Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP EĞİTİMDE NEREYE? İmam hatip eğitimi kıskacına girmiş bir eğitim sistemi K Gün geçmiyor ki eğitimde ‘yeni Türkiye’ adına durmadan yazbozlar, karşıdevrim ve geriye düşmeler yaşanmasın. Ardışıksistematik ve bilinçli yıkıcılığın haddi hesabı yok. Geçmiş on yılın sadece gazete haberlerine göz atmak, bu saptamayı kanıtlamaya yeterken, bilimsel değerlendirmelerin az ve cılız oluşu karamsarlığı artırıyor. Erdoğan Yılmaz, Eğitimci, eybjk@yahoo.com anımca bunun temel bir nedeni, DNA’sında pozitif bilim, sorgulama ve özgür düşünce olması gereken en başta üniversitelerin konuya girmekten adeta kaçınması. Sadece eğitimde değil birçok disiplinde gözlemlenen bu sus pus duruş, sanırım yaşadığımız günlerin korku ve edilgenlik kültüründen besleniyor. Sonuçta yanlış da yapsa gücü kutsama ve “başımıza iş açılmasın” tutumu yaygınlaşıyor, doğallaşıyor. Korkarım bu duruşla üniversiteler, bir bakanın “biz müslümanız bizden buluş yapan çıkmaz” gülünçlüğü ile rahatlıyor. Eğitimin her basamağındaki akıl ve bilimi yok sayan bağnaz yapılanmalar karşısında, toplumun soransorgulayan yaratıcı insan sermayesini üretmesi gereken üniversitelerin çoğu görevini yapmıyor. Bağnazlığa azçok nesnel biçimde tanıklık eden bir kaç yazar çizer olmasa her şey unutulup gidecek. Örneğin MEB’in yayınladığı Ortaöğretim Raporu’nu ele alan Abbas Güçlü’nün “Rapor teorik olmanın ötesine geçememekte, ortaya konulan rakkamlarla fiili durum arasında çok fark var,” saptaması böyle bir tanıklıktır (Milliyet, 14 Ocak 2004). Hatta buna, raporda yer alan şu bilgiler de eklenmeli: Ortaöğretimdeki 4 milyon öğrencinin %29.2’si (Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı okullarda ise %9.3’ü) ikili öğretim yapmakta, tüm öğrencilerin %9.9’u taşımalı eğitim görmektedir. Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne bağlı okullarda okuyanların toplamdaki payı düşerken Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlı okullarda okuyanların oranı artmakta. İHL’ne giden öğrenci sayısı son 7 yılda %25, okul sayısı %56 artmıştır. Kız öğrenci sayısı erkek öğrenci sayısından 20.000 fazladır. (Haber Türk, 13 Ocak 2014) Bu raporun satır aralarında, dikkat çekici başka önemli sorunlar da var: Örneğin 201112’de sınıf tekrarı oranı %7.8, okulu terk oranı %2.5’tur. 201213 birinci döneminde 10 gün ve daha çok devamsızlık yapanların oranı %32.7’yi bulmuş, OECD ortalamalarına göre 664 saat olan net öğretim süresi bizde 567 saatte kalmıştır. 1529 yaş aralığında eğitimde geçirilmesi beklenen sürenin OECD ortalaması 7.1 bizde ise 4.8 yıl’dır!... Siz bu konuları eleştirel bakışla ele alan bir üniversitenin araştırmasını biliyor musunuz? Figen Atalay da gündemden kaçırılan başka önemli konulara; eğitimde kalitenin artması, her çocuğa eşit ve adil eğitim, okullar arasındaki uçurumun kapanması konularına “Takiyyüddin’in İstanbul Rasathanesi” ve “Osmanlılarda bilimin gelişmesi”... 15 Ağustos 2014 günlü CBT’de Sayın Osman Bahadır’ın “Aydınlığa Kavuşturulmamış Olaya Yeni Bir Bakış: Takiyyüddin’in İstanbul Rasathanesi” başlıklı ilgi çekici bir yazısı yer aldı. Sayın Bahadır dayandığı kaynaklardan hareketle şöyle bir çıkarsamada bulunuyor: “Takiyüddin Rasathanesi’nin yıktırılmasının nedeni şimdiye kadar, dinsel tutumun bilimsel tutuma bir tepkisi olarak görüldü ve o şekilde yorumlanmak istendi. Gerçekte ise, dinsel tutumun bir versiyonunun dinsel tutumun diğer bir versiyonuna (astrolojiyi tamamen reddeden dinsel yaklaşımın, astrolojiyi kısmen meşru gören dinsel yaklaşıma) konjonktürel bir tepkisi olarak görünmektedir.” Bu çıkarsama konusunda birincil kaynaklara dayanarak yorumda bulunabilecek bir bilim disiplininden olmadığım için herhangi bir görüş ileri sürmeyeceğim. Ama 25 Temmuz 2014 günlü CBT’de yayımlanan “Bir Cumhurbaşkanı Adayı ve Bakış Açısı Farkı...” başlıklı yazımda, İstanbul Rasathanesi’nin yıkılması meselesine hasbelkader ben de değinmiştim. Değinme nedenim de, bu olay konusunda Bilim Tarihçisi Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yaptığı tespiti naklederek onun hakkında okuyucularıma fikir vermek içindi. İhsanoğlu’nun naklettiğim tespiti şuydu:1 “Rasathane bazı siyasî çekişmeler sebebiyle ve dinî gerekçeler ileri sürülerek 22 Ocak 1580 tarihinde Padişah’ın emriyle Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır.” Yine aynı yazıda belirttiğim gibi, bu tespit gerçeği yansıtıyordu ama sanki bana, Rasathane ve Takiyüddîn’in başına geleni, Osmanlı tarihindeki önemi açısından tam anlatmıyor gibi gelmişti. Onun için aynı olaya bir başka tarihçinin, örneğin Halil İnalcık’ın nasıl baktığını araştırma gereğini duymuştum: Onun tespiti ise şuydu:2 “Galata’da 1577’de kurulmuş olan rasathanenin yazgısı, din bağnazlığının aklî ilimler üzerine açık zaferini gösteren bir olaydır (atç)...” Sayın Bahadır’a göre demek ki, Sayın İnalcık da olayı hatalı yorumlayanlardan... Aslında benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, Sayın Bahadır’ın yukarıya aldığım sözlerinden hemen sonraki şu görüşü: “Bu iki saptama arasındaki farklılık önemlidir. Aksi takdirde Osmanlılarda bilimin gelişmesi sürecinin esaslarını çözümlemekte zorluklarla karşılaşırız.” Doğrusu ben de bu ifadeyi anlamakta güçlük çektim; galiba da anlayamadım. Bilindiği gibi bilim kendiliğinden gelişmez. Bilimi birileri geliştirir. Görebildiğim kadarıyla Osmanlıların bilimin gelişmesine katkıda bulun Aykut Göker CBT 1432 18 /29 Ağustos 2014 dukları bir süreç hiç olmadı. Onlar ancak üst üste aldıkları askerî yenilgilerden sonra içine düştükleri çıkmazın farkına vararak XVIII. yüzyılda kurmaya başladıkları askerî amaçlı meslek okullarının3, 1846’da temelini atıp sürekli eğitime geçmesini ancak 55 yılda sağlayabildikleri Dârülfünun’un (‘Dârülulum [ilimler evi]’ değil)4 ivmesiyle, bazı bilimsel disiplinlerin toplumun belli kesimlerince öğrenilmesinin önünü açabildiler. Tabiî, 1800’lü yıllarda ilk ve ortaöğretim düzeyindeki okullaşmayı yaygınlaştırarak da bu öğrenim süreci için nispeten uygun bir altyapı yarattıkları söylenebilir. Ama sonuçta yaşadıkları sadece bir öğrenme süreciydi ve salt merak sonucu, kişisel düzeydeki çabalarıyla Batı bilimine açılan istisnaî Osmanlı bireyleri için de bu böyleydi. Velhasıl Osmanlılar öğrenip özümsediklerini bir üst düzeyde yeniden üretebilme (yani bilimi geliştirme) aşamasına hiçbir zaman gelmediler; toplum olarak böyle bir anlayış ve hedefleri de olmadı. Onlar farklı bir kültür dünyasına aittiler. Osmanlı’nın, kültür ve ‘ilim’ anlayışını Hilmi Yavuz, şu çözümlemesiyle ortaya koymaktadır:5 “...Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Dünya’yı kullanılabilir kılmak, bu dünyayı enstrümantal aklın (yani, doğa bilimlerinin ve teknolojinin) bir nesnesi durumuna getirmeyi içeriyor. Doğayı bütünüyle temellük etmek, onu insanî amaçlar için ehlî ve kullanılabilir kılmak, Osmanlı kültürünün değil, batı (Avrupa) kültürünün ayırt edici özelliğidir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile Doğa’nın temellük edilmesi veya Dünya’nın kullanılabilir bir dünya haline getirilmesi arasındaki bağıntı Osmanlı kültüründe kurulamaz. Osmanlı’da bilim ve teknolojinin, kendine özgü bir doğrultusu olmuştur ve bu, Dünya’yı kullanılabilir kılmakla ilgili değildir. “Osmanlı kültürü Doğa’yı, kullanılabilir bir Dünya olarak temellük edilecek bir şey olarak görmüyor; onun için (Osmanlı insanı için) Doğa, bir temâşâ (contemplation) nesnesidir...” Hilmi Yavuz’un bu çözümlemesi ek bir yorumu gerektirmeyecek kadar açıktır. Ama biz bir de Taner Timur’un, Osmanlının “dünya görüşü ve ilim anlayışı” konusundaki çözümlemesine göz atalım:6 “Osmanlılarda ‘ilim’ incelenirken, genel olarak bugünkü ilim anlayışından hareket edilmekte ve Osmanlı Devletinde bugünkü ilimlerin öncülü ve ilkel şekilleri sayılabilecek düşünce ürünleri aranmaktadır. Gerçekten de Osmanlı medreselerinde tıp, matematik, fizik, kimya gibi ilimler oku tuluyordu. Ancak bu ‘aklî’ ilimler de geniş ölçüde ‘naklî’ idiler. Unutmamak gerekir ki, Osmanlı zihniyeti günümüzdeki anlamıyla ilme yer vermeyen, skolastik bir zihniyetti. “Osmanlılarda ‘ilim’ ve ‘âlim’ kelimeleri dini bir anlam taşıyordu. İlmin temeli ‘cehalet devri’ne son veren Allah’ın sözü Kuran’dı. Allah, peygamberi aracılığı ile insanlara gerçekleri yollamış, dünyayı aydınlığa, nura boğmuştu. Bu gerçeklere çeşitli yollarla varılabilirdi. ‘Marifa’ yoluyla, yani düşünce ve öğrenimle varılabileceği gibi, Allah’la ruhi birlik kurarak, tasavvuf yoluyla ve şiirle de varılabilirdi. Fakat bu yolların hepsinde ortak nokta ‘Hakikat’in Gök’ten vahiyle inmiş olması ve Kuran’da yazılı bulunmasıydı.” Osmanlıyı olduğu gibi kabul ediyorum, o bir tarihsel gerçeklik; ama bugünümüzü anlayabilmek için, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlıdan nasıl bir bilim mirası devraldığını iyi bilmemizde yarar var. 1 İhsanoğlu, Ekmeleddin (2000), “XVI. Yüzyılda Osmanlı Astronomisi ve Müesseseleri”; ‘Çeçen, Kazım, Editör (2000), Osmanlı İmparatorluğu’nun Doruğu 16. Yüzyıl Teknolojisi, Omaş Ofset A.Ş., 2000, İstanbul.’ içinde, s. 22126 2 İnalcık, Halil (1973), Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (13001600), Çev. R. Sezer, YKY, 2003. 3 1734’te, topçuluğun gerektirdiği matematik eğitimini vermek üzere Üsküdar’da ilk ‘Hendesehane’ kuruldu... Ne var ki bu ‘Hendesehane’, Yeniçeriler tarafından dağıtıldı. 1759’da Koca Ragıp Paşa Sütlüce’de hendese ve matematik derslerini başlattı. 1773’te Haliç’te Tersanei Amire’de Hendesehane yeniden açıldı ve ‘mühendislik eğitimi’ başladı. 1784’te Hendesehane yeniden düzenlenerek Mühendishanei Bahrii Hümayun [Deniz Mühendishanesi] açıldı; III. Selim döneminde Mühendishanei Sultani adını aldı. 1795’te Hasköy’de Mühendishanei Berri Hümayun [Kara Mühendishanesi] açıldı. Ama ana eğitim konusu topçuluktu, istihkâmdı... (Bkz. Tekeli, İlhan ve Selim İlkin [1993], Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, Sa. 2731.) 4 Sn. Osman Bahadır’ın da editörlerinden olduğu bir eser: Tekeli, İlhan. (2007), “Cumhuriyet Öncesinde Üniversite Kavramının Ortaya Çıkış ve Gerçekleştirilmesinde Alınan Yol”; ‘N. K. Aras, E. Dölen ve O. Bahadır’ın editörlüğünde, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (18611961), TÜBA Yayınları, 2007, Ankara’ içinde. s. 1951. 5 Sn. Osman Bahadır’ın da editörlerinden olduğu bir eser: Tekeli, İlhan. (2007), “Cumhuriyet Öncesinde Üniversite Kavramının Ortaya Çıkış ve Gerçekleştirilmesinde Alınan Yol”; ‘N. K. Aras, E. Dölen ve O. Bahadır’ın editörlüğünde, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (18611961), TÜBA Yayınları, 2007, Ankara’ içinde. s. 1951. 6 Yavuz, Hilmi (19831996), Osmanlılık, Kültür, Kimlik, Boyut Kitapları, 1. Basım, Kasım 1996, İstanbul, s. 105. 7 Timur, Taner (1986), Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, Genişletilmiş 5. Baskı, 2010, Ankara, s. 97.