Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
İrfan Yalçın’dan “Son Bahçeler” ‘Öykü anlatmak roman değil bence!’ Mektup yolu gözleyen son kuşağın mensupları. Sonbaharın müdavimleri. Yolun sonundaki duvarın kısa ara voltacıları. Yaban dünyanın yaralı, nazenin, latif kadirşinasları. Trenlerin inenleri. Türlü türlü gülümseyenler. Geçmişin hem hoş bir hayal hem de zorlu rakipleri. Bir başa çıkma mücadelesi. Son demlerde varılan yeni hayat düzlemindeki kabulleniş sancıları ve ülkenin bir yerindeki bir yaşlılar yurdunda birbirlerine ve anılarına sarılan değişik katmanlardan yolları kesişenler. “Yaralı” bir ülkenin örselenmiş insanları. Bayan Kasımpatı, Bayan Gümüş, Karikatür Adam, Cabbar, Bay Sakallı, Bayan Minnoş, Bayan Çığlık, Büyük Kız Kardeş, Küçük Kız Kardeş, Menekşe, Bayan Cennet, Bayan Öğretmen, Bayan İp, Benek, Doktor, Doktor’un Bayanı, Albay... Yoğun bir anlatım, şiirsel bir dil... İrfan Yalçın’la “Son Bahçeler” adlı romanını konuştuk. r Gamze AKDEMİR irbirlerine istemliistemsiz tez, antitez ve hele ki panzehir yurdun halkı! Farklılar ama seziyorlar birbirini. Kimse kimseye uzun süreli şaşmıyor. Nasıl bir enerji ve nasıl bir alışveriş bu? Yaşamın posalaştırdığı, en yakınlarının bile belki biraz uzaktan görmek istediği ya da görmek istemediği, içlerindeki umutların, düşlerin, gelecek duygusunun kararıp körlendiği, kırık dökük anılarından başka tutunacak dallarının kalmadığı, hüzünden yapılmış canlı oyuncaklar çoğu sanki. Biliyorlar ki en “hicranlı” günlerin yaşanacağı bu son istasyonda bir treni değil, ölümü bekleyecekler artık. Başka başka yerlerden bu dört duvar arasına karmakarışık düşüncelerle geldiler ve dünyaya gelme “mucizesinin” faturasını ödeyeceklerini ilk kez burada anladılar. Bazı bazı inanamıyorlar; nereye baksalar akşam çünkü her şey, her yer akşam. Ağaçlardan, bulutlardan, güneşten, dahası özlemlerinden uzun akşamlar sarkıyor; korkuyorlar. Birbirlerine sokulup avuçlarından su içirdikleri çiçekleri gösteriyorlar; gülüyor ya da ağlıyorlar. Sonra birden yanlış, “Bana ölümü anımsatıyorsun” der gibi bakıyor, öfkeleniyorlar. Çok geçmiyor, değişiyor birden yüzleri, “Bugün de ölmemişsin, yaşıyorsun, kutlarım” der gibiler. Ölümün yarattığı bir demokrasi var orada tabii, ölüme yakınlık açısından eşitler birbirlerine; belki bundan olacak, kırık bir türküyü susuyorlar durmadan ama hiç belli etmiyorlar. Bir ikisinin dışında (Yazarın annesi ve Albay) Tanrı’ya çok inanıyorlar. Kırk yıllık dostları Tanrı sanki, senli benliler. Ama bir yaprak gibi toprakta çürüyüp yok olacaklarına, yani sonsuz ölüme inanmıyorlar. YaS A Y F A 6 n 2 0 sine Caldwel, James Cain’le başlayan, okuyucuyu kandırmayan nesnel bir anlatım biçimi bu. Giderek, Fransız yazınını da etkiliyor. Örnek, Albert Camus’nün Yabancı’sı. Albay... Yaşlılar yurdunun en afili üyelerinden... “Yurdumuz yoğun bir alçak basınç altında. Tarihimizin çıkardığı en ölümcül çıban; başımızdaki başkan” ana başlığı hiç değişmeyen “Delibalta” adlı haftalık duvar gazetesi ve ilginç kişiliğiyle memleketin belleği gibi. Yazara, notlarını verip bunları yaz dediği bir nevi vasiyetinde de gözetiyor herkesi. Yıllar boyu komünistlere yapılan sürek avının kurbanlarından biri Albay. Ağır kanamalı bir geçmişin içinden bazen ürpertili ve korkak, bazen cesur, bazen şenşakrak bakıyor. Onu yazarken ömürleri yok yere hiç edilmişleri düşündüm hep. Ama biri var ki kendisini tanımasam da çıkmadı aklımdan hiç; çok yetenekli, dürüst, soldan sağa savrulan Hilmi Ziya Ülken’in asistanı ve Attilâ İlhan’ın “Beni ben yapan” dediği Hasan Tanrıkut. Sansaryan’dan tımarhanelere, tımarhanelerden en boğucu yalnızlıklara gide gele kararıp çürüyen bir yaşam ve sonra ölüm. “YAŞLILAR YURDU, YAŞAMIN MİKRO GÖRÜNTÜSÜ GİBİ” Zihnin yurttaki dalga boyutu yazarı da sarmalıyor, giderek yaşlılar gibi düşünmeye, hissetmeye, idrak etmeye başlıyor. Sanki son son aktarıyorlar yazara, hayat ve ölüme dair vargılarını, ince sezişlerini hızla. Yazar bir anafora tutuluyor adeta. Yükleniyor benliği tüm o toplamı ve yazar da korkuyor. Yazar, kendisini övme düşüncesinden uzak olarak şunu söyleyecektir belki de: “Hayır, hiçbir şeyi yadırgamadım, hiçbir şeyi içleştirmedim, hiçbir şeyden korkmadım; bütün gördüklerim çok doğal. Çünkü on üç yıl, Beyoğlu’nun bir yan sokağında yaşamış ve orada öylesine dikiş tutmaz, öylesine köşeye sıkıştırılmış ve ıssızlaştırılmış insanlar gördüm ki Yaşlılar Yurdu’nda görüp yaşadıklarım onların gölgesi bile olamaz.” Sonra şu var tabii “ora”nın romanını yazmayı aklına koymuştu belki de Yazar. Annesi orada olsa da öylesine düzenli ve sık gidip gelmeleri bundan olabilir. Sinik bir davranış diyebilir miyiz buna? Belki. Nasıl bir mikro(!) ve bir o kadar da eşit bir toplum sunuyor yaşlılar yurdunun evreni? Evet, genel yaşamın bir “mikro” görüntüsü sanki. Doğuş, savruluş, altüst oluş, yıkılış ve yok oluş. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve eşyalar bir kasırgaya tutulmuş gibi. Kemiriyor ve yutuyor her şeyi zaman. Ama bu bir “kaos” değil, evrensel bir düzen çünkü her şeye, diyalektiğin o değişmez yasaları egemen. Sesler... Tiz, yüksek, alçak, sakin, suskunun içinde hapsolmuş... Duyduk duymadık kalmıyor hele ki sessizliği. Romanı en niteleyen ses hangisi olsa gerektir? Vurulmuş kuşların iç ürperten sessizliğindeki o uzun çığlık. n gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Son Bahçeler/ İrfan Yalçın/ Cumhuriyet Kitapları/ 128 s. K İ T A P S A Y I 1292 B şamaya doyamadıkları bir dünyadan, dinlerin uydurduğu özel, sonsuz bir dünyaya geçeceklerine inançları çok büyük. Ama yine de korkuyorlar, ölmekten korkuyorlar, “korkmuyoruz,” deseler de, korktukları belli. Akıllardan hiç çıkmayan, yaşamın en dirençli “fikri sabiti” olan ölüm korkusu onların en çok sevinçlerinde var; yanlış bir şey yapmış gibi seviniyorlar ve sanki birden buzlanıyorlar. “AĞLAMAYIN BOŞUNA, YOK ÖLÜM!” Kendilerinin de yaklaştıkları o son bahçelere kayıpları açısından da yabancı değiller. Ölüleri var hepsinin, yitirdikleri var. Bu sorunuz bana, ıslıkla çok güzel sesler çıkaran Albay’a, romanın bir yerinde, örneğin oğlunun ölüm yıldönümünde, önce “Mozart’ın Requieme’ini, sonra Beethoven’in Eroica’sını daha sonra da Chopin’in Matem Marşı’nı çaldırtsaydım keşke” diye düşündürdü. Biliyorum, çalmak istemezdi, “ağlatmayalım yolcuları” derdi, “kuş sesine bile dayanamayanlar var çünkü.” Ama belki de bu üç Matem Marşını da bilmediğini, çalamayacağını söyledikten sonra o güzel ıslığıyla Çanakkale Türküsü’nü çalmaya başlar, ağlatırdı birilerini yine. Onlar öyle ağlarken o her birine yavaşça yaklaşıp Epikuros’un o ünlü sözünü fısıldardı, “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum; ağlamayın boşuna, yok ölüm!” Yazarın, mantığın sesi, stoacı filozoflardan feyz alan annesi bir merkez nokta gibi. Anne, evrenin diyalektiğini anlamış biri; evrende her şeyin ancak beş duyumuzla kavrayabileceğimiz maddeden oluştuğunu, doğa yasalarının bütün evrene egemen olduğunu; bütün nesnelerin kendilerini minimum enerjiye, maksimum kaosa doğru çektiklerini bilimsel olarak biliyor; kül yutturmak zor ona. K A S I M 2 0 1 4 İlkçağın “Sarsılmazlar” denen “Stoacı” filozoflarını çok beğense de onlar gibi değil o; ağlıyor ve üzülüyor. Uzun uzun gözyaşı döküyor Albay’ın ölümüne. Katmanlı ve şiirsel bir okuma. Metni nasıl kurduğunuzu anlatır mısınız? Sanat, bir içeriğe biçim vermek. Romanda, konu, izlek (tema), dil, biçem gibi öğelerin bütünleşmesiyle oluyor bu. Ama şu var ki bir öykü anlatmak, roman değil bence. Öyle olsa kolay; mahkeme tutanaklarının orasını burasını düzelt, roman diye saç ortalığa. Anıtsal romanların büyüklüğü, insan dünyasını nitelikli içerik, nitelikli duyarlılık, nitelikli dil bütünlüğü içinde yansıtmasından ileri geliyor olmalı. Gerek öyküde, gerek romanda şiirselliği savunuyorsam bir anlamı en yetkin biçimde şiirin billurlaştırdığına inandığımdan. Sözcüklerin anlam değerleri yok yalnız, ses (akustik) değerleri de var. Bunların uyumlu bir biçimde kullanılması, etkilenmeyi, yoğunluğu daha da artırıyor ve estetik bir tat, estetik bir doyum sağlıyor bence. “DAVRANIŞÇILIK FRANSIZLARI DA ETKİLİYOR” Romanın vizörü de “Bayan Çığlık’ın telaşlı bakışlara girip çıkan gözleri gibi; telaşlı, sanki geçmişteki fırtınaları, ağır yıkımları izliyor, sanki dört yanı sislerle boğulmuş boşluk; sanki mavzer bütün gözler, içini dışını delik deşik ediyor” diyebilir miyiz? Romanın gezgözarpacıktan bakanı, yani “vizör”ü benim doğal olarak. O an yaptığım, kendimi bir başkasında duymak, “empati.” Ama şu var ki roman kişilerinin içine yani bilinçlerine, belleklerine, düşlerine hiç girmiyor, Tanrı romancılığa soyunmuyorum. Bütün yaptığım, roman kişilerini davranışlarına göre betimleyip anlatmak (Behaviorisme). Emir ve dilek kipleri yok hiç, bildiri kipleri var. Amerikan yazınında Hemingway, Dashielle Hammet. Erk C U M H U R İ Y E T