08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Emekçiyle işçinin göz ardı edildiği bir öyküleme önce ağırdan, sonra hızlanarak bütün alanlara yayıldı, çığ gibi büyüyüp yazınımızın üzerine ıhtı, onu soluksuz bıraktı. Elbette kapalı, içe dönük, varoluşsal boğuntulara saplanmış bir öyküleme de gerekirdi, hatta böylesiyle karşılaşılmasa, bir zorunluluk olarak da çıkardı bu ortaya ama bu izleklerle biçemlerin enikonu egemen hale geçmesi ister istemez dikkatin buraya kaymasına yol açtı 1990’lar boyunca… üz yıl öncenin öykülerinde karşımıza çıkan, kendisine doğrulukerdem temelinde yaklaşılan küçük insan, 1930’larda, özellikle 40’larda niteliksel değişimle emekçiye dönüşürken 1950’lerle birlikte, emperyalizmi de sorunsal boyutunda sırtlandı. 1968 yükselişiyle kabaca on yıl işçi, emekçi değişkeleriyle karşılaşıldı öykümüzde. Bu açılım, o hale geldi ki, öyküler yapay, kopyalamaya dayalı üretilir oldu neredeyse. Güçlü bir temel üzerinde yapılandırılmadığı için de 12 Eylül’le birlikte, “kâğıttan kaplan” benzeri bir çırpıda yıkıldı, kurulurkenki kolaycılığında gözlendiğince. Bu çöküş, hem sınıfsal hem de sanatsal örtüşme gösterdi. Sınıfsal açıdan işçiler, emekçiler için yeni yaklaşımlar belirlemek, siyasalar üretmek zorunluluğu doğarken bu kesimin öykülemesinde de yeni biçimler, biçemler aranması gereği çıktı ortaya. Bunun sonucunda yapaylıktan, çizgisellikten, yamalı bohçadan uzak sağlam duruşlu emekçi, işçi öyküleri için, gençlikte küçümsenen babaların, erişkinlikte aranılır oluşuna benzer biçimde, Sait Faik, Sabahattin Ali, Orhan Kemal vb. adlar da, yeniden bulgulanır oldu. Bu arada yoksulluk ortadan kalkmış, ülkede, dünyada emekçi, işçi sorunları sona ermiş, bütün bütüne çözümlenmişçesine bu tür öyküler de hepten gündemden çıkarıldı. Emekçiyle işçi yaşamdan uzaklaştırılırken öyküyle romandan da kovuldu böylece. Evrenlerinde bu insanların gezindiği öykü, roman kaleme almanın gereği kalmamıştı artık… Yazarlar olsa olsa kendilerini avutmuş olurdu bu insanları yazmakla. Emekçiyle işçinin göz ardı edildiği bir öyküleme önce ağırdan, sonra hızlanarak bütün alanlara yayıldı, çığ gibi büyüyüp yazınımızın üzerine ıhtı, onu soluksuz bıraktı. Elbette kapalı, içe dönük, varoluşsal boğuntulara saplanmış bir öyküleme de gerekirdi, hatta böylesiyle karşılaşılmasa, bir zorunluluk olarak da çıkardı bu ortaya ama bu izleklerle biçemlerin enikonu egemen hale geçmesi ister istemez dikkatin buraya kaymasına yol açtı 1990’lar boyunca… Ancak 90’ların sonları, 2000’in başlarından itibaren yeni bir kıpırdanış da ucunu S A Y F A 14 n 13 H A Z İ R A N itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] “ATEşLE DANS”TAN “DİLİ YüREğİNDE”YE… Celal İlhan, ilk öykü kitabı Ateşle Dans’taki (Kum, 2005) öyküleriyle dikkati çekmeyi başarmıştı. Sözgelimi “Altmış Beş Metrede” başlıklı öyküsü hem bu alana özgü örnek bağlamında hem de unutulmaz öykü olarak öykücülüğümüzde yerini almış bir ürün. Onun Ateşle Dans’ına değinmiş, Grevden Dönen (Kanguru, 2009) adlı anı kitabı üzerinde ayrıca durmuştum ama Celal İlhan’ın öykülerine topluca bakmamıştım bugüne dek. İlhan Ateşle Dans’ın ardından iki öykü kitabı daha yayımladı: Dokunan (Ürün, 2007), Dili Yüreğinde (Kanguru, 2012) Öyküde onuncu yılına ulaşırken Celal İlhan bizi üç kitapla buluşturdu böylece. Artık onun öykücülüğü üzerine dolambaçsız sözler edebilme olanağı doğuyor bu nedenle. Yazar, Dokunan’ı, “Emeğe, sevgiye ve babama”, Dili Yüreğinde’yi “Emeğe,/ Sevgiye,/ Anama,” diyerek sunmuş. Bir emekçi, işçi yazar olarak “minnet duygusu”nun hemen kendini ele verdiği, alttan alta bir borç ödeme duygusunun kendini gösterdiğini sezmemek olanaksız bu nedenle. Bütün öykülerde bu duygu gözlemlenebiliyor. Belki bundandır aykırı karakterler de öykülerde apaçık öne çıkıyor. Zaten Celal İlhan, ilk öykülerindeki evrenlerle kişilerin ardından daha da genişlettiği nefesi, dilce, biçemce anlatısına içirdiği somut zenginlikle bunları işlemedeki özenle de dikkati çekiyor artık. Nitekim dildeki gücünü, bunu tam bir Anadolu katmerine dönüştürerek gösteriyor yazar. Alçakgönüllü bir öyküleme içinde kan kustuğu halde kızılcık şerbeti içtim diyen kundura ustası Ahmet’i, taş ustası Sarahmet’i okurken, yazarın önde giden duyarlığı yakalanabiliyor. Ayrıca anlatısından sızan çocuk bakışının, Alevi ekininin, dümdüz biçimlenen öykülere bile değer kattığı bunları nitelikçe canlandırdığı görülebiliyor. Öykülerde doğasever, çevreci tutumdan öte bir anlatım karşılıyor bizi. Doğa önemli role sahip bu evrenlerde. Ama nakışlı deyişlerle süslenmiş zengin anlatım, yaban yaşamına, bitki çeşitliliğine dönük kutsama, kıyamazlık insanın başını döndürüyor adeta. Doğal ki kadıncı bir yazar Celal İlhan. Kadına karşı “yatakta dost, ayakta düşman” (Dili Yüreğinde, 41) erkeklerle hemen her öyküsünde hesaplaşması bundan belki. Elbette Celal İlhan’ın öyküleri arasında, keşke bunlar kitapta yer almasaydı diyebileceğiniz örnekler de var. Ama çıtayı iyice yükselttiği örneklerle de karşılaşılmıyor değil… Ne ki sanatta, bilimde, düşünüde verimleyicinin çıtayı en yükseğe çıkardığı yer alınmaz mı ölçü olarak?… Tıpkı 16 Haziran’ın işçi sınıfı eylemleri içinde çıtanın en yüksekte durduğu yerlerden biri oluşuna benzer biçimde… Bu gerçeklik de öykümüzde yeniden kuruluyor böylece… Ne güzel, 16 Haziran’lar yaratmış bir işçi sınıfımız var, bunların kaleme alındığı bir işçi sınıfı yazınımız… Sonra bütün bunları okuyup yerli yerine oturtacak okurumuz… n Altyazı: Öykü, roman, oyun dosyalarıma yoğunlaşmak üzere yılın belli dönemlerinde “Kitaplar Adası” yazılarını topluca hazırlıyorum. 2 Mayıs–11 Temmuz arasını kapsayan yazıları da bırakmış, İstanbul’dan ayrılmıştım. Ancak yüzyılımıza da damgasını vuracak bir “Gezi Parkı Direnişi” olayından sonra, bu hiç yaşanmamış gibi davranılamaz. Bu çerçevede direniş odaklı kimi kitapları yakın zamanda “Kitaplar Adası”na konuk alacağımı söyleyebilirim. Yazdılar, yazıyorlarsa, bu direnişin dönüştürülmüş öyküsünü, romanını, oyununu paylaşırlarsa eğer, bunlar üzerinde kalem oynatmak da benim için zevkli bir gönül borcu olacaktır genç kardeşlerim için… (5.6.2013) K İ T A P S A Y I 1217 Kır, kent kökenli emekçi, işçi öyküleri... göstermeye koyuldu kendiliğinden. İşçiye, emekçiye yeniden ilgi duyulurken öyküleme sanatında da görece farklı düzlemde bir gelişim gözlenebiliyordu. Kimi genç yazarlar, neredeyse hacıyatmaz kılığına bürünmek üzereyken tam, atak yaparak öyküyü, ayakları yere basan yazınsal tür bağlamında bir kez daha oturtmaya çalıştılar. Üstelik bu kez geçmiş deneylerden yararlanmaya dönük açılım da söz konusuydu… Hapishanenin imbiğinden geçmiş kimi genç yazarla işçiler, emekçiler de katıldı süreç içinde buna… öykülerin niteliksel düzeyi üzerinde dururken toplumsal değerle estetik değeri birbirine karıştırmamalı. Öykü, olgusalı aktarmakla yetiniyorsa eğer, gerçekliğin yansıtılışı açısından yaşananlar bağlamında, neredeyse hiçbir yol alınamadığı gibisinden sonuç çıkar ki ortaya, bu inandırıcı olmaz. İşte Adil Kurt, yaşamın emekçilere yüklediği acımasız koşulları, yoksulların güç bela sürdürdüğü bu ezici yaşamı, öykülerinde yalın, çıplak biçimde anlatıyor. Usulca, içe işler biçimde… Ondan daha önce okuduğum aşçılarla ilgili birkaç öyküden sonra bu kitabı da ilginç geldi bana. Diyeceğim Adil Kurt, öyküyü biliyor. Bu yoldan ayrılmadan ama artık bunu zenginleştirip ayrıntılandırarak sürdürmesi gerekiyor öykülemeyi. Bu çalışma arzusu, yaklaşım tutkusuyla farklı bir düzeye ulaşacağı kesinlenebilir tez zamanda… Bunu hak ediyor o. Hiç kuşkum yok, arkası da gelecek… ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA 8 Y EMEKÇİNİN BİR YAZAR OLARAK PORTRESİ… Emekçi ya da işçi öykü yazmaya yöneldiğinde, bir ölçüde heyecanlanıyoruz. Yazdıklarına bakarken kararsızlık yaşıyoruz görece. Kimileri, sanatın ölçütlerini dikkate alarak veya sınıf ideolojisine dayalılığına bakarak kendilerince belirledikleri şablon doğrultusunda tutum sergilemiyor değil ama büyük çoğunluk yine de bu öyküler karşısında heyecanını engelleyemiyor sanki… İlkin şunu ayırmamız gerekiyor: Emekçi, işçi sorumluluğunu sürdürdüğü işini değil, bir başka işi yapıyor; yani alıp eline kalemi, öykü yazıyor. Oysa fabrikada çalışmak ayrı bir iş, öykü yazmak daha başka… Üstelik kendini yazar olarak tanıtan pek çok kişi bile tam anlamıyla altından kalkamazken bu eylemin, emekçi için, salt emekçi oluşu nedeniyle veya bu yaşamdan canlı, gerçekçi kesitler getirdiği, getireceği düşünülenerek başarılı olacaktır gibisinden bir kestirime gitmemek gerekiyor ille de. Önemli olan emekçiyi, işçiyi, içindeki yazma isteği yönünde yüreklendirmek, onu küstürmeden bu bağlamda yazmaya isteklendirmek kuşkusuz, bundan ötürü burada bire bir ilişki ön plana geçiyor ister istemez. Alımlama yeteneği bulunan okurun, işçi yazar tarafından kaleme alınan öykü karşısında ne yapacağını şaşırması hoşgörüyle karşılanabilir. Çünkü ilginç, farklı bir ilişkilenme biçimi bu. Öyle ya işçi yazarın beklentisiyle alımlayıcı okurun ona karşı kendisine biçtiği sorumluluk eşiği üzerine ne kadar düşündük? “Bir anınızı anlatır mısınız?” biçimindeki soruların havada savrulduğu abuk sabuk televizyon programları olur ya hani, işçilerin kaleme aldığı öyküler böylesi hamlık yansıtmamalı… Genel anlamda öykü niteliği taşımalı yazılan metin, düzeyli örneğe dönüşmeli, eğer öykü olarak sunulmuşsa… Bu çerçevede emekçi Adil Kurt’un, basımevi ile tarih dışında üzerinde herhangi kayıt bulunmayan Emeğin Çukurovası (2012) başlıklı öyküler toplamı örneklenebilir. Kurt’un kaleme aldıklarının benzerleri yazılmadı değil. Örneğin Sabahattin Ali’yi, Orhan Kemal’i anımsamak yeter. 1930’lar 40’larda kaleme alınmış pek çok öyküyle buluşulabilir bu doğrultuda. Şimdiki verimlerin değersiz olacağı anlamı çıkarılmamalı bundan. Ancak 2013 SON ON YıLıN ÖNEMLİ KAZANıMı: CELAL İLhAN… Böylesi öykülerin anlatım ağırlıklı olması kaçınılmaz elbette. O zaman öykücülüğümüzdeki gelenekçi kolun ardıllığı olarak yansıması da doğal sayılmalı tür verimlemede. Evren, kurgu, izlek, kişi yönüyle derinliksizmiş, katmanlıksızmış gibi izlenim bırakması, karmaşıklık yerine yalınlığın seçilmesi, bir önce okurla ya da halkla bütünleşmenin amaçlanması böyle bir öykülemenin zaafı değil gerekleri yönünde alınmalı. Doygunluk eşiğine varmış işçi, emekçi öykülerinin birer Veysel türküsü gibi ya da Neşet Ertaş gibi algı oluşturması doğal. Bir Talip Özkan nasıl yürüyorsa öyle… Diyeceğim Veysel Mozart gibi müzik yapamazdı, Mozart’ın da Veysel gibi türkü söylemeyeceği gibi… Fazıl Say’ın, geleneksel halk müziğimize gösterdiği içten, sıcak ilgi, dönüştürücü yaklaşım bu bağlamda övgüyü hak ediyor. O halde sapla samanı birbirine karıştırmadan öykücüleri benimsemeyi öğrenmeliyiz. Bu konuya birkaç hafta sonra yeniden döneceğim. Şimdi işçiemekçi öyküleriyle sürdürelim konuyu. “İşçi emekçi öyküleri” başlığı altında, en önemli kazanım Celal İlhan oldu yanılmıyorsam. Celal İlhan’ın doğrudan fabrika odağında sınıfsal bakış temelinde ürettiği öykülerin yanında kırsal, kentsel alan yoksullarıyla emekçilerinin zorlu yaşamından getirdiği kesitler de söz konusu. Yani o, yalnız işçi öyküleri kaleme alıyor değil. Bu yüzden onun öykülerine bütünsel yaklaşımla bakmak zorunlu. Bu çerçevede insana sıcacık dokunan mı demeliyim yoksa kucaklayan, yüreğini ısıtan ya da eli, dili yüreğinde, gözü, ruhu, teni, bakışı, duyuşu, yaklaşımı, seslenişi diye mi sürdüreyim sözü, bilemiyorum… Sonuçta iyi bir anlatıcı, gerek öykü evreni kurmada gerekse karakter yaratmada hünerli bir yazar. Bütün bunlardan ötürü de Celal İlhan, artık geleneksel öykülemenin ustaları arasında anılmayı hak ediyor kanımca… C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle