaçlar önceden üretiliyor. Romanda kurduğun dili, sinemaya olan yakınlığınla yorumlayabilir miyiz? Görsel yönü ağır basan bir dil kullanmayı özellikle tercih ettim bu romanda da. Ama kesintisiz olarak değil. Bazı bölümlerde anlatmaktan çok göstermeyi tercih ettim. Bazı bölümlerdeyse yakın plan kadraj hissinden sıyrılıp uzaktan bakarak anlatmam gerekti. Bu iki tarzı bir arada, tek bir anlatının içinde eritmeye çalıştım. Dikiş yerlerinin belli olmamasına dikkat ederek… “KORKU TÜRÜNE KARŞI TETİKTEYİM” Okurun bir Bıçakcı metnine başladığında, “Ne zaman gelecek bunun kâbusu?” diye bir beklentisi olması muhtemel. Sen bu durumu olumlu mu yoksa olumsuz mu değerlendirirsin? Emin olamadım. İyi yanları da var kötü yanları da sanki böyle bir beklentinin. Ancak yazarken kendimi şartlandırmıyorum bir noktada işler kâbusa dönecek diye. Zaten o an bir şekilde geliyor. Ancak yazar olarak da okur ve izleyici olarak da korku türüne karşı tetikteyim. Var olan düzeni olumlamak için kullanılan Hollywood tarzı korku anlatılarından rahatsızlık duyuyorum. Biz duygusunu güçlendirme amaçlı, karşı toplum yaratmaya meraklı korku türlerinden de. Hani filmin sonunda normalliğe, yürürlükteki kurumsal düzene yönelmiş tehditler yok edilir, mesela canavar öldürülür, köpekbalığı patlatılır, şeytan çıkarılır ve dünya eski mutlu haline döner. İşte bu türden kâbusların karşısındayım. Benim korku anlatımımın fonu, dünyanın o “mutlu” haliyle sınırlı. Onu tehdit eden hiçbir figüre veya olaya ihtiyaç yok. İçinde yaşadığımız dünya, normal diye etiketlenen her şey yeteri kadar korkunç zaten. “Doğa Tarihi”ni kendi yazarlık seyrin ve yeni nesil Türkçe yazın içerisinde nasıl bir yere koyuyorsun? Kendi yazdıklarım arasında biraz farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum “Doğa Tarihi”nin. Sembolik anlatımların ve alt metinlerin önceki romanlara göre daha seyrek olduğu, daha doğrudan bir tavrı var. Anlatılan karakterler ve romanın geçtiği ortamlar açısından da farklı. Ancak atmosfer açısından eski yazdıklarıma benziyor yine. Genel anlamda nasıl bir yerde durduğumu ise gerçekten bilemiyorum. Ama bunu hiç düşünmeden yazmanın önemli olduğuna inanıyorum. n Doğa Tarihi/ Hakan Bıçakcı/ İletişim Yayınları/ 228 s. K İ T A P S A Y I 1265 Hakan Bıçakcı, ”Hollywood tarzı korku anlatılarından rahatsızlık duyuyorum. Biz duygusunu güçlendirme amaçlı, karşı toplum yaratmaya meraklı korku türlerinden de” diyor. yandan yeni mimari anlayış da gerçekten cam malzemesini daha çok kullanıyor. Daha çok insanı boğmadan aynı mekâna tıkıştırabilmek için şeffaf yapılar tercih ediliyor. Sonra Doğa’nın kendini hep vitrinde gibi hissetmesine de gönderme var. Üzerinde son kreasyonlarla... Ayrıca “Doğa Tarihi”ne distopik bir hava hâkim olsun istedim. Distopyaların babası ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ün atası olan Yevgeny Zamyatin’in “Biz” kitabında da insanlar cam duvarların ardına hapsedilmişlerdir. Cam duvar fenomeni birçok açıdan ilgimi çekiyor özetle. Hem göz önündesin hem tecrit edilmişsin. Bu tam da Doğa’nın gönüllü olarak içine hapsolduğu durum. Diğer romanlarında ismini okuyucunun koyduğu kaygı kavramı burada direkt Doğa’nın psikoloğu tarafından dillendiriliyor, “Kaygıdan uzak dur”deniyor. Bu sefer daha açık konuşmanı neye borçluyuz? Doğru bir tespit. Bu sefer birçok konuda daha açık konuşmayı tercih ettim. Durumların ve ruh hallerinin adını koymaktan çekinmedim. Zaten teknik olarak da diğerlerinden farklı bu roman. Bu defa karakterin gözünden takip etmiyoruz olan biteni. Dışarıdan bir göz anlatıyor. Bu değişiklik de daha doğrudan bir anlatıma vesile oldu. Bence “Doğa Tarihi” en kolay okunan romanım oldu bu açıdan. Ama aynı zamanda en zor sindirilen roma2 0 1 4 nım olmasına da uğraştım. Yani böyle bir denge olsun istedim; kolay tüketilir, zor sindirilir. Oldu mu bilemiyorum tabii. Doğa, kendi sanrılarıyla boğuşurken, aynı evi paylaştığı annesinin de benzer buhranlara gark olması, romanda o kadar yakından görülmeyenlerin de hastalıklı durumlar yaşadığını haber eder gibi. Buradan bakınca “yeni çağ” hiçbir açık kapı bırakmıyor mu bu insanlara, o kadar mı umut yok sence? Eğer kölelik, gönüllü köleliğe dönüşmüşse. Yeni çağın türlü manipülasyonuyla sana dayatılanın, özgür iradenle seçtiğin şey olduğuna inanıyorsan. Umut yok. Romandaki karamsarlığın farkındayım ama “Umut yok” demek iyidir bence. “Umut var” denirse uyuşuruz. Tokat yemek pohpohlanmaktan iyidir. “Umut yok” denirse gözümüzü karartıp kendimizi kurtarmak için daha çok çabalarız belki. İnsanın kendini fazlaca önemseme fetişini anlamak açısından çok çarpıcı bir tarih Doğa’nınkisi. Bu tez için, kadındış görünüş kurumsal kimlik üçgenini seçmenin özel bir nedeni var mı? Zira aynı “mış gibi” yapmalara kenar mahallede ya da entelektüel camiada rastlamak da olası… Tabii ki olası. Ama bir alana odaklanmam gerekiyordu. Ve “plaza kadını”nın rekabetçi, robotsu, teşhirci dünyası çok verimli bir alan oldu benim için. Öbür türlüsü, Balzac’ın seksen küsur kitaplık “İnsanlık Komedyası” gibi bir çalışma gerektirir. Doğa’nın annesi tüm ihtiyaçlarını M A Y I S C U M H U R İ Y E T