Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TARTIŞMA EDİTÖRE MEKTUP Kültürel genetik ve şiddet Varlık gösterdikleri en ilkel dönemlerden itibaren insanlar vahşi doğanın hiddetine karşı koymak ve yaşamlarını sürdürebilmek için şiddet kullanmak zorunda kaldılar. Yaratıcı zekâlarını da ilk olarak doğanın hışmına karşı kendilerini savunabilecekleri kesici biçici, öldürüp yok edici alet edevat yapma yolunda kullanmaya yöneldiler. Bununla da kalmayarak bir araya gelip doğanın gücüyle başa çıkabilmek için sihir, büyü gibi yollara başvurdular. Prof. Dr. Nazife Güngör Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Nazife Güngör <gungornazife@gmail.com> V CBT 1419 18 /30 Mayıs 2014 ahşi doğanın içerisinde var kalma mücadelesi verirken birbirlerini de keşfetmeye başladılar. Ortak düşmanlarına karşı birlikte daha güçlü olabileceklerini, aynı korkuları birlikte daha kolay yenebileceklerini anlayarak bir araya gelmeye, toplanmaya başladılar. Zamanla yerkürenin farklı yerlerinde giderek de birbirlerinden farklılaşan insan toplulukları belirmeye başladı. Yaşadıkları coğrafyanın, iklimin vb. koşulların da etkisiyle birbirlerinden farklı edimler, davranış kalıpları, tavır ve tutumlar, inançlar, diller, tatlar, lezzetler, hazlar, giyim kuşamlar, dolayısıyla da birbirlerinden farklı yaşam tarzları geliştirdiler. Kuşaktan kuşağa aktarılarak zaman içerisinde kalıcı hale gelen bu yaşam tarzları zamanla onların kültürleri haline geldi. İnsan toplulukları tarafından üretilen ve biçimlendirilen kültürel ortamlar ise zamanla hem bireysel hem de topluluk yapısı düzeyinde insanların hem bireysel hem de toplumsal karakterlerini biçimlendir meye başladı. Topluluklar dan toplumsal yapılara geçilmesi, toplumsal sistemlerin biçimlendirilmesi, güç yapılarının oluşması ve işleyiş göstermesi süreçlerinde kültürün giderek en önemli işletici dinamik haline geldiği görülmektedir. İnsanların topluluk halinde yaşamalarına bağlı ve koşut olarak gelişip biçimlenen kültürün giderek insanlar ve toplumlar üzerinde karakteristik etki yapar hale gelmesi, bu etkinin zaman içerisinde de süreklilik göstermesi ister istemez kültür olgusunu genetikle ilişkilendirme gereğini de ortaya koydu. Birtakım değerlerin, tavır ve davranışların, tutumların, inançların, din, dil gibi toplumsal yaşama dair öğelerin kültür içerisine yerleşerek insanlık tarihi içerisinde kalıcı hale gelmeleri, bununla da kalmayarak hem bireysel hem de toplumsal düzeyde insanların karakterlerini belirleyici etki yapmaları kültürün de tıpkı biyolojik organizmalar gibi genetik yanının olduğunu göstermektedir. Biyolojik organizmalar nasıl ki çevrelerini saran coğrafi ve iklim koşullarının, yani dış fizik ortamların etkisiyle zaman içerisinde birtakım genetik özellikler geliştirmekteler, insan yaşamının sosyal dış çevresi olarak kabul edilmesi gereken kültür de aynı şekilde insanların sosyal karakteristiğinin biçimlenmesinde rol oynamaktadır. Kültürel ortam içerisinde biçimlenen karakteristik özellikler ise kültürel koşulların değişmesine ve dönüşmesine bağlı olarak aynı kalmakta veya değişim göstermektedir. İnsan adı verilen canlı organizma diğer canlılardan farklı olarak kendisinden önce orada varlık gösteren insanlar tarafından biçimlendirilmiş, ama diğer yandan da onların sosyal karakteristiğinin biçimlenmesine etki etmiş kültürel ortamlar içerisine doğarlar ve söz konusu kültürel ortamdaki mevcut kodlarla donanarak kişiliklerini biçimlendirirler. Belli kültürel kodlar yüklenilerek oluşturulan kişilikler ise zaman içerisinde kuşaktan kuşağa geçerek kalıcılaşırken aynı zamanda da insanların kültürel genetiği haline gelir. Mevcut kültürel yapı özünde devam ettiği sürece de söz konusu kültürel genetiğin değişmesi olası değildir. Hatta kültürel yapılar kökten değişse bile insanların karakterine yerleşmiş olan kültürel genlerin değişimi çok da kolay olmaz. Büyük toplumsal dönüşümler, siyasal ve ekonomik düzeyde gerçekleştirilen devrimler vb. sistemsel dönüşümler toplumdaki egemen kültürel yapıların da değişip dönüşmesine yol açarlar. Ancak böyle durumlarda bile çoğu zaman insanların kuşaklar boyu taşıyageldikleri birtakım değerler, tavır, davranış, tutum ve tarzlar değişmeksizin yaşamaya devam edebilmektedir. Bu da kültürün genetik özelliği üzerinde düşünülmesi gereğini ortaya koymaktadır. Örneğin, hangi toplumsal sistemde, hangi kültürel yapıda yaşıyor olurlarsa olsunlar sevgi, nefret, şiddet, hırs, beğenilme arzusu, giyim kuşam merakı, mal mülk sahipliği, başarı isteği vb. duygular insanlarda mevcuttur. Farklı olan ise bunların dışavurum biçimidir. Tam da bu noktada kültürel ortamın farklılık yaratıcı özelliği kendisini gösterir. Ancak kültürel genetikte herhangi bir farklılık söz konusu olmayabilir. Bu yazının asıl konusunu oluşturan şiddet olgusunu da kültürel genetikle ilişkili olarak ele almak yanlış olmaz sanıyorum. İnsanlar doğanın içerisinde var oldukları andan itibaren doğaya karşı var kalma mücadelesini şiddetle yoğurmak zorunda kalmışlardır. Bu süreç, insanlığın uygar dönemlere geçmesinin öncesinde on binlerce yıl sürmüştü belki de. Geliştirdikleri araç gereçle, yarattıkları tekniklerle bu mücadelede belli ölçüde zafere ulaşmaları da onları şiddet kullanmaktan alıkoymamış, söz konusu mücadelenin galipleri bu kez de birbirlerine karşı başlattıkları güç mücadelesinde şiddet kullanmaya yönelmişlerdi. İnsanın insanı kırıp döktüğü barbar dönemlerin sonlandırılıp uygar döneme geçilmesi insanlık yaşamında pek çok sorunun çözümüne temel oluşturmuş, insanlık dünyayı kendisi için daha yaşanabilir hale getirmişti. Ancak şiddet denilen olgu uygar dünyanın içerisinde merkezi öneme sahip bir sorun olarak varlığını sürdüregelmiştir. Nitekim on binlerce yıl var kalma mücadelesini şiddet üzerine kurmuş insanın henüz üç bin yılını bile tamamlamamış uygarlık tarihi içerisinde bu yöndeki kültürel genetiğini yeni baştan organize etmesi o kadar da kolay değil. Ayrıca doğada var olduğundan bu yana şiddeti bütün bir yaşam biçiminin hemen tüm kesitleriyle yoğurmuş insanın bu genetiğini değiştirmek için sosyal ve kültürel anlamda uygar dünya içerisinde de uygun kültürel bir yapı oluşturulmuş değil henüz. Dolayısıyla bugün uygar dünyadan ne denli söz edilirse edilsin insanlık tarihinin kültürel geleneği içerisinde genetik hale gelen şiddeti insanın tavır ve davranış alanından tümüyle söküp atmak en azından şimdilik mümkün görünmüyor. Öyle ki günümüz insanı yalnızca öfkeliyken veya savunmacı pozisyonda şiddete başvurmakla kalmıyor, eğlence, mutluluk ve neşe anlarını bile şiddetle anlamlandırma yoluna gidiyor. Düğün törenlerinin tabanca ve fişek sesleriyle süslenmesi, futbol sahalarının holigan saldırılarına sahne olması, diskoların, barların şiddetin kol gezdiği mekanlara dönüşmesi şiddetin yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda kültürel bir olgu olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanların kendilerini savunmak ya da öfkelerini dışavurmak için şiddete başvurmaları doğal psikolojik bir itki olarak açıklanabilir belki. Ama sorunlarından uzaklaşmak, esneyip rahatlamak için başvurulan yöntemlerin şiddetle yoğrulmasını yalnızca psikolojik süreçlerle açıklamak kolay olmasa gerek. Aile içi şiddetin de tümüyle psikolojik olduğunu söylemek mümkün değil. Toplumsal sistemlerin biçimlendirilmesi sürecinde erkeğe tanınan egemenlik alanının kültürel gelenek içerisinde de pekişerek hayatın her kesitine yayılmasının bir sonucu olarak günümüzün sözde ileri uygarlaşmış dünyasında bile aile içi şiddetin temel dayanağını oluşturmaktadır aslında. Bu bağlamda kadının ikinci sınıf insan kategorisine konularak erkeğin mülkiyet alanı kapsamında şiddete de maruz bırakılmasını psikolojik nitelikteki dinamiklerin yanında kültürel genetikle de ilişkilendirmek gerekir. Gazete manşetlerine sıkça yansıyan kadına yönelik şiddet haberleri, küçük kız çocuklarının ergenlik dönemine bile girmeden evlendirilmeleri gibi olaylar, kız çocuklarını kuma gömerek imha eden anlayışın yüzyıllar içerisindeki kültürel uzantısından başka ne olabilir ki. ŞİDDET VE KÜLTÜREL GENETİK Biyolojik bir organizma olarak insanın duygusal, ruhsal ve zihinsel yapısında sevgi, nefret, sevinç, üzünç, hüzün, neşe, mutluluk, mutsuzluk, iyimserlik, karamsarlık, acıma duygusu, acımasızlık vb. pek çok dürtü bir arada yer alır. Bunların bazılarının diğerlerine göre daha çok öne çıkarılarak işlenmesi ve aktif hale getirilmesi ise insanın içerisinde toplumsallaştığı sosyal ve kültürel ortamla ilişkilidir. İnsan doğduğu andan itibaren en çok hangi toplumsal ve kültürel kodlarla donatılıyorsa, onun kişiliği veya karakteri de ona göre biçimlenir. Hangi sosyal ve kültürel kodların insana yükleneceği ise mevcut kültürel genetikle ilişkili olmaktadır. Dolayısıyla da şiddet dürtüsü kültürel bir gen olarak da biçimlenmişse insanlığın, barbarlık dönemini tümüyle geçmişte bırakarak uygarlaşması hiçbir zaman mümkün olmaz. Barbarlıktan tümüyle arınmış ileri uygarlık evresine girebilmek için barbarlığa temel oluşturan şiddet geninin kültürden tümüyle dışlanması gerekir. Bu da kültürel genetiğe müdahale anlamına gelir ki, bu çok da kolay bir şey değildir. Tıp ve teknolojinin olanakları kullanılarak canlı organizmaların genetiğine müdahale edilebilir. Ancak kültürel genetiğe müdahale etmek o kadar kolay değil. Çünkü kültürel genetik zaman içerisinde, çok uzun ve karmaşık süreçler sonucunda oluşmuştur. Soyut bir alan oluşu da ona somut birtakım yol ve yöntemlerle dokunulmasına olanak vermemektedir. Değiştirilebilmesi de aynı şekilde çok uzun bir zaman dilimi içerisinde ve oldukça karmaşık süreçler izlenerek belki mümkün olabilir. Bunun için de kişiyi iyi olan duygusal, ruhsal ve zihinsel süreçlere yönlendirecek kültürel kodların yoğunluğunun artırılması, buna karşılık olumsuz kültürel kodların ise geriye çekilmesine gayret etmek gerekiyor. Bu da ancak bilinçli eğitimciler, doğru ve yerinde uygulanabilecek eğitim öğretim programlarıyla mümkündür. BARBARLIĞI TOPTAN BIRAKMAK MÜMKÜN MÜ