Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Türkçede Mandacılık Tehlikesi İstanbul’un alışveriş caddelerinde dolaşırken, gazete ve dergileri okurken, televizyon kanallarını seyrederken Amerikanca sözcüklerin, sıçrama yapmış kanser urları gibi giderek yayıldığını gözlüyoruz. Bu yayılma zamanla yoğunlaşıyor. Prof. Dr. Y. Müh. İlhami Çetin urullah Ataç’lı yıllardan sonra güzel Türkçemiz artan bir etkinlikle yozlaştırılıyor. Örneğin güneyde tatil yapmak için bir otel seçmek istiyorsunuz. Bir Türkçe gazetedeki reklamda karşınıza şu otel adları çıkıyor: La Mer Hotels, Silence Beach Resort, Euphoria Hotels &Resorts, Aegaen Resort&Spa, Fantasia Hotels de Luxe, Cornelia De Luxe Resort, Amara World Hotels, Caliota Luxury Resort, Yelken SPA&Wellness Hotel, Seven Seas Imperial, Long Beach… Acaba bu oteller yabancı bir ülkede mi diye insan şaşırabilir. Caddelerimizde dolaşırsanız yine aynı hastalıklı tablo karşınıza çıkar: Simit Center, The Body Shop, baby angels, Showroom, Dress Shop, Pub, Cafe, Coffee, Teahouse, Restaurant, City’s Nişantaşı, Computer, Rent a Car, Car Service, 24 hour Parking, Tobacco&Spirit Store, Smart Menü, Master Menü, Rainbow, Door, Chic, New Balance, Sportswear, Wedding House, Home Store, Forever New, Sunglass, Residence, Old English Pub, Beauty Life, Ayşe’s Rose, Dream Motors, Efesus Stone, home&garden, Hospital, Rumeli Exhibition Center, Worldpuan, Flower Moda… Bazen yabancı sözcüklerle yetinilmiyor, Amerikanca açıklamalar da yazılıyor. Örneğin ülkemizde üretilen bir yabancı otomobil reklamında “Quality made. Drive the change” yazılınca hiç tuhaf karşılanmıyor. Bir binanın üç cephesindeki kapılara adını yalnız İngilizce yazmış ulusal hava şirketimiz ayrıca şunları eklemiş: “Globally Yours, Star Alliance, Europe’s Best Airline, World Airline, A Star Alliance Member”. Hele Taxim, Eskidji, Michelangelo Dream (Michelangelo Rüyası)… yazanlara ne demeli? Bizdeki bu dil yozlaşmasını gören yabancılar acaba bizi nasıl değerlendirir? Burası bir manda veya 51. devlet olmuş diye düşünmezler mi? Bu genel görünüş karşısında, yıllarca önce Madrid’in dün N yaca ünlü ve her yıl milyonlarca yabancı turistin ziyaret ettiği Prado Resim Müzesi’nde yaşadığım bir olayı anımsarım. Ünlü ressamların tablolarını hayranlıkla seyrederken, her birinin yanındaki açıklamanın yalnız İspanyolca yazıldığı dikkatimi çekmişti. Velazquez’in Las Meninas tablosu önünde uzun uzun durduktan ve yanındaki açıklamayı çözemedikten sonra, dayanamayıp oradaki görevliye, Fransızca, bu güzel tabloların açıklamalarının neden daha çok bilinen dillerden biriyle de verilmediğini sordum. “Bayım, İspanya’da İspanyolca konuşulur” kısa yanıtını verdi. Gerçekten turist olarak karşılaştığımız İspanyollar hiç de bildiğimiz yabancı dilleri konuşmaya hevesli gözükmüyordu. İspanyolların dillerine bu denli sahip çıkmalarına karşın, bizdeki dil davranışı tam bir sorumsuzluk ve bilinçsizlik örneğidir. Bindiği dalı kendi kesen bir insan davranışıdır. Atatürk, bir ulusun oluşmasında ve varlığını sürdürmesinde ulus dilinin yaşamsal önemini çok iyi biliyordu. O nedenle 1932 yılında dil devrimini başlattı. Amaç, yapay bir dil olan Osmanlıcanın yerine gerçek kimliğini bulmuş Türkçeyi yerleştirmek ve böylece açık seçik bir ortak dilin sağladığı yararları tüm ulusa sunmaktı. Arındırılmış Türkçe, bilim, teknoloji ve sanatta ilerlemeleri izlemeyi, ortak dille düşünmeyi ve ezberci değil yaratıcı olmayı, tüm yurttaşlar arasında iletişim kurmayı kolaylaştıracaktı. Bu nedenlerle, bağımsızlığımızın, ulusal kimliğimizin temel öğesi olan Türkçeyi geliştirmek ve yaşatmak hepimizin görevi olmalıydı. Oysa günümüzdeki dil manzarası manda, hatta sömürge olmuş bir ülkeyi andırıyor. Biz maç, kupa, skor, futbol, basketbol, faul, ofsayt, defans, frikik, forvet, gol, pas, korner, şut, penaltı, şike… gibi sözcükleri bile Türkçeleştirmiyor ve milyonlarca insanımızın yabancı sözcük kullanmasını özendiriyoruz. Türkçe karşılık bulup yaratıcı olacağımıza, yüzyıllardan gelen zihin tembelliğini sürdürüyoruz. Gerekçesiz olarak yabancı malları satın almak kadar, yabancı sözcükleri de yeğlemek sağlıklı ve akıllıca bir davranış olamaz. Bu bir özgüven eksikliğidir, “biz kendi kendimizi yönetemeyiz” aşağılık karmaşığının tekrar hortlamasıdır. Açıkça söylemek gerekirse bu bir dil mandacılığıdır. Şimdi ulaştığımız yozlaşma aşamasında, Türkçe sözcüklerin yerine yabancı sözcükler kullanarak Türkçeyi dışlama hastalığı kafalarımızı zehirlemede ve uyuşturmada giderek daha etkili olmaktadır. Oysa dil, bir düşünme ve iletişim aracıdır. Dilini açık seçik konuşamayan, açık seçik düşünmeyi öğrenemez. Türkçe konusundaki hatalı davranışımızın kendi kendimizi küçümseme ve aşağılama algısına yol açabileceğini, hatta bunun bu amaçla desteklenebileceğini bilelim, ona göre bilinçli ve sorumlu davranalım. Türkçede giderek büyüyen mandacılık tehlikesine karşı tüm ulusal bilincimizi canlandırmalı ve gereksiz yabancı sözcük kullanma eğilimini düzeltmeliyiz. Beşikten mezara Cumhuriyetimizi ve Atatürkçülüğü yaşatma görevinin yanında Türkçeye de sahip çıkmalıyız. Diline bizim kadar az sahip çıkan bir başka toplum dünyada var mıdır diye düşünmeliyiz. Bir ümmet dili olan Osmanlıcanın kapılarını Arapça ve Farsçaya açarak nasıl en önemli işlevlerini yerine getiremediği gözler önündeyken, başta Amerikanca (İngilizce) olmak üzere yabancı dillerin Türkçeyi yine yozlaştırmasına izin vermeyelim. Yabancı mal paralı, yabancı sözcük bedava görüntüsüne kanmayalım. Yabancı sözcük tutsaklığının çok ağır bir bedeli olabileceğinin bilincine varalım. Dil mandacılarının, yabancı dilde eğitim hastalığımızın, ulusal dil bilinci ve sevgisi eksikliğimizin bizi nereye getirdiğini ve daha nereye götürebileceğini düşünelim. Belirttiğimiz etkenlerle ortaya çıkan kısır ve hastalıklı zihniyet güzel Türkçemizi kirletmekle, yozlaştırmakla ve gelişmesini engellemekle kalmıyor, bizim öz kültürümüzü, kimliğimizi ve ulusal direncimizi de zayıflatıyor. Buna karşı alınacak önlemleri başta üniversitelerimiz ve Türk Dil Kurumu olmak üzere tüm ilgililer araştırmalı, önerecekleri önlemler uygulanmalıdır. “Ateşle imtihanı” başardığımız gibi, Türkçe imtihanını da başaralım. SONUÇ Kalıtımsal hastalıklarda son gelişmeler Prof. Dr. Coşkun Özdemir, coskunoz@superonline.com K CBT 1359/ 19 5 Nisan 2013 alıtımsal hastalıkların varlığı uzun yıllardan beri biliniyor ve ders kitaplarında yer alıyordu. Ancak moleküler biyoloji ve kalıtımı gerçekleştiren genler konusunda bilinenler çok azdı. Tıp fakültesindeki derslerde Mendel kanunlarını dinliyor ve okuyorduk. 1950 53 yılları arasında James Watson ve Francis Crick DNA’nın yapısını çözümlediler. Bu iki araştırmacı DNA’nın ikili sarmal yapısını ortaya koydular ve Maurice Wilkins’le birlikte 1962’de Nobel ödülünü aldılar. Bu büyük devrimin ardından genetik hastalıkları daha yakından öğrenmeye başladık. Bu alanda büyük bir devrim 1986 yılında gerçekleşti ve Duchenne Müsküler Dstrofi adlı kas hastalığından sorumlu gen bulundu. Bu gen X kromozomu (cinsiyet) üzerinde idi ve hastalığın taşıyıcı anne tarafından erkek çocuğuna taşınmasına yol açıyordu. Ertesi yıl bu genin kodladığı (ürettiği) protein bulundu ve buna distrofin adı verildi. Büyük umutlar doğmuştu. Hastalık, söz konusu genin protein üretmemesinden ileri geliyordu. Kasların gelişimi için bu proteine ihtiyaç vardı. Sağlam gen elde etmek çok zor olmayacaktı. Mesele sağlam geni hasta çocuğa ulaştırmak ve eksik olan proteinin üretimini sağlamaktan ibaretti. Ancak bu umutlar gerçekleşmesi ve geni vücuda ve tüm hücerelere ulaştırmanın hiç de kolay olmadığı anlaşıldı. Bu gen çok büyüktü, onu mini gen haline getirdiler, virüslere yükleyerek vermek tecrübeleri yapıldı ancak bu başarılamadı. Üretilen yeni proteine ya da viral vektöre karşı. İmmunolojik reaksiyonlar ortaya çıkıyordu. Bu 27 yıl içinde sayısız çalışma yapıldı. Bir komplikasyon olayı ile karşılaşıldı ve çalışmalara bir süre ara verildi. Ama umutlar ve çalışmalar devam ediyor. Yakın tarihte kavşak tipi bir müsküler Distrofi LGMD2C (miyopati) hastalığında Faz 1 klinik gen tedavi çalışması 9 hasta üzerinde yapıldı. Hastalarda herhangi bir yan etki görülmedi ve 4 hastada test yapılan kasta gamma –sarcoglycan proteini üretildiği görüldü (Bu hastalıktan sorumlu genin üretemediği protein). Şimdi preklinik (klinik öncesi) denemeler devam ediyor ve bir kasa değil bütün bir ekstremiteye (kol ya da bacak) viral gen tedavisi planlanıyor. Gen tedavileri bazı alanlarda talasemi gibi bazı kan hastalıklarında, immun yetersizlik sendromlarında oldukça başarılı oluyor. Bazı hastalıklarda da enzim replasmanı (yerine koyma) ile tedavi olanakları elde ediliyor (POMPE hastalığı). Çeşitli ilaç tedavi denemeleri de süregelmekte. Bunlar arasında SMA hastalığı için kullanılan olesoxime de var. 22 merkezde deneme tedavileri yapılıyor. Öteki genetik hastalıklarda da çalışma ve araştırmalar devam edecek ve umut ederiz ki çok gecikmeden başarılacaktır.Son yıllarda gen tedavisi yerine gen tamiri diyebileceğimiz bir çalışma umut veriyor. Geni exonlardan oluşan uzun bir zincir olarak düşünürsek bu zincir bir yerde kopukluk gösteriyor. Örneğin 79 eksondan oluşan Duchenne geninde 4551 arası eksonlar yok olmuştur. Bu delesyon adını alıyor ve gendeki mutasyon (DNA da değişiklik) çeşitlerinden birini oluşturuyor. İşte bu delesyon protein üretimini engelliyor. Bu engel aşılabilirse yeniden distrofin üretilebilecek. Bu metod exon skipping (ekson atlama) adını alıyor. Bugün bu metod dünyada birkaç merkezde denenmekte. Ankara Hacettepe Çocuk Nörolojisi de bunlar arasında yer alıyor. (Prof. Dr. Haluk Topaloğlu ekibi) Sonuçlar olumlu ve umut verici görünüyor. Hasta çocukların kaslarında distrofin üretildiği görülüyor. Bu tedavi metodu Duchenne hastalarının bir bölümünde kullanılabilecek Distrofin üretimi ile hastalar Becker adlı hastalığın selim şekline dönüştürülecek Bu tedavi metodunun (ekson atlama) başka genetik hastalıklarda da kullanılabilmesi güçlü bir olasılık. Distrofin eksikliğini karşılayabilecek utrophin adlı proteini arttırmaya yönelik çalışmalar da devam ediyor. Kök hücre elbette büyük bir umut ama onun klinikte kullanımı ile ilgili araştırmalar henüz başlangıç aşamasında sayılır. Bu yıl Nobel kazanan Japon bilim adamı Yamanaka bir uyarıda bulunarak bazı ülkelerde (aralarında Türkiye var) kök hücre ile ilgili aldatıcı vaatler ve uygulamalarda bulunulduğunu belirtiyor ve halkın bunlardan korunması gerektiğine işaret ediyor.