01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ş Ü iir Atlası CEVAT ÇAPAN Gyula İLLYÉS/ Şiirler/ Çeviren: Yaşar ATAN ‘Sonra gelip çatınca yaşlılık, derken yalnızlık...’ bir armağan kalıyor bana. Tanımadığım sen de, ey dost, sağolasın bu armağan için, hani o dile gelmez uzaklardan getirip verdiğin. Kim güvenip vermişse sana da, sağolsun vermiş. Sana borçluyum bu avuntuyu, seni sevindiren. Cesaret püskürüyor gülüşlerinden ve bir coşku bakışlarından, Bak beni de nasıl gülümsetiyorsun yürekten. Ve umut püskürüyor artık, bu yaş dolu gözlerimden. HEM BİZİMLE HEM BİZ OLMADAN nlü Macar ozanı Gyula İllyés (19021983), toprak emekçisi bir aileden gelmektedir. Gençliğinde bir süre Fransa’da kaldı ve orada, yenilikçi ozanlarla yakın dostluklar kurdu: Aragon, Eluard, Breton vb… İllyés’in dili, açık ve durudur. Gerek günlük yaşamla ilgili konuları, gerekse yaşlılık ve ölüm izleklerini işleyen şiirleri, yalın söylemlerle örülmüştür. Çok şiir yazdı. Fransızca olarak yazdığı şiirlerin yanında, tiyatro oyunları ve gezdiği ülkelerle ilgili anı yazıları vardır. Dünyaca ünlü ozan Gyula İllyés, halkının acılarını, gerçekçi ve lirik bir anlatımla dillendirdi. SIĞINAK Boşuna, hep o tatlı mı tatlı sözlerin. Biliyorum, avutmak istiyorsun beni. Ama sağlığımı geri veremezsin ki… İflah etmez bir dert bu, nasıl anlatsam? Bu derde ben ne dün düştüm, ne bugün Yok onu alt etmenin çaresi. Ta ebeden dededen geliyor bu dert, Azıcık da olsa onu yatıştırmak için hani Ne ilacı var bu meretin, ne merhemi! Hekimler bile zaten, Dönüp bakmıyor bencileyin hastalara. Bir günlüğüne de olsa tekmil ilaçları. Kovamıyor içimdeki bu ürkünç afakanı! Hodri meydan çekmek kalıyor geriye Ya da boyun eğmek ona geç kaldık mademki. Yok bu illetin bundan başka çaresi! İhtiyarlık diyorlar bu illete, babadede yadigârı. Ve nasıl da vurup yaralıyor beni öylesine, Dönüp bakamıyorum aynalara bile! Hani içini yiyip eleyen kanser yüzünden, Derisi solmaya başlayan biri Ya da yediği ürkünç bir vurgunun izini, Alnında taşıyan bir gariban, Belki anlayabilirdi beni. Her an kapımı çalabilir ölüm. Böyle düşünüyorum hep, Sen de öyle tanı beni. Ellisinden sonra zaten, biliyor musun, Bir can çekişmesi gibidir yaşam… Yorma kendini boşuna, Uzaklaştırmak için hani, Eski gücünü çoktan yitirmiş O kadim korkularımdan beni. Benim dert ortağım, sadık yoldaşım, İsterdim kullanasın o kadınlık yeteneğini. Ben kaçınılmaz sonuma geldiğimde, O zaman bana öğretsen diyorum, Titreyip ürkmeden bir insan, Nasıl durmalı dimdik ve hiç ardına bakmadan, Anasının kucağındaki bir bebek misali. Ve o son yazgım gelip çattığında da kılıcımla, Kesiversem diyorum o düğümü İskender gibi! . Ve can dostum, dinle şu eski dizeleri: “Verirken son nefesimi, seni görmeliyim seni,”(*) Benim de o vaktim geldiğinde Sana çevireceğim gözlerimi. Dur daha bitmedi sözüm: “Ve ölüm döşeğinde, tutmak istiyorum seni, o bitkin ellerimle.”(**) Ve ben öldüğümde de, N’olur, tutsun hemen düşen ellerimi ellerin. Gördüm kadim insanseverliğini siz kadınların, Nasıl da saf öylesine! Bilirim, hani kan revan içindeki bir insanı bile, Sevip okşarsınız hemen bir çocuk gibi… Ve aşkla ölüm, aynı yatakta mademki, Mademki ölüm çırılçıplak soyuyor Ve kirletip aşağılıyorsa bizi, İster kirli, ister soylu olsun benim de sonum, Bilirsin gizlim saklım olmadı senden, Ve hep sen korudun mahremiyetimi. O yüzden utancı ve çirkinliğiyle, sevgilim, Gelip çatınca o son felaketim, Tut hemen ellerimden bir anne gibi, Hani geçeyim seninle, o son eşiği. Bitirdim işlerimi. Ofladım pufladım gerçi, daha silip süpürmeye bile başlamadan evi! Dalabiliriz artık gecenin o hoş karanlığına. Yatağımız bir sandal bozuntusu ama aldırma, sağolsun, düzeltmiş yastığını çarşafını bir hizmetli… O kutsal an geliyor artık – çünkü akıp gidiyor güzel güzel, biz olmuşuz olmamışız ne gam, akıp gidiyor işte gönlünce zaman. Çok şükür, gökyüzünün yukarıları da aşağıları gibi, dolmuş tıka basa yıldızlarla. Görüyoruz işte, akıp giden bir ormanız biz. Ama ne zamandır, nereyedir bilmeyiz. .Gene de çok güzel; öyle terkedilmiş, başı boş değiliz. Savaşımlar ve acılar, o yüzden uyuşurlar belki de hani izlerlerken birbirlerini peş peşe. Ve adı olmayan o son yenginin de, kendiliğinden gelir nedensiz sevinci! Çünkü nice “ilkel” savaşların kavşağında, bilmeyiz, kim çıkmıştı öyle birden karşımıza? Ve gene o en ürkünç alanlarda, aşkın dönemeçlerinde, bataklıklarda, ne zaman, nerede, kimlerle, bilmesek de bunlarıo yüzlerle bedenler, usulca uyuşup anlaşırlar, dalgalar misali, hani üst üste yığılan ya da. yan yana akan… Amaç da bu değil miydi zaten?Biraz düşününce, anlıyor bütün bunları insan… Gyula İllyés GÖZYAŞLARIMDAKİ UMUT Devrilecek mezarım üstüne dünya, Notrdam Kilisesi’yle kentler ve dağlar tekmil ormanlarıyla, üstelik o gök kubbe de çökecek üstüme, yatarken toprak altında ben. Ne var ki dile gelmez bir kuşku yüreğimde, bozuyor keyfimi habire... Bilmem biraz anlayacak mısın beni?.. Benim kara gözlü yavrum, yıkıntılar denizi üstündeki bu çölde, adım adım sen yürüyorsun. Ve sen yaşayacaksın benden sonra da, sensin benim tedirgin sonsuzluğum.. Yaradılış’ın o ilk dönüşleri var ya, çıkrığa sarılmış ipliğe benzer hani, kaç kez koptu, kaç kez bağlandı kim bilir. Ve o basit ipliği yaşamımın, kaç anababa arasında, bilinmez kaç kez çözüldü, kaç kez dolandı... Ama o artık benim ipliğim değil yalnızca, çünkü sen varsın yavrum, şimdi vardiyada. Gevşeyecek mi o ip, yoksa kopacak mı gerilip daha da? Bunlar da pek kaygım olmayacak benim... Ama ağlıyor mu, yoksa gülüyor mu benim kızım, diye hep seni düşüneceğim. Titriyor mu kış bastırınca? Bunlar olacak benim kaygılarım.. Aç mıdır, tok mudur? Var mı acep bir kötülük eden ona? Böyle böyle sürüp gidecek!. – Evet çok duyguluyum belki, ama yaşıyor senin içinde de böyle bir kaygı... Sonra gelip çatınca yaşlılık, derken yalnızlık... Nasıl katlanacaksın bunlara yavrum? Sizlere diyorum, yaşayan ey siz kardeşlerime: Acıyın n’olur o yavruma. Nasıl acıdıysam sizlere iyi kötü zamanlarda, hani hep ortak oldumdu acılarınıza. Varsa biraz değerim, onu kızıma veriyorum işte ve de onu doğuran anasına. O yavrum olsun tek ölümsüzlüğüm ve tek dikili taşım. Büyürken sen, yavrum, ben elveda diyorum dünyaya. Kehribar gözlü kızım, beni göremeyeceksin hiç!. Ama bil ki, ne varsa yarattığım, bir parçam oldu her biri. duvarcı daha yüksekti ördüğü duvardan. Bir kırk yıl var aramızda. Sezar’dan bugüne geçen çağ gibi! Ve sen uçarken her gün biraz daha uzaklara, tepeden tırnağa sen olan, SAYFA 24 ? 7 HAZİRAN 2012 YÜRÜYOR SİSLER İÇİNDE BİR ALAY Savuruyor rüzgâr. Sarhoş köylülerin düğün alayı gibi, hani sallana sallana yürürler ya, ya da şarapla uyuşmuş bir matem alayı belki, hiç unutmam, görmüştüm bir kez öylesini… İşte şu selviler var ya, iki sıra, yürüyor onlar da öyle, ta tepeden aşağılara, sisler içinde sonbaharda, kol kola, sarmaş dolaş, eğile doğrula yan yana ve arada bir coşkuyla, arkalarına dönüyorlar, sen diyorlar, sen, niye arkadasın öyle? Büyük yürüyüş zamanı şimdi, seni bekliyor bizim alay, sen de gel haydi! SINAVCI ÖLÜM Yaşadık nice kahramanlık günleri. “Savaş tehlikelerinin olduğu çağdı” hani. Yeni ölenler, çürümüş bedenler arasında, Ne varsa yapılacak hep eyvallah dedik. Bizler yaptık gerekeni, askerler değil. Çünkü onlar, ıslıklar çalmaya başladığında bombalar, atarlardı hemen kendilerini yere ve son hızla, ya da saklanırlardı bir duvar arkasına! Ama biz siviller, kadınlar özellikle, ayaktaydık dimdik ve böylece tattık tehlikeyse tehlike ve hiç düşünmeden, zevkse zevki tattık işte! O başdöndüren tehlikeyi nasıl da aramıştık, hani unuttururdu insana her şeyi, başlangıçla sonucu birleştiren ölüm karşısında bir aşk gibi. ? (*)(**): Bu iki alıntı dize, Latince olarak yazılmış. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1164
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle