Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
BİLİM DÜNYASINDAN SON ARAŞTIRMALAR Sitrik asitle kök hücre üretimi lerden, ünlülerden ve genel olarak anlamlı sesleri birbirinden ayırt edebiliyor. Grönland’daki resif ağırlıklı olarak Lophelia cinsinden beyaz mercanlardan oluşuyor. Çalıya benzer yarım metre dallı bu mercanlardan Norveç resiflerinde de görülür. Tropikal mercanların aksine bunlar hayatta kalmak için güneş ışığına ihtiyaç duymazlar. Kök hücre üretimi için insan embriyosu gerekiyor ki bu son derece tartışmalı bir konudur. Fakat artık bu yöntemi gereksiz kılabilecek yeni araştırmalar var ve bilim insanları şimdiden “yeni bir kök hücre devrinden” söz ediyor. Biraz asit ile hücreleri bir tür embriyonik duruma geri döndürerek kök hücre ürettiler. Japon ve Amerikalı bilim insanları bu hücrelerin neredeyse tüm hücre tiplerine dönüşebildiklerini söylüyor. Bugüne dek geri programlama için özel genler veya proteinlere ihtiyaç duyuluyordu. Riken Gelişim Biyolojisi Enstitüsü’nde Haruko Obokata ile çalışan ekibin yöntemi çok daha kolay. Araştırmacılar yeni doğmuş fareleri beden hücrelerini sitrik asit çözeltisiyle işlemden geçirmişler. Bu süreçte bazı hücreler daha erken bir zamanda, farklılaşmamış bir gelişim evresine geri dönmüşler. Beden hücrelerini, embriyonik hücreler gibi çeşitli doku türleri olarak gelişebildikleri bir duruma geri programlamak daha önceleri sadece biyokimyasal ve genetik manipülasyonlarla mümkündü. Bu tür genç hücreleri basit asit stresiyle üretmek, günün birinde hastanın kendi kök hücrelerini üretmek için yepyeni olanakların yolunu açıyor diyor Cambridge Üniversitesi’nden Austin Smith. “Ama yine de bu deneylerin şimdiye dek sadece olgunlaşmamış fare hücreleriyle yapılmış olduğunu unutmamak gerekiyor. Aynı yöntemin diğer organizmalarda ama özellikle de insanda işleyip işlemediğini zaman gösterecek.” Londra Kings College kök hücre araştırmacısı Dusko Ilic ise “yeni bir kök hücre biyolojisi devrinden” söz ederken, insana ait hücrelerin de benzer şekilde bu tür etkilere reaksiyon gösterip göstermediklerinin de kanıtlanması gerektiğini hatırlatıyor. Yeni yöntem “Ilic revolutionary” olarak isimlendirildi. ve metinlerin anlamını açar. Fakat daha en alt düzlemde yani fonetik düzlemde yapılacaklar vardır. Sözcükleri bir araya getiren fonemlerin tanınması gerekir. Fonemler bir dilin en küçük anlam ayırıcı birimleridir. Bu demektir ki bir fonem bir kelimenin anlamı hakkındaki son kararı verir. Mesela Türkçede “k” veya “z” harflerinin kullanımına göre “kat”tan veya “zat” tan söz ederiz. Bir dilin ses birim envanteri on ila yüz arasında değişebilir. Örneğin Türk alfabesinde yirmi dokuz fonem var. Beyindeki Gyrus temporalis superior (şakak lopunun üst kıvrımı) beyin bölgesindeki belli başlı bir merkezin yani “Wernicke merkezinin” her fonemin akustik özelliklerinin işlenmesinde önemli bir rol oynadığı düşünülür. Araştırmalardan öğrenildiği gibi bu bölge diğer seslere değil dile reaksiyon gösteriyor. Hatta diğer araştırmalardan da anlaşıldığı gibi konuşulanları anlama yetisi, elektriksel uyarımlarla bozulabiliyor da. Bununla birlikte konuşma merkezinin algılanan konuşmaları ne şekilde parçalayıp, işlediği bugüne kadar belirsizdi. Anlaşıldığı üzere belli başlı akustik özellikler konuşma merkezindeki nöronların tepki vermelerine neden oluyorlar. Örneğin elektrotlardan birinde, duyulan fonem ünsüz olduğunda en büyük tepki saptanmış. Diğer bir ölçüm noktası ise en çok frikatiflere (sürtünmeli sessiz harfler) reaksiyon göstermiş. Birbirine benzeyen ünlüler de yine benzer bir seçici etkinlik sağlamışlar. Konuşulan dilin belli başlı ses özelliklerinin seçilmesi duyulan sinyallerin bir anda işlenmesine izin vermektedir. Bu şekilde beyin hemen hemen hiç düşünmeden fonemleri, çevre gürültüsünden, ünsüz Araştırmacılar Grönland’ın güneybatı kıyısında ilk kez bir mercan resifi buldular. Birkaç kilometre uzunluğundaki resif 900 m derinlikteki soğuk, karanlık ve kuvvetli akıntıların bulunduğu bir ortamda yer alıyor. Fakat alışılmışın dışındaki bu resif yine de gelişmeye devam ediyor. Oysa mercanlar normalde turkuvaz renginde ve sıcak tropikal sularda birleşerek gelişirler. Tropikal bölgelerdeki mercanlar yüzeyin hemen altında yer alırlar. Çünkü resifleşen mercanlar ve ortakyaşar yosunlarının ışığa ihtiyaçları vardır. Fakat bu mercanların dışında örneğin İskandinav fiyortları gibi soğuk ve karanlık bölgelerde büyüyen soğuk su mercanları da var. Uzun bir süredir Norveç ve İzlanda’da mercan resiflerinin bulunduğunu biliyoruz diyor Danimarka Teknik Üniversitesi’nden Helle Jørgensbye. Buralardaki mercanlar otuz metre kadar yükseliyor ve birkaç kilometre de uzuyor. Son buzul devrinden beri büyüyen bazı mercanlar sekiz bin yıldan daha yaşlılar. Grönland’da da soğuk su mercanlarının bulunduğunu Jørgensbye ve Kanadalı meslektaşları tamamen rastlantı sonucunda keşfettiler. Kanadalı bilim insanlarının asıl amaca Grönland’ın güney batısındaki Desolation Burnu’ndaki sulardan birkaç örnek almaktı. Fakat 900m derinlikteki örnek kaplarını yukarı çektiklerinde içlerinde kırılmış mercan dalları görmüşler. Grönland’da ilk kez mercan resifi görüldü Tüm yaşamların ortak atasının ne şekilde göründüğü hâlâ tam olarak bilinmiyor. Alman bilim insanları şimdi biyoinformatik yöntemlerle zamanı geri alarak, en azından bu metabolizmayla ilgili bilgilere ulaştılar. 3.5 milyar yıl önce yaşamış olabilecek bir enzimi “canlandıran” bilim insanları, bunun o zamandan bu yana çok az değiştiğini söylüyor (Journal of the American Chemical Society). Kabul gören teorilere göre bugün hayatta olan her şey 3,5 milyar yıl önce varolan tek hücreli bir organizmaya uzanır. Bilim insanları bu ilk hücreyi “son ortak ata” veya LUCA (İng.: “Last Univer sal Common Ancestor”) olarak isimlendiriyor. Bu teorik atadan geriye kalan fosil veya benzer kalıntılar yoktur. Ve gerçekten yaşamış olan daha yeni zamanlara ait mikroorganizmaların fosilleri de bu mikrobiyal atanın metabolizması hakkında hiçbir bilgi vermezler. Yani şöyle, evrimin bu erken evresinde enzimlerin gezegenimiz üzerindeki etkilerinin ne olduğu ve günümüzdekilere ne kadar benzediklerini söylemek çok zor. Regensburg Üniversitesi bilim insanları, biyoinformatik yöntemlerle, LUCA enziminin nasıl göründüğünü “canlandırdılar”. Benzer enzimlerin yapılarından, çeşitli organizmaların akrabalık dereceleri hakkında Yaşamın başlangıcına yolculuk Her sese bir nöron CBT 1404 6 / 14 Şubat 2014 İnsanlar birbirlerinden farklı konuşurlar, bazen de bu konuşmalar belirsiz kalır. Ama buna rağmen genelde sorunsuz olarak bir dilin tüm seslerini belirleyebiliriz, bu da anlamanın temelidir. Bilim insanlarına göre nöronlar ünlü ve ünsüzlere göre ayrı ayrı uzmanlaşmışlar. Bir dili anlamak çok karmaşık bir süreçtir. Konuşulan dilde ilk önce ses dalgalarının akustik veya fiziksel olarak işlenmesi gerekir. Ardından beyin adım adım seslerin, sözcüklerin, cümlelerin Dünya Sağlık Organizasyonu’na (WHO) göre AB’deki iki insandan biri fazla kilolu. Fazla kilolular arasında hastalık derecesinde şişmanlık da artıyor. Amerikalılar adipozite (şişmanlık) ayarlarının doğumdan hemen sonraki yıllarda yapıldığını kanıtladı. Emory Üniversitesi’nde Solveig A. Cunnigham ve ekibi, beşinci yaşlarından itibaren ağırlıkları ve boyları incelenen 7 bini aşkın çocuktan örnek aldı. Veriler 1998 ila 2007 yılları arasında yedi kez güncellendikten sonra yıllar içinde şişman çocuk sayısının önemli ölçüde arttığı görülmüş. Okula başlarken çocukların henüz %12’si şişman ve %15’i fazlı kiloluyken, sekiz yıl sonra %21’i hastalık derecesinde şişmanlamış. Çocukların %17’si ise fazla kilolu duruma gelmiş. Özellikle de beş yaşından itibaren fazla kilolu olan çocuklarda şişmanlık riski daha yüksek. Bu çocuklarda şişmanlama riski aynı yaşta normal kilolu olanlara kıyasla dört Şişmanlık çok erken yaşta başlıyor misli yüksek. Çocukların sağlıklı gelişmelerinde sosyoekonomik çevrenin de etkisi var. Özellikle de ortalama bir gelire sahip ailelerin çocukları şişmanlamaya daha yatkın. Bilim insanları ayrıca doğum anındaki beden ağırlığı ve şişmanlığın ortaya çıkışı arasında da doğrudan bir bağlantı saptadı. Dört kilonun üzerinde dünyaya gelen ve doğumdan sonraki ilk yıllar fazla kilolu olan çocuklar genelde şişman oluyor. Şişmanların sadece hareket özgürlükleri kısıtlanmakla kalmayıp, diyabet, kanser ve kalp enfarktüsü gibi hastalıklara daha fazla yakalanıyorlar. Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması 2010 ön çalışma raporuna göre 05 yaşta fazla kilolu olanlar %17.9, şişman olanlar %26.4. 618 yaşta ise fazla kilolu olanların oranı %14,3 ve şişman olanların oranı ise %22.5.