Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 TartışmaEditöre Mektup CBT 1468/8 Mayıs 2015 Osmanlıca: Kişisel Bir Serüven Bir önceki yazıma (CBT, sayı 1455, 6 Şubat 2015) ek olarak burada, mesleğimin gerekli kıldığı “Osmanlıca” metinleriyle olan serüvenimi dile getirmek istiyorum. Salih Özbaran Emekli tarih profesörü salihozbaran@hotmail.com 1 95963 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğrencisiyken kaynak bilgisi için gerekli olan Osmanlıcayı bu bölümde okuyan ve Türk dili ve edebiyatı öğrencisi olan başka arkadaşlarım gibi öğrenmek zorundaydım. Çocuk iken heves ettiğim ya da mahalle baskısıyla gittiğim Kasaba merkez camii imamından öğrendiğim “elifba” çoktan belleğimden uçmuştu. Fakültede doçent (daha sonra profesör olan) Münir Aktepe’nin bilimsel olarak verdiği derslerde Osmanlıcayı neden öğrendiğimi bilinçle algılamaya başlayacaktım. Yatılı olarak okuduğum Çapa (İstanbul) Yüksek Öğretmen Okulu binası içinde yer alan Çapa Eğitim Enstitüsü öğretmenlerinden Orhan Şaik Gökyay’ın Osmanlı (daha doğrusu Türkiye Türkçesi) metinlerini sökmeye çalışırken bizlere yaptığı katkıları da minnetle anmalıyım. Lisans dönemimin son yılımda Osmanlı tarihi üstüne hazırladığım ve daha sonraki yıllarda doktora ve doçentlik için üslenecek olduğum araştırmalarıma konu olan «mezuniyet tezi»mi Asistan Dr. (sonradan doçent ve profesör olan) Cengiz Orhonlu’nun danışmanlığıyla hazırlarken bu “Batı Türkçesi” benim için vazgeçilmez bir kaynak dili niteliğindeydi artık. 1969 yılı sonunda doktoramı bitirmiş olarak Londra’dan döndüğümde 1963’de mezun olduğum Tarih Bölümü’nde Asistan Dr. olarak kendimi karatahta başında ve bana düşen öğrenciler karşısında buldum. O Arap/Fars harfli metinlerde karşılaştığım zorlukları çözmeye çalışırken öğretmeye de çalışıyordum. Uçsuz bucaksız, adeta bir umman olan bu kaynak dilinin zorluklarını gün geçtikçe daha çok anlıyor, birçok türde (rik’a, nesih, ta’lik, divanî, celi divanî, sülüs, icazet, muhakkak, kufî ve siyakat yazılarıyla) yazılmış olan el yazması belge, kitap ve sanat eserlerinin ne denli bilimsel ustalık gerektirdiğini düşünerek daha çok sorumluluk hali yaşamaya başladım. Kendimi her daim eksik hissettim. İçinden çıkılması çok güç olan metinleri, arşiv kaynaklarını çözen ustaları her zaman minnetle andım, anmaktayım. mış ve el yazması metinleri okumada «ne denli başarılı olabileceğim» endişesi içinde bulunduğumu anımsatmalıyım. Nasıl bir arşiv belgesiyle, nasıl bir ağdalı, tumturaklı Osmanlı tarih kroniği ile karşılaşacaktım ve ne denli başarılı olabilecektim. Şansım yaver gitmişti, okumam istenen metinler bana çok zorluk çıkarmamıştı. Artık nadiren yaptığım araştırmalarda ya da yazığım kısa yazılarda karşılaştığım çetrefilli Osmanlıca cümleleri, hatta Osmanlı tarihine ilişkin sorunları İzmir’de değerli meslektaşlarım dostlarım, Aydoğan Demir ve Zeki Arıkan ile paylaştığımda sorunun ne denli «mutahassız» işi olduğunu daha iyi anlıyorum, anlıyoruz. 1960’lı yılların ikinci yarısında Londra’da doktora çalışmalarımı sürdürürken orada görevli Türkçe profesörü Paul Wittek’in, eski yazılı metinleri yeni harflere aktaran kimi Türk akademisyenleri üstüne yaptığı açıklamalar, gözümün bir başka türlü açılmasını duyumsatmıştı bana. Osmanlıca kolay yutulur bir lokma değildi; anlı şanlı Türk tarihçilerin dahi eski metinleri okurken yaptıkları hatalar yenilir yutulur gibi değildi. O zamanlar Londra Üniversitesi’nde profesör olan V. L. Ménage’ın, bu bağlamdaki anımsattıklarını da hiç unutmadım. Tarihçiliğin 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar yazılmış kroniklere, hatta daha önceki sürece ilişkin Osmanlıca (tevarih, kitabe, vakfiye, mezartaşı, para vb. tarihsel ve edebi eserlerdeki) metinlerin ve şekillerin ne denli ustalık ve birikim gerektirdiğini eğilerek/büzülerek düşünüp durdum. (Bu satırlara şunu da eklemeliyim: Andığım yıllarda Lizbon kütüphane ve arşivlerinde sökmeye çalıştığım 1617. yüzyıl üstelik abc’si değişmeyen kaynaklarından bazı Portekizce pasajları Portekizli arkadaşlarıma sorduğumda nasıl sessiz kaldıklarını anımsıyorum)! OSMANLICA: KOLAY DEĞİL, POLİTİK SÖYLEMLE HİÇ DEĞİL Yaşadığım bu süreçte Osmanlı kurumlarını ele alan ve benim de içinde bulunduğum bir kürsünün başındaki Prof. Dr. Tayyip Gökbilgin’in bana daktilo etmem için verdiği eski harfli yazıları/makaleleri okurken çektiğim sıkıntıları unutamam. Severek yaptığım o işlerden birinde okuyamadığım bir sözcüğü arkadaşlarıma sormuş, Arapça olabileceği kuşkusunu taşımıştım. Son çare olarak metin sahibi ve kürsü başkanı Tayyip Bey’e sorduğumda o sözcüğün Türkçedeki “iletişim” olduğunu öğrenmiştim. Yeni yeni kullanılan bu kelimenin eski harflerde anlaşılamayan bir biçim göstermesini unutamam. Bu anım bana “Türk” sözcüğü içine “vav” harfi ekleyerek, yani onu “te(tâ), re(râ), kef(kâf)” üçlüsünün ifade ettiği (Türk, terk, terek gibi) başka kelimelerden ayırmak için oluşturulan yeni biçime sokuluşunu hatırlatmıştı hep. “Vavlı Türk” ortalıktaydı artık. Eklenen bu «vav» harfin ayrıca dört sesli harfi (o, ö, u, ü) temsil ettiği düşünülürse karmaşıklık kendiliğinden ortaya çıkar. Bir iki örnek daha vereyim karışıklığa, gülünç okumalara, alaycı tasvirlere ilişkin olarak: #tarih dergi’in 8. (Ocak 2015) sayısında da yeniden hatırlatıldığı gibi, “göz” sözcüğündeki “z”nin noktası unutulduğunda “kör” olur kelime; “fe” ve “kaf” harfleri arasında bir nokta farkıyla “Fevzi Paşa” olur “Kuzu Paşa”. Ya da Nâzım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklitıi, «ekalliyet» kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nâzım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlar. Bütün bunlar bana, Türkiye Cumhuriyeti devrimleri arasında yer alan yeni harflerin oluşturduğu açıklığı ve berraklığı hatırlatır durur. Daha sonra (1977 yılında) doçentlik unvanı için girdiğim tez savunmasında jüri üyelerinin önüme koyacakları Osmanlıca basıl ‘ONA İLETİŞİM DENİYOR’ Bu günlerde Arap harfleriyle yazılmış Osmanlıcanın liselerde okutulması için öneride bulunanların nasıl bir umman ile karşılaşacaklarını bilmediklerini sanmıyorum. Onların feyz aldıkları danışmanların ise çakılı ideolojilerine kurban gittiklerini varsayıyorum. Onlara uyan ve Türkiye Cumhuriyetiınin istikbaline karartı getiren rejim yetkililerinin bu durumun farkına varmalarını, anakronik (tarihi ters kepçe getirerek) yarattıklarını, geriye gittiklerini hatırlatmak istiyorum. Bırakınız Osmanlıcayı uzmanlarına! Milyonlarca öğrenciye gereken kıyaslamalı, betimleyici, sorgulayıcı ve anlamlandırıcı tarihi yansıtmaya çalışınız; bu fazlasıyla yeter. Osmanlının kuruluşunu, uçsuz bucaksız fetihlerini, sanatsal değerlerini, din felsefesini, sosyal ve ekonomik yapısını, bürokrasisini, görkemini; hastalıklarını, küçülmesini ve son bulmasını gereksiz böbürlenme ve bilinçsizce reddetme tavrını yaşamadan sağlama ve kavrama yollarını gösteriniz onlara. Cumhuriyetıin yarattığı bilge kişilerin eserleriyle donatınız onları! Ardından Türkiye Cumhuriyetiınin varoluş felsefesini açıklamaya çalışınız! Kitabeyi ya da basılı bir Osmanlı kroniğini veyahut da bir hat sanatındaki ayrıntıyı okuyamaz öğrenci, inceliklerini, BİR TARİHÇİ TAVSİYESİ zarafetini hiç bilemez, elifba’yı tanısa bile. Ona Osmanlılardan kalan güzel yazı (hat) örneklerinin görsel değerinden bahsedebilirsiniz; onu Süleymaniye Camii’nin görkemiyle tanıştırabilirsiniz, ona istediği bir mezartaşı kitabesindeki biçimlerden ve içeriklerinde taşıdığı verilerden söz edebilirsiniz. Ancak, bu bağlamda, okuma ve yazma sanatını yansıtacak, görsel değerlerini betimleyebilecek, bir o kadar da Osmanl’ının üç kıtaya yayılışının heyecanına kapılmadan görkemini, rahatsızlıklarını, geri kalmışlığını yazıp gösterebilecek kişilerin, bilginlerin, sanatçıların eserlerini tanıtınız onlara. İzmir’de bir televizyonda akşam haberlerine konuk olan bir ilçe belediye başkanı Osmanlıca kursu açtıklarını söyledi ve “ecdadımızın tarihinin öğrenilmesi» gerektiğini bildirdi. Meraklılar için böyle bir kursun açılmasına diyeceğim yok; ama bu yolla tarihlerini öğrenebileceklerine hükmetmesi, hem Osmanlıcayı küçümsemek hem de onu kullanan uzmanlara, usta tarihçilere, edebiyatına karşı tam bir haksızlıktır; şaşkınlık vericidir. Yazımı Osmanlılarda sadrazamın atanması ve azledilmesi hakkında Osmanlı vakıanüvisi (resmi tarihçisi) Ahmed Vasıf Efendi’nin sayfaları arasında geçen şu birkaç satırla bitireyim. Anılan bu tarihçinin, arkadaşım/meslektaşım Mücteba İlgüler tarafından yeni harflere dökülmüş eserini (bırakınız eski harfli metni, bırakınız öğrencinin sökmesini) kaç kişinin anlayabileceğini başbakanlık katında olanlara sorarak bitireyim: Aksâmı ubudiyyet ve siyâseti şâmil olan adl ü dâd ve rahmi sunufı ibâd mesleğine zehab ile tahsîli rızâyi Rabbü’lerbâb etmek lâzım iken celli himmeti deva’î hevâ vü hevese masruf ve umurı devlete mübâlât ile tarîki rüıyetten mahcub ve mekfuf olup istilâyi aıdâ ile harâb ve aşiyânei bum u gurâb olan serhadler ahvâline dikkat etmeyüp... “Her metin bu kadar ağır olmayabilir” diyebilirsiniz, doğrudur. Ama Osmanlıcanın sağı solu belli değildir, daha kolay algılanabilecek olanları vardır; ama daha da ağırlarının varlığını bilmelisiniz! Sözlükler de yarar sağlamaz körpe gence. Türk akademisyen bilimsel literatüre yeni bir kavram kazandırdı C umhuriyet Üniversitesi Öğretim Görevlisi Akademisyen yazar Sefer Darıcı’nın Uluslararası Oyun ve Oyuncak Kongresi’nde (International Congress On Play And Toy) kabul edilen bildirisi ile “Gerçeklik Eşiği” (Threshold of Reality) kavramı bilimsel literatüre girdi. Gerçek gerçek ile dijital gerçeklik arasındaki algısal sınırı ifade eden kavram bu anlamda ilk kez kullanılıyor. ErzurumAtatürk Üniversitesi’nin ev sahipliğinde düzenlenen Uluslararası Oyun ve Oyuncak Kongresi’ne “Dijital Oyunlarda Kullanılan Subliminal Mesajların Gerçeklik Algısı Üzerindeki Etkilerine Yönelik Bir Çalışma: Gerçeklik Eşiği” başlıklı çalışması ile katılan Akademisyen– Yazar Sefer Darıcı, uluslararası literatüre yeni bir kavram kazandırdı. Darıcı’nın bildi risinde yer alan ve “Gerçek dünya ile dijital gerçeklik arasındaki algısal sınırı” ifade eden “Gerçeklik Eşiği” kavramı kongrenin en çok konuşulan bilimsel çalışmalarından biri oldu. Darıcı Gerçeklik Eşiğini “Dijital ortamda simüle edilen gerçekliğin, zamanla algısal olarak ‘gerçek gerçeğin’ yerini alması için geçmesi gereken sınır” olarak tanımlanıyor. Gerçek hayattaki nesne, kavram ve ifadelerin anlamı ‘dijital gerçeklik’te kişinin kendisine sunulan ile yer değiştirebileceğini ifade eden Darıcı, çalışmasında dijital olarak verilen bir gerçekliğin zamanla gerçek hayattaki orijinalinin yerini alması, kişinin dijital dünyayı, gerçek hayatın yerine geçirmesi ve kendisine verileni gerçek algılaması durumunun söz konusu olduğunu belirtiyor. Gerçeklik eşiğinin ince bir sınır olmadığının altını çizen Darıcı, bu eşiğin zaman içerisinde algısal ihlallerle beynin gerçeklik algısını ters–yüz ettiğini ifade ediyor.