19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OKURLARA ocukken sürekli kırlarda dolaşan, çevresini inceleyen; “görüntülerden birinde gerçeğin, ötekinde de soyutlamaların bilincindedir, sanatta da bunlardan biri olmadan öteki olamaz” diyen yirminci yüzyıl mimarlığına ve sanatına büyük iz bırakanların başında gelen, İsviçre doğumlu, Fransız vatandaşı Le Corbusier (asıl adıyla Charles–Edouard Jeanneret 18871965) dört yıl sürecek bir yolculuğa çıkar. “Yaratmaya, yani şimdiki zaman ve geleceği düşünmeye başlamadan önce geçmişi anlamak, onu yakından tanımak zorundadır.” Klasik geçmişi, diğer bir deyişle, yeryüzü mimarlığını aramak, araştırmak, keşfetmek için sabırsızlanır. “Yirmi üçünden otuz birine dek gezer.” İçindeki yanardağın ateşini, tecessüsün felsefi derinliğini, “sanattaki her tür ölçünün temelinin mukaddes mikyasını”, “Edirne’ye takılmış son derece muhteşem bir taca benzeyen Selimiye’yi”, “Aklın saf yaratısı Parthenon’u” görmek, öğrenmek, çizmek, izlenimlerini yazıya dökmek ister. Berlin’den başlayan, İstanbul’a kadar süren serüvenli bir yolculuğu yürüyerek tamamlar. Le Corbusier bu seyahatla birlikte “biçimlerin ışık altında oluşturduğu muhteşem bütünü başka deyişle dayanışık zihinsel bir dizge olan mimarlığı keşfeder.” İzlenim ve gözlemleri, duyguları, deneyimleri, düşünceleriyle “şimdiki kuşakların ‘Eski İstanbul’unu pek çok yönüyle görebilmiş son gezginlerindendi. Bir mimar ve çok yönlü kimliği ile “yetişmesini belirleyen yıla ilişkin anlamlı ve önemli bir belge saydığı “Şark Seyahati İstanbul 1911”, İstanbul’un tarih ve “doğasının tükenmez muhteşem arazisinde” toplumsal hayatı görsel imgelerle yaptığı bir geziyi de tamamlamıştır. “Başkalarının görmediği kimi ayrıntıları gözlemiş, onlarda o güne kadar görülmeyen yeni anlamlar bulmuştur. Kitabı Şener Öztop değerlendirdi. Bol kitaplı günler... Ç P B ervasız Pertavsız ENİS BATUR Yakından Kumanda ir günlüğüne olmaz, hiçbirşey anlaşılmaz bir günde, bir yıllığına dirilmeleri, ‘geri dönme’leri söz konusu olsaydı dünyaya, Newton büyük olasılıkla CERN operasyonunu izlemek ve meslektaşlarıyla konuşmak, Leonardo hem Art Basel’e, hem de ileri teknoloji fuarlarına öncelik tanımak, Marx pek çok ülkeyi (Almanya, Rusya, ABD, Çin, Bolivya, vb.) dolaşmak, Flaubert ise eve kapanıp televizyon seyretmek isterdi bana kalırsa. Bugün bir iki dekoder, biriki ufak çanak anten, internete bağlı bir bilgisayar, iki ekran yeterli binlerce televizyon kanalına erişim sağlamak için. Flaubert’e, “şok”u atlatması gerektiği düşünülürse, altı aylık bir süre tanımak, kalan altı ayda, çok ağır yazdığı hesaba katılırsa yazarak değil, bir kayıt aracının karşısında konuşarak, Bouvard ve Pécuchet’nin günümüz versiyonunu kurdurmak, biçtiğim rol: Bakalım, evrensel alıklığın, doruğuna çoktan ulaşmış bönlüğün bu kadarı önünde dili tutulmayacak mıydı? Aslına bakılırsa, onca ayrıntılı bir teknik altyapı gerekeceği şüpheli bu iş için: Dilimizi bilseydi, bizim kanallarımızın sağlayacağı malzemeyle baş edemeyeceğini kabul ederdi sanırım. Pampişinden Cübbelisine, Ozan’ından Nihat’ına, kaçığından köçeğine üstüne yığılacak figürler, kulağında patlayacak söz bombaları, vakti dolmadan geldiği yere dönme talebinde bulunması sonucunu doğuracaktı herhalde. Nasıl oldu da böyle oldu, anlayıp anlatabilene rastlayamadım. Türkiye özelinde söylüyorum bunu, yoksa televizyonun Demokrasiyi yıkabileceğini savunan Popper’den “seyir toplumu”nun cellâdı Debord’a, yıllar öncesinden, yazılanlar tabloyu dolduruyordu bir de şimdikini görebilseydiler! 1990’da, “Alternatif TV Programı”nı, bugün için naif ve aşılmış görülebilecek (oysa o kadarına çoktan razı olurduk şimdi!) o yazıyı yazdığımda iyimserdim. Yirmi yıl sonra, umudum kalmadı hiç: Zaman bizi daha da geriye götürdü. Televizyon, bugün, Türkiye’nin en zararlı kürsüsü, bütün yanlış değerleri temsil edebildiği için demokrasinin aracı gibi gösterilen bir kâbus kaynağı. Kimse, alternatif ekranı, bir delirium ortamı yaratmakta gecikmeyen sanal kanalı çare olarak göstermesin: Milyonlar hipnoz kuyusuna bu tür avuntularla düşürüldü. Moretti’nin bir filminin kahramanı, tüketici toplumsal yaşam çarklarından kurtulmak için, üzerinde pek az insanın yaşadığı ücra bir adaya gider; gelgelelim, varır varmaz, adada televizyon seyredilemediğini öğrenince çığlık çığlığa rıhtıma doğru koşmaya başlar. İnsanoğlu, böyle bir dünyanın kafesinde. Gerçekten de apışıp kalır mıydı Flaubert? Bouvard ve Pécuchet üzerinde çalışırken yazılı basından derlediği malzemeyi tanıyoruz. Laz fıkrasındaki gibi, “aptallık kalıcıdır” ya, bu olduğu yerde kaldığı anlamına gelmiyor, tersine, sınırsız bir gelişme gizilgücü olduğunu anlıyoruz, Flaubert’in yaptığı alıntıları okurken: Günümüzün alıklık dozuyla kimse baş edemezdi. Bunun temel nedeni, televizyon dünyasının, alıklık üretme düzleminde amansız bir yarışma ve rekabet anlayışına dayanması: Can nasıl dayansındı? Günümüze dönebilselerdi Newton, CERN’deki meslektaşlarıyla konuşmak, Flaubert (üstte) ise eve kapanıp televizyon seyretmek isterdi ... TURHAN GÜNAY eposta: [email protected] [email protected] ‘Televizyon dünyası’ diyorum, çünkü dünyanın ortasında bir yere kurulmuş apayrı bir dünya sözkonusu. Bir dolu başka ‘dünya’nın üstünde odaklandığını görüyoruz: Siyaset, iş ve ticaret, din, bürokrasi, sözün özü sistemin bütün erk sahibi bileşenleri birleşiyor orada. Muktedirler el ele tutuşarak biçimlendiriyor bu yanlış düş sanayini. Ve alıklaştırma anayasalarının ilk, değişmez, belirleyici maddesi. Bugün, yalanın ve yanlışın en fazla üretildiği ortam, ekranın getirip önümüze koyduğu. Seyircisine dilediği yalan yanlışı seçmesini sağlayan bir uzaktan kumanda aracı sunduğu için çoğulcu olduğu düşünülüyor, oysa tekelci çekirdek yapısı. Son yıllarda, şüphesiz içinden geçtiğim için, pek sık döndüm televizyon, radyo, internet türü konu başlıklarına. Her şeye karşın, bütün bu kanallardan, püskürttükleri yalan yanlış programlardan doğru nektar toplamanın yolunun yordamının bulunabileceğine ilişkin inancımı yitirmedim. Gelgelelim, bireysel çözümlere varılabilir varılmasına, kollektif zararını önlemek bana olanaksız görünüyor, mecraların. Sistem, seçmeyi değil sürüklenmeyi öğretiyor. Bulmayı değil kaybolmayı. Bulaşıcı olan akıl mı, hayır, alıklık: Paydayı o kuruyor. Hayat yorucu, insafsız ölçüde adaletsiz, sert. Ekran hafifletici sebepler sunduğu, başkalarının acısını seyrederek şükretmeyi sağladığı, hüsranlara panzehir düş haritaları astığı, oyaladığı, uzaklaştırdığı, edilginleştirdiği, dindirdiği ve dinlendirdiği için kitlelerin ana sığınağı olabilmişse, benim gibilerin söz hakkına yer var mıdır? “Ben bitiremedim, Enis” diyor Gustave: “Kolaysa, sen başlasana”. ? İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0 (212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Körükçü/ Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya?Reklam Müdürü: Ozan Altaş ?Tel: 0 (212) 251 98 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1175 23 AĞUSTOS 2012 ? SAYFA 3
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle