25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ayşe Sarısayın’dan “Ansızın Günbatımı” Araya hayat girmiş, hayat tüm hevesleri tüketmiş Ayşe Sarısayın “Ansızın Günbatımı”nda, geleneksel tabular arasında büyümüş ve bunun içinden kendi hayatı pahasına çıkmakla çıkmamak arasında kalan bir kadın ve üç kızının hikâyesini, terk etme kavramını merkeze alarak anlatıyor. Yazar, bireyin iç çatışmalarına dair çözümlemeleriyle dikkat çekiyor. Sarısayın’la romanı üzerine söyleştik. r Sibel ORAL ir okur “Romanınız işte aynen Kafka’nın dediği gibi içimizdeki donmuş denize inen bir balta misaliydi” deyiverse ansızın. Biliyorum mahcup olursunuz ama söyleyin yine de ne hissedersiniz? Koyu kırmızı bir mahcubiyet elbette, yanı sıra tarifsiz bir sevinç! Başlangıçtan bu yana okuma yolculuğumu yönlendiren duygulardan biri bilmediğim, yabancı dünyalara dokunma çabasıyken öteki belki daha baskın olanı adlandıramadığım ya da dile getirmekte zorlandığım kimi durumlarla ya da duygularla kitaplarda buluşma, içimdeki ıssızlığı bölme isteğiydi. “Donmuş denize inen bir balta” değilse de birkaç okurda, birkaç satırla da olsa söz ettiğim duyguyu yaratabilmek, kıvançların en büyüğü olurdu benim için. Okuru o kadar içeri buyur ediyor ki romandaki kardeş, anne ve hatta o ölü bebek… Şahika’yı, Prenses’i, Ortanca’yı, Sarı Papatya’yı dışarıdan biriymişim gibi soramıyorum. Bu yüzden de romanın kişilerinden önce sizi sormak istiyorum. Siz bu romanla geçirdiğiniz o uzun zamanlar boyunca ne yaşadınız, neler hissettiniz? Yazmak, sanırım herkes için az çok sancılı bir süreç. Kurmaca bir metin de B olsa kendimize ve hayata dair biriktirdiklerimizle yol alıyoruz çünkü. Sorunuzun cevabı romanda yer alıyor galiba: “O kitaplarda senin hayatın var. Anıların değil, hayatın! Hayatından ve kendinden damıttıkların. Ne sancılarla, ağrılı. En kırılgan anların, o anları yazıya aktarabilmek için savaşmaların.” Hem anne, hem kız çocuğu oldunuz. Gidenleriniz oldu; yakın zamanda annenizin gidişini yaşadınız. Muhteşem bir babanın kızıydınız. Bu romanda anne, çocuk ve ev içinde olmak nasıl geldi, nerelere gittiniz? “YAZMAK ESKİ BİR KAZAĞI SÖKMEK GİBİ BİR ŞEY” Az önce de dediğim gibi yaşamım boyunca biriktirdiklerime gittim ağırlıklı olarak. Tanıklıklar, okunanlar, izlenenler, ülkede, yakın ya da uzak çevremde yaşanılanlar, insanlık halleri. Sıkça verdiğim bir örnektir; yazmayı, eski bir kazağı sökmeye benzetirim hep. İpliği doğru yerden çekerseniz, hiç takılmadan sökülüp gider sonuna dek. Takıldığı yerde de düğümü sabırla çözmek, hırpalamamak, zedelememek kaydıyla! Nicedir aynı biçimde olan ve artık algılamadığımız kazak, bambaşka bir dokuya dönüşür, ardından da farklı bir kalıba girer yeniden. Bu romanda da öyle, çoğu ev içlerinde geçen, çocuk olmanın ardından, anneliğin de deneyimlendiği bir hayatın biriktirdikleri; biraz çözülme, biraz duyguları sınıflama, istifleme... Bir arkadaşımın deyişiyle hayatı temize çekme! Peki, en başa dönelim; bu romanın sizdeki çıkış noktası ve duygusu neydi ilk masa başına oturduğunuzda? Bu hikâye size nasıl geldi? Aynı romanın başındaki gibi bir geliş miydi? Çıkış noktasını belirleyen tek bir kavram vardı: Terk! Her anlamda terk: Ayrılışlar, vazgeçişler, bitirişler. Geri dönüşü olmayan ölüm, ölümlülük meselesi; çok sevdiğim, değer verdiğim insanları kaybetmenin yarattığı duygular. Sözcüklerin, yazının da terk edildiği ruh halleri de var. Üzerinde “Terk!” yazılı CD’nin anlatıcının eline geçtiği giriş bölümünü oluşturan, bu duyguydu esas olarak. “BENİM DE 12 EYLÜL’E AİT TANIKLIKLARIM VAR” Sevgili Selim İleri arka kapakta “Sarsıcı çözümlemeleriyle derin iz bırakacak” demiş. Çok da haklı. Ben özellikle Ortanca ile anne Şahika’nın ve diğer kız kardeşlerin Kanlı 1 Mayıs ve sonrasında yaşadıkları üzerine değinmenizi isteyeceğim. Devrimci ve bu yolda ölüme gitmeye hazır bir kız ve bir annenin çatışması… Anlatıcı hiçbir tarafta değil, olması “Babalar, anneler, kızlar, oğullar; var olmamıza neden olan fakat var oluş biçimlerimize engel koyan ilişkiler yumağı!” da gerekmiyor belki. Siz ne dersiniz? Selim İleri’nin sözleri çok değerli, büyük onur verdi bana. Yetmişli yıllar ve ardından gelen 12 Eylül fırtınası hepimizi sarstı, bugünümüzü, bugün yaşanılanları belirledi büyük ölçüde. O yıllara ait tanıklıklarım var, ben de “taraf”tım aslında ama anlatıcının hiçbir tarafta olmamasını tercih ettim, olayları, daha çok da olayların yarattığı duyguları herhangi bir ideolojiden, inançtan bağımsız olarak dile getirmesini istedim. Bu çatışmalar pek çok evde yaşandı, hâlâ da yaşanıyor. Büyük davalara adanan hayatların gerisinde, kaygılı bekleyişler içinde anneler babalar, altüst olan küçük hayatlar... Hepsi anlaşılabilir, hepsi insan olmaya dair. Romandaki annekız çatışmasındaki temel sorun, bu insani kaygıların ötesinde, annenin hiçbir konuda taviz vermeyen kişiliğiydi daha çok. Şahika Ener… Hem de adı ve soyadıyla Şahika Ener. Fakat kızları sadece Prenses, Ortanca ve Sarı Papatya olarak biliyoruz… Ressam annenin adını, en başından beri Şahika olarak kurgulamıştım, bu karakter ismiyle birlikte oluştu zihnimde, soyadı sonradan geldi. Kızların isimsiz olmasının nedenini, ben de bilmiyorum tam olarak; isimlere fazla anlam yükleme eğiliminde olduğum için onları bir ismin çağrıştırdığı sınırlar arasına hapsetmek istememiş, genelleştirmeye çalışmış olabilirim. Şahika Ener’in kızlarına çocukluk yıllarındaki hitaplarıyla yetindim; kızları büyüdükçe onlara ilişkin korkuları, kaygıları yüzünden baskıladığı ama hep var olan sevgisini bu şekilde yaşatmak istedim belki de... Şahika Ener’i anlamak… Uzun süre bunu düşündüm… Haklı hırsları da yok değil… Siz anlatın, nasıl kurguladınız, nasıl hayal ettiniz onu? Teokratik bir devlet yapısının, laik ve demokratik bir sisteme dönüşme çabalarına tanıklık eden, farklı bir düzenin değerleriyle büyümüş ve çocuklarını da aynı şekilde büyütmeye koşullu geleneksel ailelerin, Cumhuriyet’in ilk yıllarında doğmuş, ilk kuşak “Atatürk çocukları”ndan biri olarak düşündüm onu. Cumhuriyet değerlerini kabullenmeye hazır, evinde de demokratik olmak, öğrendiklerini uygulamak isteyen, hatta uyguladığını sanan bir kadın. Ancak ataerkil düzeni kırmaya uğraşırken o düzenin kodlamalarıyla hareket etmeyi sürdürüyor. Düşünceleri, inandıkları, en azından inanmaya çalıştığı değerler farklı da olsa kökleri geleneksel yapıya uzanıyor, referanslarını o yapıdan alıyor. Kalıpları aşmış görünüyor dışarıya karşı, oysa iç dünyasında arada kalmış, sıkışmış. Terk edilip üç kızının sorumluluğunu üstlendikten sonra var olmanın, bildiği hayatı sürdürmenin tek yolunun tavizsiz, ne olursa olsun dik bir duruş sergilemekte olduğuna inanıyor. “Uzlaşma’dan, uzlaşmaktan. Şahika Ener, kendisinden korkuyor en çok.” Bunun bu kadar zor olmasını bir kadın olarak diyelim neye borçlu olabilir sizce ya da kadın değil de anne olarak mı diyelim? “Ayıp” ve “günah” kavramlarıyla yetişmiş, geleneksel yapıdan gelen bir kız çocuğunun, kendini yabancı hissettiği bir düzende kadın kimliğiyle var K İ T A P S A Y I 1292 S A Y F A 1 4 n 2 0 K A S I M 2 0 1 4 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle