Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? yılmayacak zamanlarda sel ve deprem felaketlerinden dolayı bir gecede yok olan kasabalar. Yok olan dememeliydim aslında, doğada hiçbir şeyin yok olduğunu düşünmüyorum. Kaybolan diyecek olursak o hayatlardan geriye kalan sadece bir ören ve söylenceler… Tevekkülü benimseyerek yaşayan insanların gerçeğin ne olduğuna dair fazlaca bir bilgisi de, ilgisi de yok… aynı ovada atların hükümranlığını gördüğümde yitik kasabaların gizinin belki de yunuslarda olduğu gibi atların belleğinde kayıtlı olduğunu düşünerek dolaştım. Zaten bu arada da öykü kendini yazdırmaya başlamıştı. ÖLÜMÜN DİZ ÇÖKTÜREN GÜCÜ Kuyu ve tulumba…’ diye açılır kitap ve devam eder, "unutuşun ve hatırlayışın doğada saklı duran resmi"… Kitabın baba’ya ithafı da işte tam da buradan mı geliyor? Unutulanı hatırlamaktan öte yıllar önce yitirdiğim babama okuyabileceğim en büyük dua; yazmak, yazdıklarımı ona ithaf etmekti. Ölümü kabullenme yollarından birisi de yazmak, yazarak, hatta gizliden gizliye kafa tutarak hesaplaşmak ama eninde sonunda onun gücüne razı olmak… Yaşamda beni en çok zorlayan, umarsız kaldığım için, aciz bıraktığı için öfkelendiren, önünde diz çöktüren; hem de bütün isyanlarıma, bütün haykırmalarıma karşın diz çöktüren tek güç ölümün gücü oldu. Ne yaparsam yapayım aşamayacağımı, onunla aşık atamayacağımı bilmek, bunu bilerek yaşamak, geçirdiğim dönüşümlerin ve değişimlerin hazırlayıcısıydı. Kuyu ve tulumba ise öyküde de yazdığım gibi; unutuşun ve hatırlayışın doğada saklı duran resmi… Kendiliğinden unutulanlar ya da kendi isteğimizle unutulanlar, yani belleğin derinlerine gömülenler benim için kuyunun derinlerinde saklı duran bulanık sudan farklı değil. Belleğin unutmaya ayrılmış bölümü bir kuyu yalnızca. Hangi çağrışımla olursa olsun; parça parça ya da bütünüyle hatırladıklarımızın bellekte gün yüzüne çıkışı da tulumbadan farklı değil… Diğer kitaplarınızdan biliyorum, öyküler yer yer Burgazada’da kaleme alınırdı! Şimdiyse mekân biraz ülke sınırları dışına çıkıyor, Paris, İtalya başlıca yazım kentleri oluyor! Farklı mekânlarda öyküleri bellekten sayfaya dökmek, sizde nasıl bir etki yaratıyor, ya da hususi gidip orada mı yazıyorsunuz/yazmak istiyorsunuz? Yalnızca ada ya da adalar için geçerli değil bu! Adalar kentlerden farklı etkiler hepimizi. Ada bulduğuyla yetinmeyi, kabullenmeyi, teslimiyet duygusunu öğretir insana. Kentteki insan değilsinizdir orada. Sözünü ettiğiniz yabancı kentlerde yazılmış olması salt o kenti ya da oradaki mekânları anlatma isteği değildi. Özellikle de dilini bilmediğim bir ülkede tek başına dolaşmak, dilsizliğin ezici baskısını duyarak dolaşmak, ne denli okursanız okuyun, ne denli aşina olursanız olun, hatta o kentin sizi çağırdığını ne denli hissederseniz hissedin, böylesi bir yolculuk hiç bilmediğiniz, hiç tanımadığınız yanlarınızla yüzleştiriyor sizi… Hatta gücünüzü sınatıyor… Göçmenliğin, sürgünlüğün, azınlık olmanın ne olduğunu bütün çıplaklığıyla öğreniyor, o yakıcı duyguyu ta yüreğinizde duyuyorsunuz… Çağlar boyu insanlığın aydınlanması için uğraş vermiş, tarihe adını CUMHURİYET KİTAP SAYI yazdırmış insanların ayak seslerini duyarsınız…Tam da orada, aşkınlık durumundan birazcık olsun sıyrıldıktan sonra yazmaktan başka umarı yoktur insanın… Bellekten sayfaya dökmek değil o zaman yaptığım; belleğe üşüşenleri saklamak… Ruhuna dokunabildiğime inandığım her ülkede, her kentte, her mekânda yaşanabilir bu. Sınırlarla sınırlı değil kısacası. İNSANİ KİMLİK ve YETKİ ‘Kışladaki Güvercin’ öykünüzde bir öfke var! Birliğine teslim olan oğlun, acemilik döneminde yaşadığı ıstırabın, anne tarafından fark edilmesi ve kapalı kapılar ardına bir mektupla yaklaşmak istemesi, duruma müdahale etmesi, handiyse kuralları alaşağı getirmesi!.. Orada yüreği yangın yerine dönen bir annenin çığlığı var! Kuralları alaşağı etmiyor belki ama önüne konmuş sınırları vakur duruşunu ve metanetini yitirmeden aşmaya çalışıyor. Yüreğindeki acı öylesine derin ki, ne hiyerarşik kurallar durdurabilir onu, ne de telkinler…Yaralı bir anne ile birlikte dikkat çekmeye çalıştığım şey, hiyerarşinin hüküm sürdüğü her kurumda yaşanabilecek duyarsızlıklar, yozlaşmalar ve çelişkiler… Emir – komuta zinciriyle işleyen modellerde sıfatlar insani kimlikten önce gelir. Bunu söylemek çok acı olsa da, özel ya da kamu sektörü olsun, kural budur! Sıfatlarla gelen yetki sonsuz ve sınırsız sanılır. Verdiği iktidar gücü kişiliğin gücü olarak algılanır…Bütün yanlışlar da burada başlar. İnsan olmanın en önemli sorumluluklarından biri de, konumu ve etiketi ne olursa olsun insani değerlerinin önüne başka bir gücü geçirmemektir. Hep buna inandığım için nerede olursa olsun, aksini gördüğüm her yerde avazım çıktığı kadar haykırmayı görev bildim. Ancak şunu da biliyorum ki, yeryüzünde insan var olduğu sürece bu iktidar kavgası ve o gücün sarhoşluğu hiç bitmeyecek. Şöyle bir alıntı yapmak yerinde olur: "Kendi iç savaşlarından hâlâ çıkamamış, kendisiyle barış imzalayamamış, barışın ne anlama geldiğini kavrayamamış eğitimci(!)lerle mi kazanılacak olası savaşlar?" Yaşanan olumsuzluğu, "Eğitim zayiatı der geçerim" savunmasıyla, ‘solo’ annenin tepkisini çekme!.. Psikolojik ve düşünsel bir tartışma haline giriyorsunuz… Başka ne yapılabilir ki? Eğer çıldırmadıysanız!.. Az önce de söylediğim gibi; marazlı bilinç, marazlı ruh taşıyan insanlar için hayatındaki tek kazanımı gibi kullandığı yetki kendi eksiklerini örtmek için biçilmiş kaftandır. Üzerindeki formayı çıkardığında bir hiç olduğunun demek acımasızlık olacak ama, kabul görmeyen, sokaktaki sıradan bir insan olduğunun ayrımındadır ve bunun korkusunu yaşamaktadır. O korkuyu duymasa bu denli sıkı sıkıya sarılmaz o yetkiye. Yetkisini kullandığı kişilerle hesap verdiği kişilere davranışları arasında bu denli uçurumlar olmaz, böylesi bir riyakârlık ve iki yüzlülük yaşanmaz. Olmasını istediğim şey, meydan okuyan solo annenin işaret ettiği şey… Yani hiyerarşik düzenlerde verilen emirlerin, uygulamaların en üsttekinden en alttakine gidene değin nasıl bir değişime uğratıldığı…Ve bu durumdan da, bu değişimin yarattığı örselenmelerden de üsttekilerin haberdar olamadığı…Belki bir boş vermişlik ya da adam sendecilik söz konusu değil fakat aksayan, rayından çıkan bir şeyler 857 ? SAYFA 5