02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI rafyada öğrenciler zorlanıyor, bölümlerinin sosyal bilimler kapsamında olduğunu öne sürüyor. Bunun sonunda jeomorfolog unvanı alma özentisini anlamak ve bağdaştırmak zordur. Özellikleri bakımından coğrafya bilim alanları arasında ayrı, özgün bir yere sahiptir. Onu sosyal veya fen grubu içinde tanımlamaya çalışmak doğru da, mümkün de, gerekli de değil. Bu işleri çok iyi bilen Celal, jeomorfolojiyi kurtarmanın yolunun coğrafyayı kurtarmaktan geçtiğini belirtiyor. Çok doğru. Jeomorfoloji coğrafyanın sadece bir konusudur. Bunu ayırıp büyütmekle sonuç alınamaz. Ancak Celal geçici çare olarak jeomorfolojiyi jeoloji içine almanın uygun olduğunu savunmakta. Başka nedenlerle böyle düşünenler çoktur. Ancak benim katılmadığım bu yaklaşımı Celal’in bilimsel değerlendirmeyi hep önde tutan yaklaşımına da uygun bulmuyorum. Nitekim yazısının son paragrafında bu budamanın coğrafyaya zarar vereceğini kendisi de belirtmekte. Jeomorfoloji, coğrafyanın ilgi alanlarından sadece biridir. Bu da coğrafyanın bütünü gibi arada bir konuma sahiptir. Jeomorfoloji yeryüzü şekillerinin bilimidir. Bu yüzeyin altı jeolojinin alanına girer. Ancak yeryüzü şekilleri aynı zamanda iklim ile ilgili bir etki yüzeyidir. İklim bilgisi (Klimatoloji) bilinmeden jeomorfoloji yapılamaz. Ancak, bu alanların hepsinin birden uzmanı olmak da günümüz bilgi birikimi ve uzmanlaşma derinliği içinde mümkün değil. O zaman yapılacak şey, bu alanların hepsi hakkında bilgi, fikir sahibi olmak ve bu alanların uzmanlarıyla birlikte çalışmaktır. Yani bütün enstrümanları tanıyan, fakat onların virtüözü olmadığı halde orkestrayı yöneten şef gibi... Yukarıda değinilen hususlar iyi değerlendirilirse, “jeomorfolog” diye bir unvanın bir zorlama olduğu düşünülebilir. Bu değerlendirmemde meslektaşlarımın bana katılmayacağını biliyorum. Tek başına bir jeomorfolog eğitimi hiçbir yerde yoktur. Jeomorfoloji coğrafyanın, fiziki coğrafyanın bir konusudur. Onu yapabilmek için coğrafyanın diğer konularının da (insan etkinlikleri de dahil) bilinmesi gerekir. Peki bizdeki bu “jeomorfolog” unvan tartışması nereden çıkıyor? 1960 ve 1970’li yıllarda üniversitelere talep ile alınabilen öğrenci sayısı arasındaki uçurum büyüdü. Gönlünde toplumda prestijli olan fen alanlarında, özellikle mühendislikte okumak olan gençler, puanları yetmediği için daha düşük puanlı sosyal bilim alanlarına girmek zorunda kaldı. Bunlar arasında coğrafya fen grubuna ve mühendislik alanlarına en yakın olanıydı. Hatta Karayolları, Devlet Su İşleri gibi teknikuygulamalı işler yapan kurumlara girebilen ve oralarda varlık gösteren mezunlar bulunuyordu. Böyle bir dönemde, o zamanki adıyla MTA Enstitüsü’ne “prospektör” unvanı ile giren çokça coğrafya mezunu oldu. Bunlar coğrafya konuları arasından jeomorfolojinin öne çıkarılmasına çaba gösterdiler ve “Jeomorfologlar Derneği”nin kurulmasına önayak oldular. Ancak bu meslektaşlarımızdan bazıları kendi konuları ile varlık göstermek yerine jeoloji konularına girmeye çalıştı ve giderek etkinliklerini yitirdiler. Bildiğim kadarıyla bugün bu kurumda böyle bir coğrafyacı katılımı yok. Bu arada olmayacak işler de yapıldı. Örneğin o sıralar benim asistan olarak görev yaptığım Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü Fiziki Coğrafya ve Jeoloji Kürsüsü’nün öncülüğü ile bir “jeomorfolog belgesi“ ihdas edildi. Bu arada Jeomorfologlar Derneği’nin de çabalarıyla teknik personel kararnamesine bir jeomorfolog unvanının konulması sağlandı. Sonra bir dönem Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne jeomorfolog unvanı (!) ile elemanlar alındı. Aralarından çok başarılı olanlar çıktı ama kuşkusuz jeomorfoloji yaparak değil, klimatoloji de değil, meteoroloji yaptılar. Tıpkı MTA’dakilerin jeoloji yapmaya çalıştıkları gibi! O yıllarda yeterli meteorolog bulunmadığı için bizimkiler bu boşluğu biraz doldurmaya çalıştı ama meteoroloji bölümleri çoğalıp mezunları yerlerine gelince yine tıpkı MTA’da olduğu gibi DMİ’de de coğrafyacılar saf dışı bırakıldı. Neden bir klimatolog unvan veya kadrosu yok da herkes jeomorfolog unvanı peşinde? İkisi de fiziki coğrafyanın birer alt dalı. Çünkü jeomorfolog daha bir popüler nitelikte ve teknik eleman olarak alanı daha fazla olan bir konu. Yani değerlendirmeler bilimsel değil, pratik, menfaate dönük (teknik elemanların maaş farkını kastediyorum) kaygılarla yapıldı. Bana göre buradan çıkarılacak ders, önce biz kendimiz ne olduğumuza bir karar vermeli, bu yolda çalışmalar yapmalıyız. Sonuç olarak coğrafyanın fiziki bilimler ile sosyal bilimler arasında yer alması nedeniyle sıkıntıları olduğu bir gerçek. Fiziki coğrafya konularının fen bilimleri grubunda olduğu, bu alanın yöntem ve verileri ile çalışması gerektiği de bir gerçek. Ancak coğrafyayı özel yapan da bu “ara konumda” olma ve doğayı insan için yorumlama, değerlendirme yaklaşımıdır. Öyleyse bunun olumlu taraflarını değerlendirmeli, geliştirmeliyiz. Coğrafyanın içinden bir konuyu çekip sadece o konuyu “kurtarmak” gibi bir çabanın başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle, Celal’in, geçici olarak da olsa, “jeomorfolojinin jeoloji içine alınması” yönündeki önerisine katılmıyorum. Böyle bir değişiklik coğrafyanın budanmasından başka bir sonuç doğurmaz. Jeoloji içinde jeomorfoloji daha çok yapısal (jeolojik) boyutu ile öne çıkar ki bu yolla jeomorfoloji kurtarılamaz. Kuşkusuz jeolojik bilgileri bilmeden de jeomorfoloji yapılamaz, ama suyun yeryüzünde hangi iklim şartlarında nasıl aktığını, yeryüzünü nasıl işlediğini, buzulun nasıl hareket ettiğini, rüzgârın nasıl şekil oluşturduğunu, dalgaların neler yapabildiğini bilmeden jeomorfoloji olmaz. Bunların eğitim yeri de jeoloji bölümleri değildir. Bugün gücü yeten irade, jeoloji bölümlerinde jeomorfoloji birimleri kurabilir ama zaman içinde coğrafya içindekinden beter bir duruma gelir, silinir gider. Zaten Celal de bunun bilincinde. Öyleyse işe ucundan başlamak yerine coğrafya eğitimini önemine uygun bir temele oturtmanın yolları aranmalı. Bu yazının amacını aşan bu konunun ayrıca tartışılması gerekir. Mademki coğrafyanın fen ve sosyal bilim alanları arasında bir konumu var, öyleyse buna uygun özel bir yapılanmanın planlanması gerekir. Bu, çok alanlı (multidisipliner) nitelikte enstitü veya fakülte türü bir yapılanma ile sağlanabilir (Bu düşünüşe benzeyen “Çevre” araştırma birimlerinin coğrafya ile ilişkisi de ayrıca tartışılması gereken bir konudur). Böyle bir yapıda öncelikle ilgili uzmanlık alanlarının yer alması gerekir. Bu ortamda haritacılık, uzaktan algılama, coğrafi bilgi sistemleri gibi yeni ileri teknolojik araçlar da kullanılarak gereksinimlere göre uygulamalı konulara (tıbbi coğrafya, gen coğraf yas ı, göç coğrafyası gibi) yönelen araştırma ve eğitim programları geliştirilebilir. Geçici olarak düşünülen çare veya çözümlerin işleri daha da karıştıracağını, alışılmış düzenin taşlarını oynatırken çok dikkatli olunması gerektiğini vurgulamak isterim. Hayrettin Ökçesiz [email protected] http://okcesizhayrettin.blogspot.com Hukuk bağlanmak ister. Bağlanmamızı ister. Bağlanmayı biz de isteriz. Hukuk bağlayıcıdır da. Hukuk her birimizin istencinin bir diğerimizin istenciyle evrensel bir özgürlük yasasına göre birleştirilebildiği koşulların bütünüdür. COĞRAFYAYI ÖZEL YAPAN JEOMORFOLOG UNVANI OLMAZ CBT 1365/ 19 17 Mayıs 2013 1797’de Immanuel Kant’ın yaptığı bu dahiyane tanımda itaatimizi hak eden bir hukukun ölçütlerini görüveriyoruz. Bu tanım olgusal bir bakıştan daha çok, onurumuz için gerçek olmasını arzu ettiğimiz ideal bir özü bize söylüyor. Hukuk özgürlük istiyor. Özgürlüğümüzün yaşanabilir olması için de böyle bir hukuk anlayışına dayanmamız gerekiyor. Böyle bir hukuka dayanan devlet de yine O’na göre, bu hukukun yasalarına uyarak bir araya gelmiş insanların bir birliği demek oluyor. Böyle bir hukuk ve devletle birlikte düşlediğimiz ya da bir hukuk devletinde yurttaş olarak nitelediğimiz insan, ancak kendi yaptığı yasalara uyan özerk bir varlık oluyor. Hukuku ve devleti böyle tanımak bize alışık olduğumuzun çok ötesinde büyük bir değer ve sorumluluk yüklüyor. Çağdaş Hukuk’un İnsan(lık) onuru anlayışını temellendiren bu ideal çerçeve ergin ve özerk insan bireyinden yola çıkarken, biz de kendi içimizdeki bağlılığımızı böyle bir duygu durumuyla algılayıp, edimlerimize temel alabiliyoruz. Korku ve çıkar hevesleriyle güdülmediğimiz her yerde bizim devlete ve hukuka karşı taşıdığımız bağlılık duygumuzun temelinde bu yurttaşlık bilincimiz var. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran gerçeklik budur. Yıkan da bunun karşısındaki gerçekliktir! Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenler, işe neleri yıkarak başlıyorlar, bir bakalım: Adı “Barış” olan bir süreci, Anadolu gibi bir ülkenin tüm inceliklerini, bilgeliklerini, sabrını ve çile çiçeklerini sömürgenlerin talimatlarınca türlü sosyopsikolojik bilgi ve yöntemlerle, siyaset biliminin gösterdiği duble yollardan buldozerlerle ezerek, ilkel bir çıkar ve korku çağına doğru sürüyorlar. En ağır cürümleri işlemiş olanları onurlandırıyorlar, kurbanlarını aşağılıyorlar, yargıçlarımızın işini ve şerefini küçümsüyorlar, hukukun tüm evrensel ilkelerini ayaklar altına alıyorlar, tüm suçluları birbirleriyle işbirliğine teşvik ederek, onlara payeler dağıtıyorlar. Bunları yaparken içimizdeki o temel duyguyu: hukuka bağlılığımızı söküp, alıyorlar. Her dilden şu soruyu sormalıyız: İnsanlarının hukuka ve hukuk devletine bağlılık duygusunu giderek yitirdiği; bir kısmının zaten hiç taşımadığı, kalan kısmınınsa buna zorlandığı bir ülkede hangi barışı kurabileceğiz? Bu duygunun anlamsızlaştırıldığı yerde insanlara her türlü kötülüğü yapabilirsiniz. Size hiç kimse karşı koyamaz. Ancak bu yıkıcılar şunu asla bilemiyorlar: Bu yolda ulaşacakları yer, tüm kolladıklarının bile bir gün bin pişman olacakları bir utanç sahnesidir. Anadolu’nun tüm çocukları bunu biliyor, daha olgun ve onurlu düşünüyorlar. Bu tuzağa düşmemeye çalışıyorlar. Onurlandırmayan bir barışı hiç kimse hiçbir şey pahasına isteyemez. O sahte bir barıştır. Barış, salt kendisi için istenemiyorsa, uğruna istendiği her şey yeni bir savaşı her zaman başlatabilecektir. Barışın, kendisi uğruna istenebileceği tek bilinç ortamı, çağdaş, insancıl hukuk devleti hukuku düzlemidir. Bugün ülkemizde siyasetin içine sürüklendiği bataklık bu hukukun felsefesinin çok uzağındadır. Yapılacak tek şey, barışı hukukla istemektir. Çünkü hukuk, barışı istemektir. Öyleyse, işe ilk önce ve daima hukuku istemekle başlamalıyız. Bu duruş, “Türkiye Cumhuriyeti”ne Atatürk’ün çizdiği aydınlanmacı devlet politikasıdır. Hükümetin politikasıysa buna kasıtlı bir yabancılaşmayı, bundan kökten bir dönmeyi, yıkımı ifade ediyor. Siyasette ikide bir gömlek değiştirerek, yeni roller istemek aşağılık bir şeydir. Dürüstlük, önceki yanlışın sorumluluğunu taşıyarak, meydanı yenilere bırakmaktır. Bir halk bukalemunları kahraman yapmayı bırakmalıdır. Mücrimleri ve dönekleri kahraman yapmayı bırakmak, hukukla gelecek olan gerçek barışın ilk kaldırım taşıdır. Hukukun kutsadığı iyiniyet ve dürüstlük değerleri siyasette de karşılığını bulabilmelidir. Yapılacak Tek Şey Barışı Hukukla İstemektir
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle