Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K azarlar, yaşanmışlığa yaslanmadan, doğrudan düş gücüne dayalı ürünler kaleme alabileceği gibi bundan yararlanarak da öykü, roman kaleme alabilir, hem doğal hem de olağan bu. İnci Aral, Cumhuriyet’teki bir yazısında yazarların düş kurma yetisinde gözlediği sığlığa değinmişti. Doğrudur, yazarlar düş kurmakta yetersiz kalabilir. Hulki Aktunç da öykülerinde hiçbir yaşanmışlığa yaslanmadığını söylemişti bir söyleşisinde. Ama Bir Çağ Yangını’nda (1981) yer alan ev için bunu evlerinden bozup değiştirdiğini ekleyivermişti yine de. Şu yaşanmışlığa ad koyup, “anı” diyelim mi? Buna göre yazarlar anılarından yararlanabilir mi yararlanamaz mı? Kimi kitaplarda “anıöykü” nitelemesi bir arada kullanılıyor, kimilerinin şiir öykü bir arada yayımlanışı gibi. Yeşim E. Narter, Erdener Ildız’a imzalatarak bir kitap ulaştırdı bana incelikli bir ileti de ekleyerek: Hapşırık (İkinci Adam, 2012). Kapağa çıkarılmış bir niteleme göze çarpıyor: “anıöykü”. Ildız, “Önsöz”ünde şöyle diyor: “Dost sohbetlerinde, yeri geldikçe anlattığım bu anıların, hikâye konuları olabileceğini fark ettim.” “Sohbet sırasında nasıl anlatıyorsam yazarken de aynı üslubu korudum./ Çıkan metni zenginleştirip biraz daha rafine bir anlatım dili kullanıp kullanmama konusunda yaklaşık altı ay düşündüm. Sonuçta metnin olduğu gibi kalmasına karar verdim.” Akla gelebilecek, usa takılabilecek her olgu, durum vb. yazınsal gerece dönüştürülebilir elbette. Önemli olan iki farklı gerçeklik temeli bulunduğunun, bunları birbiri yerine geçirmenin olanaksızlığının bilincini taşımak… “Anı”, olgusal gerçeklik temelinde yapılandırılacaktır kaçınılmaz biçimde. “Öykü” ise, bütün öteki yazınsal türlerde olduğu gibi “kurgusal gerçeklik” yönünde verimlenir. İlkinde aktarıcılık yapılır yani nakledilir veya “hikâye” edilir, ama ikincisinde bu tür anlatım geri çekilip görece yaratıcılığa soyunulur. Özetle yapılan işlerin ayrı olduğu kesin… ÖYKÜYLE ANININ AYIRTLARI ARASINDA... O en genel hayat içindeki yaşanmışlığı ele veren olup bitenlerle anımsamaların başta beden olmak üzere sözle, yazıyla ya da öteki sanatların diliyle (renkle, ezgiyle, yontuyla, çizgiyle, karelerle vb.) anlatmanın aynı işler olmadığını kesinlemek gerekiyor ilkin… Hatta yaşanmışlığın kendisiyle bunun anımsanışının bile farklı olacağı unutulmamalı. Nitekim Erdener Ildız da hoşnutluk duygularıyla okunan Hapşırık’taki anılarını, yaşadığı gibi anlatmış değil. Takdim tehirler yaptığı, yalınlaştırmaya giderek metne bu doğrultuda akışkanlık kazandırdığı, bunları her anıya özgülenecek biçimde ayrı finalle sonlandırdığı SAYFA 20 ? 14 ŞUBAT itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA1 Öykü Gerçekliğini yaşanmışlıktan ayırmak Öykü uçarıdır, soyutlanıp dönüştürülmüş, yazınsal olanın içinde yeniden yaratılıp var edilmiş metindir. Doğrudan yaşantı denkliğiyle örtüşen çağrışım, esinti salıyorsa eğer öykü, giderek ağırlaşıp, bunun altında soluk alamaz hale gelmez mi? Buradan kalkarak yazarların, ne denli yoğun, koygun, sarsıcı olursa olsun, bunları öykü estetiği temelinde kurmak durumunda olduklarını söylemek olası. Ama bunlar deneyle kazanılabiliyor ancak… öykücüsü olarak kalmayı kendisi için yeterli görmüyorsa tabii… “EVLERİN YÜREĞİ”… Şenay Eroğlu Aksoy, herhangi ilk öykü kitabında rastlanabilirliği olası kimi pürüzleri sırtından atmış haliyle öykülerine biçtiği özel giysilerle, ama bunları bir anda çırçıplak bırakabilmesiyle dikkati çekiyor. Ustalık da zaten, yazarın öyküleri giyindirişinde, okunurken bu giysilerden onu soyundurup anlam dağları yaratılabilmesinde çıkmıyor mu ortaya? Eroğlu Aksoy, öykülerine içirdiği gizemli havayı yayıp evrenlerini küllemekte de hünerli ayrıca. Özöyküsel ağırlıkta yapılandırılmış olsa da elöyküsel aktarımlarla da gelebiliyor öyküler karşımıza. Yazarlar genelde kendi cinsiyetlerini temele alarak kuruyor anlatılarını, ama Şenay Eroğlu Aksoy farklı tutumla erkekleri de anlatıcı yapabiliyor. Bu bağlamda kadın, erkek karakterlerin eşit konumlandığı “Kuş Ölüsü” başlıklı anlatı, unutulmaz bir öykü gibi göründü bana. “Evlerin Yüreği” ile öteki kimi öyküler de hem biçemsel açıdan hem anlamsal yoğunluk bağlamında insanın yüreğini köpürdetip iç titretiyor… İmgeli örüntülemeye dayalı veriminde zengin örnekler sergiliyor yazar. Bu yanıyla bir şeyi gösterir gibi yaparken artalanda başka bir anlam dağarı yaratmayı başarıyor… O halde üzerinde durulmayışına, gündeme alınmayışına bakılmamalı kimi kitapların. Kitaplar, kendi güçlerine dayanır, kendi başlarına çıktıkları yolculukta. İnsanlar unutabilir ama bilim, felsefe, sanat alanındaki birikimsel çekirdek, kendine eklenen, gerçekten erkeyse eğer, hiçbir zaman unutmaz onu. Yazarın ölüme karşı kazandığı zafer de buradadır zaten. Hoş göndermeleriyle, uçarı ama ağır çekimli sıçramalarıyla, keskinlikten uzak salıncak eğrilerine dayalı işlevsel ayrıntılarıyla okuma tadı yayan metinler bunlar. Kadına yaşatılan nesnel, öznel şiddet odağına yönelik soyutlayımın, dönüştürümün haddesinden geçirilmiş öyküler… Öykü kaleme almada ustalaşmış bir yazar var karşımızda. Nitekim sözcükler üzerinde de ciddi biçimde düşündüğü, sözcük ormanına kendini bukağılayıp onlarla yepyeni evrenler kurmak üzere anımsanmayacak yol aldığı izlenimi bırakıyor. Bir şiir imbiğinden geçtiği de söylenebilir herhalde onun, tüm öykücülerce sınanıp deneyimlenmesi gereken… Her iki yazara da bu ilk öykü kitaplarıyla hoş geldiniz demeliyim. Gönül rahatlığıyla okuma sıranıza alabilirsiniz bunları. Ejderha gibi kadınları tüketerek beslenen Evlerin Yüreği’ni dinlemek, kadınların aşkla beslediği Gelincik Kutusu’na kulak vermek size de iyi gelecek, eminim… Erdener Ildız’ın Hapşırık’ını ise bir demet anı olarak okuyabilirsiniz… Kadim Saatli Maarif Takvimi henüz ayırdında değil, ama Dünya Öykü Gününüz kutlu olsun efendim, Sevgililer Gününüz de… Hadi öyleyse, yaşadığınız bir aşktan kalkarak kaleme sarılın öykü için. Bakalım nasıl bir metin çıkacak ortaya; öykü mü olacak, yoksa salt anı olarak mı kalacak bu… ? Y görülüyor yazarın… Demek ki aktarıldığı düşünülen anı, yaşadığınız gibi anlar dizininin aktarımı değil, başkalarında etki yaratmaya dönük biçimde yeniden düzenlenmiş bir metin. Yaşanılanların aktarılabilmesi için kurgu yapmak zorunda kalıyorsunuz buna göre… Sözgelimi nereden başlıyorsunuz anlatmaya? Doğaçtan da olsa tümcelerinizi niye o şekilde sıralıyorsunuz, niye sözdizimlerinizin belli ezgi yansıtması için çabalıyor, ille o sözcüğü seçiyorsunuz? Fıkra da anlatılsa böyle bu… Kabaca sözlü halk yazını anlatımı denebilir buna. Yazınsal olmayabilir, ama gazetelerdeki kullanımlık dil de değil. Bilim kitaplarıyla popüler bilim kitapları da birbirinden ayrılmaz mı? Dilleri ayrılır bir kez. Öyleyse anıları, günlükleri de ayırmak gerekiyor. Çünkü bu tür kitaplar, bir biçimde halk edebiyatı ürünü olarak alınabilir. Dünyanın her yerinde, kitleler için ayrı bir sanat yapılıyor; artalan yoğunluğu taşımayan, popülist, hoşa gidici türde… Kimileri de anı, günce türlerinde de olsa, yazınsallıktan ödün vermiyor, o zaman yapıt yazınsal verimler arasında kolayca yer bulabiliyor kendine. Şuraya getirebiliriz sözü: Herhangi bir yaşanmışlık gerecini, olduğu gibi anlatmaya çalışarak değil, bir başka gerçeklik haline dönüştürüp onu yeniden kurarak, sonuçta bunu daha gerçek haline getirmek; işte adına yazar denen kişinin üzerine düşen sonuçta bu! Kalınan kent, oturulan ev, tanınan sokak, mahalle, aile ilişkisi, aşk, arkadaşlık, kıskançlık, aldatmaaldatılma, kin, öfke, vicdan azabı, hırsızlık, suçluluk vb. yaşantı ağının, bunun etkisindeki duyguların her biri birer olgusal gereç iken bunlar nasıl, hangi yollarla birer kurgusal gerece dönüşür… Herhalde anı ile öykü evrenlerindeki ayırtlar burada çıkıyor ortaya… Ildız’ın anılarından kalkarak öykü, anı ayırtlarına değindikten sonra iki farklı ilk öykü kitabıyla öyküye yönelerek konuyu sürdüreyim istiyorum: Şenay Eroğlu Aksoy’dan Evlerin Yüreği (YKY, 2012), Gülçin Göktay Manka’dan Gelincik Kutusu (Kanguru, 2012)… “GELİNCİK KUTUSU”… Gülçin Göktay Manka, öykülerinin büyük bölümünde bizi Eskişehir’e götürüyor… Hiç kuşku yok ki hoş bir esinti bu… Sonrasında, kadının her boyutta yaşadığı şiddetle, dışlama, öteleme, yalnızlaştırma vb. erkek egemen tutumla birleştirip öykülerini örüntülüyor böylece. O halde bu öykülerde bir yaşanmışlık izi sü2013 rebilmek pekâlâ olanaklı… Ancak yaşanmışlıklara dayalı öyküleme getirirken yazar, salt anısal olanın sınırları içinde mi kalıyor yoksa bunu aşarak yazınsal olana ulaşmayı da başarıyor mu? Bir yargıya varabilmek için kısa da olsa gezintiye çıkmak zorunlu öykülerde… Sıcak anlatımlı göndergeleriyle hoş metinler elbette bunlar. Ne var ki Gülçin Göktay Manka, anlattıklarını sıralayıp düzene sokmayı, yerleştirmeyi önemsiyor öyküde yalnızca. Bunların biçemsel açıdan nasıl anlatılması gerektiği üzerinde pek düşünmediği seziliyor kanımca. Genelde anlatılanlar öne çıkıyor, anlatma biçimi değil. O zaman bunlar, vurgu gücü yüksek öykülere dönüşemiyor gereğince. Ancak içlerinde dikkati çeken öyküye hiç rastlanmadığı düşünülmemeli… Örneğin “Gelişgidişler”, ötekilerden ayrılıyor bana göre. Neden? Anlatılanların ötesinde bambaşka bir öyküsel yoğunluk çıkarıp farklı artalan oluşturarak bir başka öykü çıkarabilmesiyle dikkati çekiyor yazar bu veriminde çünkü. Gerçeğinden daha gerçek Perihan Hanım böyle çıkıyor ortaya. Şöyle düşünelim; öykü anlatılanlarla sınırlı kalsaydı eğer, üç beş satırcık, birkaç tümcecik özetleme neyine yetmezdi onun? Gazete haberlerinde gözlendiğince… Konunun, olayın, kişinin, ilişkinin, durumun vb. öne alınıp saltık anlamda bunun üzerinde yoğunlaşılması, bunları yerleştirmekle işin biteceğinin düşünülmesi pek çok öykünün, daha farklı biçemlerle ortaya çıkabilecekken sönükleşmesine yol açıyor ne yazık ki. Bu çerçevede Gülçin Göktay Manka’nın öyküleri fazla soyundurulmuş metinler olarak göründü bana. İnsanı sıcacık kuşatacak aşkları, toplumbilimsel çıktılara kapı aralayan kentsel kültür karmaşasını, kadına yönelik pek çok sorunu işlerken bunları öylesine faş ediyor ki yazar, bunun ancak yaşanmışlığın düzenlenişiyle ortaya çıkacağı gibisinden kuşkuya düşüyorsunuz elinizde olmadan. Oysa öykü uçarıdır, soyutlanıp dönüştürülmüş, yazınsal olanın içinde yeniden yaratılıp var edilmiş metindir. Doğrudan yaşantı denkliğiyle örtüşen çağrışım, esinti salıyorsa eğer öykü, giderek ağırlaşıp, bunun altında soluk alamaz hale gelmez mi? Buradan kalkarak yazarların, ne denli yoğun, koygun, sarsıcı olursa olsun, bunları öykü estetiği temelinde kurmak durumunda olduklarını söylemek olası. Ama bunlar deneyle kazanılabiliyor ancak… Gülçin Göktay Manka da bunları aşacaktır kuşkusuz, bir halk yazını CUMHURİYET KİTAP SAYI 1200