Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör ture dergisindeki habere göre söz konusu organ besin alımını koordine ediyor. Bu organın evrim süresince gelişimi belki de oluklu balinaların bu kadar büyümelerine yol açmıştı. Oluklu balina ailesine dünyanın en büyük hayvanlarından bazıları dahildir. Mesela ortalama uzunluğun 26 m. ve ağırlığı 200 ton kadar olan dünyanın en büyük ve en ağır hayvanı olan mavi balina. Bu balina ailesine adını veren, gırtlaktan, göğüs kısmına oradan da bedenin ortasına kadar uzanan oluklardır. Bunlar sayesinde balinalar ağızlarını açtıklarında gırtlak kesesi muazzam bir şekilde genişliyor. Balina bu sayede içinde bol miktarda karides veya balık bulunan suyu burada toplayabiliyor. Hayvanın ağzı kapanırken, dışarı çıkan su balenler (diş yerine uzanan kemiğimsi yapılar) tarafından süzülür ve yiyecekler ağızda kalır. Washington Ulusal Doğa Tarihi Müzesi’nden Nicholas Pyenson’un açıklamasına göre örneğin Fin balinası (Balaenoptera physalus) bir seferde 80 metreküp su alıyor ki bu hayvanın kendi hacminden bile büyüktür. Her “yudumda” böylece balinanın ağzında on kilo karides kalır. Duyusal organın bilgileri beyne yollayarak, besin alımının karmaşık sürecini yerine getirdiğini tahmin ediyoruz diyor araştırmacılar. kat yine de iki olumsuz yönü vardır. Birincisi çok pahalı olması, ikincisiyse ağızda bıraktığı buruk tattır. Alman bilim insanları şimdi kalıcı buruk tatta hangi mekanizmaların işlediğini ve bunların ne şekilde etkisiz hale getirilebileceğini buldular. Journal of Agriculture and Food Chemistry dergisindeki yazıya göre yoğun stevia tadı, stevia glukosit olarak isimlendirilen bir grup tatlı maddelerle meydana geliyor. Bunlar birbirinden farklı uzunlukta üzüm şekeri zincirlerine sahip diyor Anne Brockhoff. Üzüm şekeri zinciri ne kadar uzunsa stevia glukosit o kadar tatlı ve o kadar az buruk oluyor. Sonuç insanın tat alma reseptörlerini taklit eden hücrelerden oluşan “yapay bir dilin” yardımıyla elde edilmiş. Bu şekilde dokuz stevia glukositteki etkinleşen reseptör tipleri saptanmış. Yeni araştırma sonucu sayesinde hedeflere uygun stevia bitkisi yetiştirilebilecek veya özündeki belli başlı stevia glukositleri temizlenerek buruk tat reseptörleri tarafından algılanamaz hale getirilebilecek diyor bilim insanları. Geçen akşam, Karl Joël’in Der Ursprung der Naturphilosophie aus dem Geiste der Mystik (Doğa Felsefesinin Mistisizmin Ruhundan Doğuşu) adlı eserini okurken, büyük Alman filologu Ulrich von WilamowitzMoellendorf’un Homerische Untersuchungen (Homer İncelemeleri) adlı kitabına bakmam icab etti. Atatürk’ün Demokrasisi Karşısında AKP’nin Ohlokrasisi? Saat sabaha karşı beşe yaklaştığı için yorulan beynimin bana oynadığı bir oyunla dikkatim, kitapta yazanlardan ziyade büyük filoloğun kafamın içinde dolaşmaya başlayan aziz anılarına kaydı ve Prusya aristokrasisinin bu mümtaz temsilcisinin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra biriken ölümcül yaralarını sarmak bir yana, onları kangren eden Weimer Cumhuriyeti’ne taktığı ad aklıma geldi: Ohlokrasi! Malum bu kelime, Milattan önce yaklaşık 200 ile 118 arasında yaşamış olan meşhur tarihçi Polibios‘un icat ettiği bir kavramdır ve Yunanca insan kütlesi, güruh anlamına gelen ????? kelimesi ile güç anlamına gelen ??????‘nın birleşmesinden oluşur. Polibios, yalnız tarihçi değil, siyaset kuramcısıdır da ve önerdiği kuvvetler ayrılığı ilkesi, CharlesLouis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu’nun meşhur Défense De l’Esprit des Lois, à laquelle on a joint quelques éclaircissemens (Yasaların Ruhu) adlı eserine de ilham kaynağı olmuştur. Antik Yunan’da demokrasinin faydalı ve zararlı yönleri olduğunu daha Platon farketmişti. Platon, Yunan demokrasisinin büyük kahramanı Perikles MÖ 429’da öldüğünde daha doğmamıştı, ama Perikles’in ölümünden sonra Atina’nın başına gelenlerin nedeninin demokratik yönetimin devleti perişan etmesi olduğunu anlamıştı. Politikos (Devlet) adlı eserinde Platon, iyi ve kötü demokrasi kavramlarını dile getirdiği halde bu iki tür için özel bir terminoloji yaratmamıştı. Platon’un öğrencisi Aristo ise politeia terimi ile yasalarla sınırlandırılmış iyi demokrasi kavramını, demokrasi kelimesi ile ise, ayak takımının eline düşmüş yasa sınırı tanımayan bir yönetimi ifade etmiştir. Burada etkileri günümüzde de ağırlıklı olan bu iki büyük düşünürün, bugün demokrasi ile dile getirdiğimiz şeyin, sadece çoğunluğun arzularıyla yönetim olmayacağını, olursa bunun felaketle sonuçlanacağını anladıklarını görüyoruz. Onlardan bir yüzyıl sonra yaşayan Polibios’un ise, çoğunluğun yönetiminin gerçekten doğurduğu felaketleri görmüş bir tarihçi ve siyasi düşünür olarak şu sonuca vardığı ortaya çıkıyor: Polibios, Platon’un tersine totaliter bir rejim öngörmemiştir, zira, bir tarihçi olarark, totaliter rejiimlerin sonlarının da felâket olduğunu biliyordu. Yunan şehir devletlerindeki pek çok tiranın başına gelenlerin dikta rejimlerinin yürümeyeceğinin göstergesi olduğunu farketmişti. Dolayısıyla Polibios, halkın gene de yönetimde katkısı olması gerektiğini takdir ediyor, ama bunun yasalarla sınırlandırılmış uygar bir yönetim tarzı olmasının gerekliliğini vurguluyordu. O, bu tür uygar yönetimlere demokrasi adını vermiş, kanun kural tanımayan güruh yönetimini de ohlokrasi olarak adlandırmıştı. Ülkemizde bugün hangi yönetimin var olduğunu sık sık Sayın Başbakanımızın ağzından duyuyoruz: Milletin dediği olur! Milletin dediğinin sözcüsü ise kendisidir. Onun dışındaki sözcüler sözcü değil, darbeci olarak damgalanır. Halkın yönetimini dile getirmenin Sayın Başbakan tarafından kullanılan yönteminin ise, eleştirel, uygar aklın yöntemi olan karşılıklı tartışma değil, sığ bir demagoji olduğunu artık kendisini dinleyen ve biraz mürekkep yalamış herkes teslim etmektedir. Kendisinin tahsil ve görgüsü, eleştirel fikir alışverişlerine izin verecek düzeyde değildir. Ülkemizde okumuş, aklı başında, uygar insanların sesleri kaba güçle sindirilmiş, Polibios’un ?????’u dile gelmiştir. İşte Atatürk’ün en çok korktuğu, ülkesinde demokrasi yerine ohlokrasinin kök salmasıydı. Halkının cahil olduğunu bilen Atatürk, bu yüzden yaptığı her iki çok partili rejim denemesinden de vazgeçmiştir. Ama eninde sonunda gerçek bir demokrasi için çok partili rejimin şart olduğunu düşünüyordu. Fakat anlamıştı ki, gerçek bir demokrasi, ancak okumuş yazmış, uygar bir halkla mümkündür. Onun için bütün çabasını önce eğitime verdi. Belki de Nietzsche‘nin şu sözlerini bir yerde okumuştu: «Cahil bir halka seçme serbestisini vermek, okuma yazma bilmeyen bir adama hangi kitabı tercih edeceğini sormaya benzer.» Şimdi muhterem okurlarım, Sayın Başbakanımızın ağzından düşürmediği demokrasi kavramını ne kadar anladığına; bu konuda, imam mektebinde okurken ohlokrasi kavramını muhtemelen hiç duymamış olduğu için, bir kavram kargaşasına düşüp düşmediğine siz karar verin. Türkiye’yi adam gibi yönetmek istiyorsanız Plato’dan başlamak, Polibios üzerinden Montesquieu’ya kadar gelmeniz gerekir. Hatırlar mısınız, yedinci Cumhurbaşkanımız Sayın Kenan Evren, Platon’un Devlet‘ini okuduğu için entelektüel müktesebatı geniş (!) gazetecilerimiz kendisiyle dalga geçmişlerdi. Buyrun seçin. Büyük deniz kaplumbağaları tehdit altında Fukuşima radyasyonu Artan sıcaklık artışı iki deri kabuklu deniz kaplumbağasından (Dermochelys coiacea) bi Amerikan sularında Stevia şekerden 300 misli daha tatlı ve çok düşük kalorili olduğu kadar dişleri de korur. Fa Steviadaki buruk tadın nedeni Nilgün Özbaşaran Dede CBT 1316/ 7 8 Haziran 2012 risinin ölümüne neden olabilir. Dünyanın en büyük kaplumbağaları büyük tehdit altında. Amerikalı bilim insanlarının PLoSOne dergisindeki yazılarına göre şimdiden, mesela El Nino iklim fenomeninden sonra yaşanan sıcak ve kurak yıllardaki kadar az yavru çıkıyor yumurtadan. Drexel Üniversitesi’nden (Philadelphia/ABD) Pilar Santidrian Tomillo ve ekibi, deri kabuklu deniz kaplumbağasının kuluçka başarısını 2004 ila 2010 yılına dek Costa Rica sahilinde izleyerek, bu yılın çevre verileriyle karşılaştırmış. Bu kaplumbağalar yumurtalarını yumuşak kumun 60cm derinliğine gömerler. Buradaki sıcaklıkla büyümeye devam eden yumurtalardan çıkan minik yavrular zahmetli bir yürüyüşle denize ulaşmaya çalışırlar. Yavruların yumurtadan çıkma başarısı kumun sıcaklığına ve nemine bağlıdır. Örneğin El Nino’dan sonra artan sıcaklıklarla birlikte daha az yağış düşünce hayatta kalan yavrular da iyice azalmış. Dünya iklim raporuna göre Costa Rica’daki artan sıcaklık ve kuraklığa göre yavruların hayatta kalma şansı yüz yıl içinde yüzde elli ila altmış oranında azalacak. Amerika kıyılarındaki ton balıklarında, Japonya’daki Fukuşima reaktör kazasıyla açığa çıkan radyoaktif maddeler saptandı. Kaliforniya kıyılarında Ağustos 2011 döneminde yakalanan mavi yüzgeçli ton balıklarında 2008 yılında yakalananlara kıyasla çok daha yüksek oranda sezyum 137 ve sezyum 134 tespit edilmiş. Mart 2011’de meydana gelen yıkıcı depremin ve tsunaminin ardından Fukuşima nükleer santralından çıkan önemli miktardaki radyasyonun bir kısmı da denize yayılmıştı. Ölçüm sonucu elde edilen değerler, Japon hükümeti tarafından kabul edilen balık başına 100 bekerellik limitten, en az bir ölçek daha fazla diyor Stanford Üniversitesi’nde Daniel Madigan ile çalışan araştırmacılar PNAS dergisinde. Kuzey Pasifik’teki mavi yüzgeçli ton balıkları Amerika kıyılarına göç etmeden önce Japon sularında büyürler. Madigan ve ekibi Ağustos 2011’de yakalanan 15 mavi yüzgeçli ton balığını, 2008 yılında yakalananlarla ve yaşamlarını sadece Amerikan kıyılarında sürdüren sarı yüzgeçli ton balıklarıyla karşılaştırmış. Sadece 2011 yılında yakalanan mavi yüzgeçli ton balıklarında sezyum 134 bulunduğu için, bunun Japonya’daki reaktör kazasına ait olduğu düşünülüyor.