Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Melih Ergen’den “Sağır Bellek” Bir babaoğul öyküsü… Düşler, sayıklamalar, gerçekler arasında her an ve her göndermesiyle acısını artıran dünyaya karşı katalepsiye gömülüp gerçeklere karşı demans haline çekilemeyen ama sözedincini (performans) koruyan bir adamın ağzıyla babasını sorgulayan, sorgularken de ona benzediğini fark edip babasına dönüşen bir anlatıcının hikâyesi “Sağır Bellek”. r Hayri K. YETİK de piyasa işi triviyal romans yazarıydı Ergen. “Tanrıdan ve ölümden korkmayarak şiirini yazmak vardı bu dünyanın” dediğinden belli; ama, ironi yeteneği buna elverişliydi; üstelik bir de gülmece ödülü vardı; ama, onu bir şaka olarak denemiş, tadında bırakmıştı. Ayrıca bu arada çok renkli anılar döşemişti geçtiği yollara; romanlar, öyküler, köşe yazıları, radyo programları, tiyatro eleştirmenliği… Dahası Yeşiller Partisi kuruculuğu ve başkanlığıyla noktaladığı kırk yıllık politik mücadelesi, hem bunun için hem de Sağır Bellek gibi bir roman yazmak için azımsanmayacak bir zenginlikti. Yaşadığı hayatı her neyse, yadsımayan; geçmişiyle karşılaşmaktan ve yüzleşmekten korkmayan, söylenmesi gerekeni geciktirmeden, evirip çevirmeden dosdoğru söyleyip ceketini alıp dimdik yürüyebilen Donkişot’lar, kaderin kaçtıkları yolda karşılaşıp çarpıştıkları olacağını bilir gibidirler. Ama her türlü cilvesine ve sürprizine hazır oldukları hayat onları da şaşırtacak, budala yerine koyacak en onulmaz yerinden vuracak tuzaklar da barındırır. OTOBİYOGRAFİK GÖNDERME Romanın otobiyografik gönderme sayılabilecek yazara ait son notu, böyle bir vurgunu akla getiriyor: “Ocak, 2009, Dost’un on beşinci yılı anısına.” Sağır Bellek’in otobiyografik bir roman olduğu savlanabilirler bu nota takılanlar; hatta kimi mekân betimlerinden, mesleklerden, olaylardan yola çıkarak kimi kanıtlar da sunabilirler. Otobiyografi diye okunmasının yazınsal değerinden bir şey kaybettireceğini sanmam; tersine bu günümüzde sınırlarını zorlayan, metinlerarası bir mecraya kaymakta olan roman beklentisi içinde olanlar için artı bir nitelik bile sayılabilir; ve de okumayı sürükleyici kılan bir katalizör. En önemlisi anlatımıyla büyüsünü koruyan, gizini saklayan ve ancak bu niteliğinin farkında olarak, ya6 lunan, hemen hemen Türkiye’nin yedi bölgesinde gezinen hikâyenin coğrafyası kadar, mekânlarından birini oluşturan demiryollarına ilişkin betimlerin bir altmetin olarak zevkle okunması da mümkün. BURGACA DÖNÜŞMÜŞ BİLİNÇAKIŞI Araya aşkların da katıldığı roman, bir yanıyla yaslandığı anlatı zamanı, bir yanıyla bir aile çevresindeki olayları kurguladığı ve elbette hikayesi anlatılan Mahmut’un ve anlatıcının bir karakter olarak portresi açısından olmazsa eksikliği duyumsanacağı için “polis yıllarca aradı Hilal’i ama bulabildi mi diyorum, o yeni bir dünya kurulmasına dair sahip olduğu inançları yüzünden kaybolup gitmiş, annemse inançlarını yitirdiği için caymıştı yaşamaktan, oğlumsa bir inanca sahip olacak kadar büyük değildi henüz, onun neden kaybolduğunu anlayamıyorum” gibi bir göndermede bulunur. Burgaca dönüşmüş bilinçakışı içinde bir içkonuşma, bir hesaplaşmanın romanı olarak kendisiyle, geçmişiyle, dünyayla, hiçlikle, anlamla, anlamsızlıkla, yanılsamayla, yalanlarla baş edebilme savı taşımıyor. Bir şey anlatmış olmak, bir şeyi anlaşılır kılmak gibi bir derdi de yok! Özne olmaksa vazgeçtiği bir şey, yazar mesajı da böyle bir edilgenlik taşır. “Bir de demiştim ki karıma haklı haksız savaş olur mu hiç, savaşa topyekun karşıyım ben, bir günden bir güne ben haklıyım sen haksızsın dedim mi sana, hiç kem söz ettim mi, egemenle, egemen olmak isteyen kendi zihnine inanır ve orada bulur kendi doğrusunu da, inanmazsa kendi doğrusunu da yaratamaz, çünkü her ideoloji bir inançtır (…) tarih kısır bir döngüdür ve bu böyle sürer gider demiştim de, o bana ne demişti biliyor musun, anlaşılan sen artık kutsalını yitirip inançsızlığa inanır olmuşsun demişti,” diye belirlenebilecek bir farkındalık içinde söyler sözünü. Belki de artık bir dert yoksunluğu içindedir: “Ben hayatın tek gerçeğinin ölüm olduğuna inanarak yaşarım, ama sen söyle bari Derviş, oğlumu bulacağıma inanmadan nasıl yaşarım” gibi yanıtsızdır çünkü dünyadaki yerine ve varlığının anlamına ilişkin soruları... Düşler, anıklamalar, gerçekler arasında her an ve her göndermesiyle acısını arttıran dünyaya karşı katalepsiye gömülüp gerçeklere karşı demans haline çekilemeyen, ama sözedincini koruyan bir adamın ağzıyla babasını sorgulayan, sorgularken de ona benzediğini fark edip babasına dönüşen bir anlatıcının hikâyesidir Sağır Bellek. Ama buna kapanmış, anlatımını da bununla sınırlamadan. Bildirisini, düz anlatıma indirgemeden, yazınsallığın önüne çıkarmadan sözaltında, söz arasında savaşsız dolayısıyla sömürüsüz bir dünyanın olanağına göndermede bulunan sözceleri farkedilmeden bilince taşınabilecek biçimde serpiştirilmiştir. Uzun sözün kısası bizim hikâyemiz olmayabilir belki, ama yine de kesinlikle bizimkilerden birinin hikâyesidir. Yazar kimi anlamamızı istemişse anlatıcıdan ya da Mahmut’tan, acısının bize bulaşmasından korkmakta, hatta bundan kaçınmakta haklı olabiliriz belki, ancak insanın yanıbaşındakilerinin acısına sağır kalabilmesi mümkün müdür? Ya böylece insan kalması? n Sağır Bellek/ Melih Ergen/ Kanguru Yayınları/ 209 s. K İ T A P S A Y I 1229 enç bir kadın, elindeki Sağır Bellek’i imzalatmak üzere Melih Ergen’e uzatacak iken içeriğini sordu. Ancak, “Ölüme dair, kasvetli bir hikâye,” yanıtını duyunca geri çekti. “Neye dair bir roman bekliyordunuz” sorusunu da “aşk, heyecan, coşkulu bir roman” diye yanıtladı. Zaman ve zemin uygun olsaydı da ona, kitaptaki şu satırları okusaydım diye geçirdim içimden: “Annesi öldüğünde ve sonra da bu yüzden kim arayıp soracak olsa öldüğünü söylememiş miydi babasının, tabii ki ölmemişti babası ama her oğul babasını bir kez öldürür, öldürmek ister, onu öldürmeyip de kendini öldürmesinin adı değil midir intihar diyerek bana kaybolduğunu söylese de Mahmut, oğlunun da kendini öldürmüş olabileceğini işte ilk kez o gece anlamıştı!” Ya da veya ek olarak şu satırları: “Sorumluluklarımı yerine getirdim, lütfen beni bağışlayın, diyerek gerisinde bıraktığı küçük bir pusulayla günahlarının bedelini ödediğini sanıp intihar etmişti. Hayatı ödevler, doğrular ve sorumluluklar toplamı görmenin sonu.” Genç kadın kitabı raftaki yerine koymak üzere uzaklaşırken, “babasını öldüremediği için kendini öldüren bir oğlun” hikâyesi bu, diye seslenmek istedim arkasından ama reklam sanılır diye yutkundum. Pazarlamanın en büyük marifet olduğunu, hem de her türden biopolitik ve eristik hokkabazlıklarla yapıldığını, çok basar, yok satar yazarların savruk, sorumsuz konusu ve kurgusu çevresinde nasıl da bir mistifikasyon yarattıklarını ve bununla övündüklerini bilmez olur muyum hiç? Belki de özellikle Sağır Bellek’in yazınsal değeri ve anlattığı trajediye birinin daha tanıklığını sağlamak için bu gerekebilirdi. Ne ben reklamı becerebilirdim ne G ni bülbülün ses güzelliğini etini yiyerek yakalamaya kalkışmadan okunduğunda estetik hazzı tam olarak verebilir bir roman. En zor yerleri bu tür romanların hem yazar için hem okur için söz gelip de felsefi sorunsallara vardığında roman kahramanı ya da anlatıcı bundan kendilerini alamazlarsa çokça öğretmenliğe kalkışıldığı, gösterenden gösterilene dönüldüğünden zaaf belirir. Bu tuzağa düşmemiş M. Ergen. Söz gelip özgürlüğe, dünyanın anlamına/ anlamsızlığına ve hiçliğe ilişkin bir şey söylemesini dayattığında, yaşanmışlığın sahiciliği veya entelektüel birikimin olanağıyla, “nereye baksan kötülüğün sonu var, şu dipsiz uçurumu görmüyor musun, şu tufanı, hepsi özgürlüğe gider, susuzluktan kavrulan şu mahzun ağacın her dalında özgürlük salınır, yüreğinin kölelikten kaçmak için öyle çok yolu var ki” ya da “hiçliğin, yokluğun karşısında alçakgönüllü bir kabulle de barışabilirdik ölümle ve ancak o zaman kurtarabilirdik kendimizi ölümün iktidarından, çünkü ölümü gönüllü olarak istemek demek kabullenemediğimiz bu dünyayı yanımızda götürmeye kalkmak, dışımızda aradığımız sevgiyi içimizde bulamayıp düş kırıklıklarıyla geçen hayatımızın suçunu başkalarına yüklemek demekti” gibi satırlar arasında sözedimini yitirmeden sahici, yaşanmışlık izlenimi uyandıran, kolay alımlanabilir bir dile dönüştürebilmiş. Bir an önce anlatıcı kim, Suat Bey’in Mahmut’la ilişkileri ne, olay nerde başlayıp nerde bitiyor, nasıl bir trajedi içine gireceğim diyerek sabırsızlanan, yani düzçizgisel kurgudan hoşlananlar, bu beklentileri nedeniyle bir cümle gibi sürüp giden bu romanın bu tür şiirsel güzelliğini kaçırabilirler. Cümlelerin hakkını vermek için bülbülü öldürmeden okumak gerekir. Bununla birlikte Cumhuriyet’in ilk günlerinden günümüze uzanan süreçlere göndermelerde bu 5 E Y L Ü L 2 0 1 3 n S A Y F A C U M H U R İ Y E T