02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

BİLİM DÜNYASINDAN SON ARAŞTIRMALAR Bebekler ve yavru maymunların iletişimi benzer Kanser, fosil kemiklerde çok ender olarak teşhis edilmişti. Bunun nedeni hastalığın genelde ender olarak görülmesi ve birçok kanser türlerinin de daha çok yaşlılıkta ortaya çıkmasıyla ilgili. İnsanlar eskiden günümüzdeki kadar uzun ömürlü değildi. Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesindeki araştırmacılar, bir Neandertal kalıntısındaki sadece üç santimlik bir kaburga kemiğinde, iyi huylu bir tümörün izlerini tespit etmişler. Kemik yüz yıl önce diğer kalıntılarla birlikte Hırvatistan’da bulunmuş ve 120.000130.000 yıl öncesine tarihlendirilmişti. Bilgisayar tomografisi, kemik dokusunun yapısından ve tümörün pozisyonun dan tümörün “fibröz displazi” yani iyi huylu tümör olduğunu göstermiş. Bu hastalıkta kemik dokusunun yapısı bozuktur ve kemiklerde birbirini etkileyen deformasyonlar ortaya çıkabiliyor. Bazen sinirler veya damarlar sıkışır ve hastalar ağrı çeker. kuşlar ve memelilerle gerçekleştirilen karşılaştırma, ördeklerin, bağışıklıkla bağlantılı daha az gene sahip olduğunu gösterdi. Bunlar tavuklarda ve ispinozlarda yapılan gözlemlere benziyor (Nature Genetics). Su kuşlarının örneğin A(H5N1) virüsleri (mesela kuş gribi) gibi hastalık etkenlikleri için önemli bir rezerv oluşturdukları tahmin ediliyordu. Bilim insanları, tehlikeli ve daha az tehlikeli enflüenza virüsü taşıyan ördeklerin gen ekpresyonlarını da karşılaştırınca belli başlı proteinlerin (defensinler) hastalık etkenlerin savunulmasında önemli bir rol oynadıklarını görmüşler. Parmakla göstermek veya kucağı alınma isteğini kolları iki yana açarak belli etmek: Bebekler ve yavru maymunlar benzer şekilde iletişimsel hareketler geliştiriyor. Kaliforniya Üniversitesi psikologları bir araştırma çerçevesinde bir şempanze yavrusu, bir Bonobo maymunu yavrusunu ve küçük bir kızın videosunu analiz etti. Bu iki maymun türü, insana en yakın olandır. Bebeğin, şempanze yavrusunun ve Bonobo yavrusunun hareketleri arasındaki benzerlikler dikkat çekiciydi diyor Patricia Greenfield. Frontiers in Psychology dergisindeki araştırma yazısında ise tüm hareketlerin iletişime dayalı olduğunun altı çiziliyor. Mesela göz teması kurmak, belli başlı sesler çıkarmak ya da diğerlerinin dikkatini çekmek için çabalamak. Kız bebek on bir aylıktan on sekiz aylığa kadar incelenirken, yavru maymunlar araştırmanın başında on iki aylık, bitiminde ise yirmi altı aylıktılar diyor bilim insanları. Maymunlar Atlanta’daki bir araştırma merkezinde, kız bebek ailesi ve ağabeyi ile evde filme alınmış. Maymunlara iletişim, hareketler, ses ve sembollerle öğretilirken, kız bebek ile normal bir şekilde konuşulmuş. Dilin kökeninin, hareketlere uzandığına inanan bilim insanları, bu ikisinin birlikte ne şekilde geliştiğini gösteriyor son çalışmalarıyla. Araştırmanın yarısında hem bebek ve hem de yavru maymunlar, işaretlerlerle/hareketlerle iletişim kurarken, ikinci yarıda maymunlar çoğunlukla resim şeklinde sembollerden bebek ise sözcük biçiminde sembollerden yararlanmış. Fakat bebek işaretlerden sembollere daha çabuk geçerken, maymunlar işaretleri de kullanmaya devam etmişler. Bu insanın konuşmaya geçişini gösteren karakteristik bir yolun göstergesiydi diyor Greenfield. İşaretlere paralel olarak sesli iletişim gelişmiş. Bebeğin işaretleri seslerle bütünleşirken, maymunlarda bu ender olarak görülmüş. Bu da işaretleri seslerle bütünleştirme yetisinin, dil gelişimi için önemli olduğunu gösteriyor. Sonuç şu: işaretler ve sembollerle bütünleşmiş dilimizin kökeni, 6 milyon yıl kadar önce yaşamış olan son ortak ataya uzanıyor. bi, ayrıca bedensel olarak azgelişmişliğin, boy, kilo ve yaş üzerindeki etkisini de incelemişler. Buna göre 2011 yılında dünya genelinde 165 milyon çocuğun, yaşına göre kısa boylu olduğu, 50 milyon çocuğun boyuna uygun kiloda olmadığı ve 100 milyon çocuğunsa yaşıyla orantılı beden ağırlığına sahip olmadığı ortaya çıkmış. Bu durumlar özellikle de Afrika ve Asya için geçerli. Fakat yetersiz beslenme sadece bedensel gelişimi değil, öğrenme yetisini de etkiliyor. Ayrıca yetersiz beslendikleri için azgelişmiş olan çocuklar enfeksiyon hastalıklarına da daha kolay yakalanıyorlar. Bilim insanları bu yüzden Kuzey İrlanda’da gerçekleştirilecek olan G8 zirvesinde yetersiz beslenme için alınması gereken önemler üzerinde durulmasını öneriyorlar. Ördek, kuş gribini atlatacak genetik donanıma sahip Ördeğin (Anas platyrchynos) kalıtımı çözüldü. Hong Kong Key Agrobiyoteknoloji Laboratuvarı’ndan Yinhua Huang, ördeklerin genetik olarak, enflüenza A virüsüne bağlı enfeksiyonları atlatacak durumda olduklarını söylüyor. Bu da virüse hayatta kalma ve yayılma şansı veriyor. Çünkü konakçı hayvanın ölümü, enfeksiyon zincirinin kesintiye uğraması demek. Diğer Son bir araştırmaya göre, dünya genelindeki beş yaş altı çocuk ölümlerinin yarısından yetersiz beslenme sorumlu. Her yıl yaklaşık 3,1 milyon çocuk yetersiz veya dengesiz beslendiği için beşinci yaşını görmeden yaşamını yitiriyor (Lancet). Yetersiz beslenme belirtileri arasında hem çocukta hem de annede vitamin veya çinko ve demir gibi minerallerin eksikliği yer almakta. Baltimore John Hopkins Bloomberg Halk Sağlığı Okulu’nda Robert Black ve eki Yetersiz beslenme: Milyonlarca çocuk ölüyor Adaların, arkalarında kalan kıyı bölgeleri üzerindeki koruyucu etkisini bilgisayarda canlandıran Tsunami uzmanları, sürpriz bir sonuçla karşılaştı. En azından küçük adalar korumuyor hatta dev dalgaları daha da büyütüyor. 26 Aralık 2004 tarihinde Hint Okyanusu’nda yaşanan depremden bu yana artık herkes Tsunaminin ne olduğunu biliyor. 200.000 kişi deprem ve buna bağlı dev dalgalar yüzünden yaşamını yitirdi. Sadece Hint sahillerinde 1.7 milyon kişi evsiz kaldı. Prensipte adaların, arkalarındaki sahil bölgelerini rüzgâr ve dalgalardan korudukları kabul edilir. Gerçi bu inanış doğru, ama ancak adalar büyük ve dalgalar küçük olduklarında. Hatta ölçüm verileri ve hesaplamalar adaların dalgalar üzerinde güçlendirici etki yaptıklarını göstermiş. College Dublin Üniversitesi matematikçisi Themistoklis Stefanakis ve dört arkadaşı beş farklı boyutta bilgisayar simülasyonu hazırlamış. Bu simülasyonlarda adaların ve kıyıların eğimleri, suyun derinliği, adaların kıyıya olan uzaklıkları ve dev dalga Adalar dev dalgaları tetikliyor Eski Roma betonunun gizi çözüldü Eski Romalılar, çimento ve çakıl karışımıyla elde ettikleri betonla iki bin yılı aşkın bir süre için deniz suyuna ve dalgalara direnen limanlar kurmuşlardı. Oysa günümüzde kullanılan beton türü elli ila yüz yıl içinde “dağılmaya” başlıyor. Antik betonun hangi katkıyla bu kadar dayanıklı hale geldiği bulundu: Yanardağı külü, betona bütünleşme özelliği kazandırıyor. Beton, çimento, çakıl veya kum ve suyun karışımından elde edilir. Günümüzde çimento, kireç ve kilin öğütülerek yüksek sıcaklıkta (yaklaşık 1.440 derece) fırınlanmasıyla elde edilir. Bu şekilde kalsiyum silikat ve diğer elementlerden oluşan karmaşık bir bileşim çıkar ortaya. Suyla karıştırılmış çimento katılaştığındaysa malzemeye dayanıklılık veren kalsiyum silikat hidratlar (kristal bileşimler) oluşur. Fakat ne var ki bu çimentodan üretilen betonun dayanma süresi sınırlıdır. Yirminci yüzyılın ortalarında inşa edilen beton yapıların elli yıl dayanması bekleniyordu ama bunların birçoğu ömrünü tamamlamak üzere diyor Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı’ndan Paulo Monteiro. CBT 1370 6 / 21 Haziran 2013 İnsanlık tarihindeki ilk kanser vakası mı? Amerikalılar 120.000 yıllık bir kaburga kemiğinde bir tümör saptadı. Bu hastalığın en eski kanıtları bugüne dek 1000 ila 4000 yıllık örneklerden alınmıştı (Plos One). Betonun ortalama ömrü günümüzde 100120 yıla çıkmıştır ama eski Roma’da üretilen betonun iki bin yıl (hem de deniz suyuna ve dalgalara rağmen) zarar görmediği düşünülürse bu süre pek de önemli değil aslında. Romalıların çimentoyu kireç ve volkanik külü karıştırarak elde ettikleri biliniyordu. Ahşap kalıplara dökülen bu karışım deniz suyuyla temas ettiğinde, kireç taşını, su ve külle çimentoya dönüştüren kimyasal bir reaksiyon meydana geliyordu. Monteiro ve ekibi Napoli’nin yakınındaki batık liman Baiae’den beton örnekleri topladıktan sonra incelemiş. Bu şekilde Roma çimentosunda günümüzdekinden farklı olarak, kristal kafes içindeki silisyum atomlarının yerini kısmen alüminyum atomlarının aldığı fark edilmiş. Ölçümler bu değişimin, kristal yapıyı mekanik baskılara karşı daha dayanıklı hale getirdiğini ve çimentonun tutunma kapasitesini de önemli ölçüde artırdığını ortaya koymuş. Roma geleneğine göre külle karıştırılarak elde edilen çimentonun diğer olumlu bir tarafı, çok daha düşük sıcaklıkta ısıtılması gerekiyor alması, ayrıca bu işlem sırasında da daha az karbondioksit salınıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle