02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu ([email protected]) BİLİM TARİHİ Kişinin kendi fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşması anlamına gelen “selfie” İngiltere’de yılın kelimesi seçilmiş. ABD’de ise adaylar arasında yer almış. Öte yandan selfie fotoğraf çekenlerin “selfitis” adlı psikolojik bir hastalıktan müzdarip olabileceği de iddia edilmekte. Evrimin mekanizmaları Evrimin mekanizmaları, önem derecelerine göre sınıflandırılabilir mi? Osman Bahadır [email protected] Yılın Kelimesi “Selfie” (Çünkü Selfitis) Yılın kelimesi İngiltere’de “Selfie” seçilmiş. Oxford Üniversitesi’nin sözlüklerle ilgili birimi kişinin kendi fotoğrafını çekip sosyal medya üzerinden tüm dünya ile paylaşması anlamına gelen “selfie” kelimesini bu yılın en popüler kelimesi olarak belirlemiş. İngiltere’nin bu alandaki muadili olan Amerikan Dialekt Cemiyeti (ADS) ise bu yıl biraz daha tutucu davranmış ve “çünkü” kelimesini yılın sözcüğü olarak seçmiş. Ancak ADS’nin aday kelimeler listesinde “selfie” de yer almakta. Oxford’u anlamak kolay da ADS’nin “çünkü” kelimesini seçmesi ilginç gelebilir. Görünen o ki ABD’de “çünkü” anlamına gelen “because” kelimesi olağan kullanımını daha dinamik hale getirmekte. Aslında bu biraz da gramer kurallarını eğip bükmek anlamına da geliyor. Örneğin “akşamki davete katılamayacağım çünkü yapacak çok işim var” demek yerine Amerikalıların “akşamki davete katılamayacağım çünkü iş” der hale geldiği tespit edilmiş. Özellikle Twitter’in 140 karakter sınırının dilbilgisi üzerinde bu tür etkileri de beraberinde getirmekte olduğu söylenebilir. Selfie kelimesi, fotoğraf paylaşım sitelerinin yaygınlaşmasıyla birlikte popülerlik kazanmaya başladı. Elinde fotoğraf çekme ve internete erişme imkanı olan akıllı telefon olanlar, biraz da bu sitelerin “ittirmesiyle” kendi fotoğraflarını çekmeye özendirilmekte. Son dönemde kişinin düzenli olarak kendi fotoğraflarını çekmesi ve hatta bunları sosyal medyada başkalarıyla paylaşmasının bir tür psikolojik hastalık olduğu tezi ortaya atıldı. Amerikan Psikiyatri Derneği (APA) buna bir isim bile bulmuş: SELFITIS. Selfie fotoğrafların sosyal medyada paylaşmanın kişiye “obsessif kompulsif bir haz verdiği” ve bu sayede “kendine karşı olan güvensizliğini doldurduğu” iddia ediliyor. APA üç tür Selfitis olduğunu belirtmekte: Birincisi SINIRLI SELFITIS. Bunlar gün içinde üç taneye kadar selfie çekiyor ama bunları sosyal medyada başkalarıyla paylaşmıyor. İkinci grup ŞİDDETLİ SELFITIS. Bunlar da üçe kadar selfie çekiyor ama bunları sosyal medya vb. ortamlarda başkalarıyla paylaşıyor. Üçüncü grup ise KRONİK SELFITIS. Bunlar neredeyse saat başı bir selfi çekiyorlar ve bunlardan en az altı tanesini gün boyunca sosyal medyadan diğer insanlarla paylaşıyorlar. “Anı” olacak etkinliklere katılan bireylerin, kendilerini o etkinliği paylaştığı kişilerle birlikte fotoğraflaması ne kadar “selfie” kategorisine girer bilinmez ama madem elde fotoğraf çekecek ve bu fotoğrafları başkalarıyla paylaşacak imkan var, neden daha az fotoğraf çekilsin ki? Hem fotoğraf paylaşım sitelerinin ya da sosyal medyanın kişiyi illa ki selfie’sini çekmeye zorladığı da tam doğru olmayacaktır. Bu sitelerin derdi kullanımı artırmak. Yani fotoğraf yükleme eylemini çoğaltmak. O fotoğrafların içeriği birincil amaçları değil. Anımsanacağı üzere bir ara kişinin kendi bacaklarını çekmesi moda olmuştu. Ya da belli bir pozisyonda durarak fotoğrafını çektirmesi. Bu denklem bizi “kasap et derdinde, koyun can derdinde” sonucuna götürüyor. Sitelerin derdi trafik oluşturmak, fotoğraf yüklemesini özendirmek, bireylerin derdi ise selfitis gibi postmodern hastalıklarla mücadele etmek. Tabii komplo teorisyenlerini de unutmamak gerek. Son yıllarda “yüz tanıma” konusunda çalışan teknoloji firmalarının popülerliği artmakta. “Selfie” fotoğraflarda yer alan kişilerin, kendi yüzlerini gönüllü olarak “açık istihbarat” kıvamında tüm dünyaya sunmakta olması büyük bir olasılıkla komplo teorisyenlerinin de iştahını açmakta. E vrimi yönlendiren veya ona etkide bulunan çok sayıda mekanizma var. Genetik rekombinasyon, mutasyon, yatay gen transferi, genetik sürüklenme, doğal seçilim, evrimi yönlendiren önemli mekanizmalardan bazılarıdır. Bu mekanizmalardan bir kısmının evrimdeki rolü diğerlerine göre daha önemli olabilir. (Örneğin genetik rekombinasyon ve doğal seçilim). Ancak bu ilişkilerin tam olarak sınıflandırılabilmesi için evrim sürecinin bütün gizlerinin çözülmüş olması gerekir. Sayın Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Kuramı ve Mekanizmaları (2013) adlı eserinde evrimin başlıca mekanizmalarını kapsamlı bir biçimde incelemektedir. Canlıların oluşumu, evrimin çeşitlilik yaratıcı genetik mekanizmaları, yapay ve doğal seçilim, cinsel seçilim ve akraba seçilimi, ele aldığı konular arasındadır. Bakırcı, konularını çok anlaşılır bir dille ve ikna edici bir uslupla anlatıyor. Evrim Kuramı ve Mekanizmaları, evrim konusunda geniş kapsamlı bilgi ve kavrayış sahibi olmak isteyenlerin okumaları gereken bir kitap. Ancak bu değerli kitapta, biri yanlış anlamaya yol açabilecek, diğeri de eksiklik duygusu yaratan iki sorun olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Bakırcı mutasyonun evrim yaratan mekanizmalar içindeki rolünü küçümsemektedir. Mutasyonla ilgili olarak şunları söylüyor: “Mutasyonların büyük bir kısmı ne yararlıdır, ne de zararlıdır; mutasyonların çok büyük bir kısmı nötrdür....Genetik çeşitliliği sağlayan tek mekanizma mutasyonlar değildir. Mutasyonlar, evrim mekanizmalarının sadece ufak bir kısmıdır, onlarcasından yalnızca biridir...İnatla sürdürülen ‘evrimin sebebi mutasyonlardır’ yanlış anlaşılması, bu noktadan itibaren silinmelidir. Mutasyonlar, sıradan bir evrim mekanizmasıdır ve asla diğerlerinden daha büyük bir etkisinden söz edilemez.” (s.91 ve s.187). Bakırcı’nın mutasyonun etkileri konusunda bu kadar kesin konuşmaması gerekirdi. Çünkü bazı mekanizmaların nasıl çalıştığını hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Moleküler düzeyde bir değişim olan mutasyonun, morfolojik düzeydeki değişimlerle ilişkisi henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmuş değildir. Ayrıca mutasyonların çok büyük kısmının nötr olduğu doğru olmakla birlikte, nötr olmayan çok küçük kısmın etkisinin uzun süreler içerisin de doğal seçilim yoluyla çok büyük ölçeklere ulaşabileceği olasılığı göz ardı edilemez. Mutasyon, genetik varyasyon yarattığı için elbette bir evrim mekanizmasıdır. Fakat tarihsellik ve bütünlük ölçeğinde mutasyonların evrimdeki gerçek rolünün, etkisinin ve dolayısıyla öneminin ne düzeyde olduğunu henüz tam olarak bilmiyoruz. İkincisi, Bakırcı eserinde evrim sürecindeki büyük ayrışmalara hiç değinmiyor. Bir canlının tamamen farklı bir canlıya dönüşmesinin koşullarına hiç girmiyor. Üstelik çok tuhaf bir örnek vererek bu önemli konudan adeta kaçmak istiyormuş gibi davranıyor. Bu konuda şunları söylemektedir: “Evrim, bir canlının tamamen farklı bir canlıya, bir anda dönüşüvermesi demek değildir. Örneğin bir insanın bir kuşa dönüşüp uçmaya başlaması, bir kedinin timsaha dönüşüp suya dalması demek değildir.” (s.187). Kimse evrimin bir canlının tamamen farklı bir canlıya bir anda dönüştüğünü söylemedi. Böyle bir iddia zaten biyolojik evrimin konusu olmaktan çıkar. Fakat bir sürüngenin kanat geliştirerek (ve tabii kanat oluşturan geni yaratarak) nasıl uçmaya başladığı konusu evrimin temel bir meselesidir. Benzer şekilde kimse bir insanın kuşa dönüşüp uçmaya başlayabileceğini veya kedinin timsaha dönüşerek suya dalacağını düşünmedi. Fakat hepimiz örneğin balinanın karaya çıktıktan ve kara yaşamında akciğer yapısı kazandıktan sonra tekrar neden suya dönmek zorunda kaldığı konusunda bilgi ve yorum arıyoruz. Zavallı balina yarım kalan karasal evriminin bedeli olarak, ikide bir deniz yüzeyine çıkıp hava toplama işkencesini çekiyor. Biz Bakırcı’dan yukarıdaki gereksiz ve şaşırtıcı sözler yerine bu konularda açıklama yapmasını beklerdik. Sayın Çağrı Mert Bakırcı bize bu konulardaki düşüncelerini iletirse çok memnun oluruz. vi sakinlerini tanımaları ve onlara destek vermelerini amaçlıyor. Altı yıldır son akademik dönemde bitirme projesi olarak süregiden projede, üniversiteli “abiler” “ablalar” “rol modelleri” Kayışdağlı ilkokul öğrencilerini Üniversite’ye getiriyor, derslerine yardımcı oluyorlar; huzurevi sakinlerini de “evlatları,” “torunları” yerine ziyaret ederek onlarla dertleşiyor, her birinin anılarını resimlerini paylaşıyor, çay kahve içip, tavla oynuyor, müzik dinleyip birlikte şarkı söylüyorlar. Yeditepeli öğrenciler düzenledikleri piknikler, konserler, film gösterileri, müze gemi gezileri gibi, değişik etkinliklerde de, birkaç kuşağı biraraya getiriyorlar, kuşaklararası dayanışma sağlıyorlar. Mezuniyet Projelerini için hazırladıkları sunumlar, izlenim öyküleri üniversite öğrencilerinin de önyargılarından kurtulup, farklılık yarattıklarının bilincine vardıklar görülüyor. Avrupa’dan, Yeditepe Üniversitesi öğrencilerinin Projesine Ödül Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü son sınıf öğrencilerinin Prof. Dr. Ayseli Usluata’nın koordinatörlüğünde gerçekleştirdikleri “7’den 77’ye Kuşaklararası Dayanışma” (From 7 to 77: Solidarity Between Generations) başlıklı  sosyal sorumluluk projesi, merkezi  İngiltere’de bulunan ve Avrupa’da kuşaklararası iletişimi destekleyen EMIL (European Map of Intergenerational Learning) ödülü kazandı. Proje genç Yeditepeli öğrencilerinin üniversite çevresinde yaşayan küçük ilkokul öğrencilerini ve bakıme CBT 1412 12 /11 Nisan 2014
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle