24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör kilde etkilendiğini buldu (Immunity). Enfeksiyonun şiddeti, gün içinde alındığı zamana bağlı olarak değişmekte. Cambridge Üniversitesi araştırmacısı Akhilesh Reddy de gelecekte üretilecek olan ilaçların, iç saatimizdeki değişime göre etkiyeceğini düşünüyor. Bitkiler, hayvanlar hatta bakteriler bile yirmi dört saatlik günlük ritmi yaşarlar. Beden kendi çevresinin zamanıyla aynı olmayan bölgelerde bulunduğunda jetlag (saat farkına bağlı ortaya çıkan rahatsızlık) sendromu gelişmekte. Bağışıklık sisteminin gün içinde değiştiği zaten biliniyordu ancak son araştırmada bunun nedenleri üzerinde yoğunlaşıldı. Bağışıklık sistemi bir enfeksiyonu tanıyabilmek için önce onu tanıması lazım. Fikriğ ve ekibi bu süreçte rol oynayan proteinlerden biri olan TLR9’u inceledi. Farelerle gerçekleştirilen deneyler sonucunda protein miktarının ve işlevinin iç saat tarafından kontrol edildiği ortaya çıkmış. TLR9’un en etkin olduğu zamandaki bağışıklılaştırma, bağışıklık reaksiyonunu iyileştiriyor. Mesela bir kan zehirlenmesindeki (sepsis) ölüm riski saat iki ve altı arasında iki misli daha yüksek. Deneyler ayrıca sepsisin şiddetinin, gün içinde ne zaman başladığına bağlı olduğunu ve TLR9’daki etkinlik değişimlerine denk geldiğini göstermiş. Fikriğ, günlük ritim ve bağışıklık sistemi arasında doğrudan bir moleküler bağlantının söz konusu olduğu görüşünde. Sonuçların hastalıkların önlenmesi ve tedavi edilmesine yardımcı olması bekleniyor. Anlaşıldığı üzere günlük ritimdeki bozukluklar, insanı patojenlere karşı daha duyarlı hale getirmekte. D vitamini konuşmayı da etkiliyor Hamilelik döneminde kanlarında yetersiz D vitamini bulunan annelerin çocukları, yüksek D vitamini oranına sahip annelerin çocuklarına kıyasla iki misli daha fazla konuşma problemi yaşıyorlar (“Pediatrics”) Annenin bedenindeki D vitamini özellikle de kemiklerin ve akciğerlerin gelişiminde ve ceninin büyümesinde önemli bir rol oynamakta. D vitaminin bilişsel yetiler, davranışlar ve duygular üzerinde de etkili olup olmadığı şimdi Andrew Whitehouse ve ekibi (Avustralya) tarafından ilk kez uzun vadeli bir araştırmayla kontrol edildi. Bu amaçta yirmi yıl önce yedi yüz hamile kadının kanındaki D vitamini oranı ölçülmüş. Daha sonra çocuklarda testlere devam edilmiş. Buna göre annenin kanındaki D vitamini oranının düşük (litre başına 15 46 nanomol) veya yüksek (litre başına 72 nanomolden itibaren) olmasının, davranışlar ve duygular üzerinde etkili olmadığı ortaya çıkmış. Ancak konuşma yetisinde önemli farklılıklar görülmüş. On yaşındaki çocuklarla gerçekleştirilen kelime testinde, yeterli D vitamini almayan annelerin çocuklarının %18’inin yetersiz olduğu görülürken, yüksek D vitamini alan kadınların çocukları arasında yetersiz olanlar sadece %8. Yeni araştırmalarla hamilelikte alınan ilave D vitaminiyle, çocuklardaki konuşma sorunlarının giderilip giderilmeyeceği de kontrol edilecek. D vitaminiyle ilgili bilinenler hâlâ çok yetersiz. Son zamanlarda D vitamini reseptörüne sahip çok sayıda hücre tipi saptandı. Bu da D vitamininin tıpkı bir hormon gibi hücre işlevlerini çalıştırdığını akla getirmekte. D vitamini ve zihinsel yetiler arasındaki ilişkiler, iltihap süreçleriyle olan ilişkilerle aynı noktada yer almakta, mesela Alzheimer de olduğu gibi. Demans ve sinir sistemindeki belli başlı hastalıklarda bir rol oynayabilir. D vitamini reseptörleri öte yandan bilişsel görevlerin yerine getirilmesinden sorumlu büyük beyin ve hipokampüs de bulunmuş. Geçen hafta jeoloji mühendisliği diye bilim dalının olmadığını yazmıştım. Bu hafta, benzer şekilde biyoloji, fizik, kimya, matematik vb. ‘mühendislik’ dallarının olup olamayacağı konusunda bu bilim dallarının temsilcilerinin de tartışmaya katılmalarını rica edeceğim. Türkiye’de hiç anlaşılamayan bu ‘mühendislik’ sorunu artık ülkemizde bilim eğitimini tehdit eder bir hale geldi. Bu durum, hem mühendislik hem de fen bilimi dalları için çok büyük bir sorundur. Jeoloji Mühendisliği Diye Bir Bilim Dalı Var mı? Jeoloji, Yunancanın İyonya lehçesinde yer ve yer tanrıçası ge (veya diğer lehçelerindeki gaia) kelimesiyle; bilim, düzenli düşüncenin ifadesi anlamlarına gelen logos kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelen bileşik bir isimdir. Bu isim giologia olarak ilk kez, İtalyan doğa bilimcisi Ulisse Aldrovandi’nin (15221605) 10 Kasım 1603 tarihli vasiyetinde kullanılmıştır. Aldrovandi, canlı ve cansız âlemlerden oluşan kolleksiyonlarını Bologna şehrine bağışlarken, bunların zooloji, botanik ve jioloji kolleksiyonları olarak üç grupta toplanmasını istemişti. Daha sonra, özellikle 18. yüzyılda jeoloji yer kuramı (Théorie de la Terre, Theory of the Earth) kavramı ile eşanlamlı olarak kullanıldı ve yerin yapı ve tarihini inceleyen bir bilim dalının adı olarak teklif edildi. Ancak jeolojinin yaygın olarak kullanılması İskoç jeolog Sir Charles Lyell’in (17971875) 1830 yılında yayımlananan Jeoloji’nin İlkeleri (=Principles of Geology, 3 cilt, 18301833) adlı klasik eserinden sonradır. Onsekizinci yüzyılıın ortalarında Alman doğa bilimcisi Georg Christian Füchsel (17221793), Thüringen bölgesinde yaptığı ve bugün jeolojik diyeceğimiz çalışmaları için jeognozi terimini kullanmıştı ki, bu terim gene ge ile gene Yunanca olan ve bilgi anlamına gelen gnosis kelimelerinden oluşan bileşik bir isimdir. Jeognozi kelimesini bilhassa Alman maden mühendisi Abraham Gottlob Werner (17491817) yaygınlaştırmış ve bunu fazla kuramsal bulduğu jeolojiye karşı, sadece gözleme ve uygulamaya dayanan bir bilim olarak geliştirmek istediği yerbilimi için kullanmıştır. Böylece jeoloji, kuramsal bir yer bilimi, jeognozi ise uygulamaya yönelik yer bilgisi oluyordu. Ancak 1800’lü yılların başından itibaren Werner’in yer bilgisinin de kuramsal kavramlara dayanmak zorunda kalmak bir yana, kullandığı kavramların da üstelik tamamen zırva ve zamanın kimya bilimiyle çelişen düşüncelerden oluştuğu ortaya çıktı. Werner’in yer bilgisinin çöküşü, jeognozi kelimesinin de popülerliğinin sonu oldu. Dolayısıyla jeoloji başından beri iki değişik kulvarda gelişti: Birincisi dünyanın yapısını ve tarihini konu alan kuramsal jeolojidir. İkincisi, kuramsal jeolojinin ürettiği kavramları kullanarak yerin insanlara bahşettiği nimetleri edinmeye yönelik uygulamalı jeolojidir. Bu iki grup arasındaki ilişki beklendiği gibi uyumlu değil, bilakis çekişmeler ışığında gelişti. Özellikle ABD’de 1824’te Avrupa’da da 1835’ten itibaren kurulan jeolojik araştırma daireleri, uygulamalı jeoloji yapan jeologlara geniş bir iş sahası yaratmışlardı. Daha önceden de yol, kanal, baraj vb. yapan mühendislerin ve maden çıkaran madencilerin de jeolojiden yararlanmaları kaçınılmaz olmuştu. Bu nedenle bu iki grup arasında «önce gözlem mi gelir, kuram mı gelir» tartışması başladı. Jeolojinin yirminci yüzyıl ortalarına kadar başarılı bir kuram geliştirememesi, gözlem her şeydir diyen uygulamacıların jeolojiye (ve jeoloji eğitimine) egemen olmalarına neden oldu. Ancak bu uygulamacıların geliştirdikleri görüşler grubunun altmışlı yıllarda tamamen çökerek, kuramcıların yarattığı levha tektoniği teorisinin nihayet tüm jeolojiyi bir araya toplayan başarılı bir temel oluşturması, kantarın topuzunun bu sefer diğer uca kaçmasına neden oldu. Özellikle sol görüşlerin egemen olduğu komünist rejimlerin 1917’den itibaren ardı ardına Rusya ve Çin gibi büyük ülkelere egemen olması, buralarda bilimin kuramsal değil, uygulamasına ağırlık verilmesi sonucunu doğurdu. Sovyetler Birliği’nde, biyolojide Nikolai Vavilov (18871943) gibi büyük kuramsal genetikçilerin, cahil tarımcı Trofim Lysenko‘ya (18981976) ezdirilmesinin nedeni, bu uygulamalı bilim hayranlığıdır. Uygulamacılar genelde mühendis olduklarından, yer bilimlerinde de çok eskilere uzanan bir maden mühendisliği geleneği bulunduğundan, bazı ülkelerde jeoloji mühendisliği diye olmayan bir meslek icat edildi. Bu mesleğin sadece uygulama ile yer bilimi yapabileceği sanıldı. Bu, mesela Sovyetler Birliği’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin petroloji gibi neredeyse tamamen fiziksel kimya veya jeofizik gibi neredeyse tamamen uygulamalı fizik olan dallar dışında, yirminci yüzyıldaki jeolojik gelişmelere hemen hemen hiçbir katkı yapamamalarıyla neticelendi. Günümüzde bu ülkelerde de uygulamacılarla kuramcılar arasındaki yüzyıllara dayanan bir çekişmenin tamamın yanlış değerlendirilmesinden ve Marksizmin uygulamaya verdiği hatalı ağırlıktan kaynaklanmış olan ve kavramsal temeli olmayan jeoloji mühendisliği terimi yok olmaya yüz tutmuştur. Yapay et üretimi başladı Yapay etin rengi henüz çok açık ayrıca tadı tuzu da yok. Ama laboratuvar eti üretimi çok yakında tamamlanacak. Hollandalı bilim insa İç saatimiz bağışıklık sistemini değiştiriyor ABD’de çalışan bir Türk tıp profesörü, enfeksiyon riskinin ne kadar büyük olduğunun günün hangi saatinde bedene girdiğine bağlı olduğunu saptadı. Yale Üniversitesi Tıp Okulu’nda Erol Fikriğ ve ekibi, bir bağışıklık proteininin gün içinde beden kimyasının değişiminden ne şe CBT 1302/ 7 2 Mart 2012 nı Mark Post, kök hücrelerle üretilen eti ekim ayında tanıtmaya hazırlanıyor. Sığır kasından alınan kök hücreleriyle elde edilen doku, bir zaman sonra gerçek bir et tadında olacak, diyor. Tabii yeni etin tüketiciye ulaşması birkaç yılı alacak. Laboratuvarda şimdilik minik şeritler halinde dokular üretildi. Bunlardan bir köfte elde edebilmek için binlercesi gerekiyor. “En yakındaki tarım devrimi” sempozyumunda ete alternatif çok sayıda örnek sunuldu. Tüm projelerin amacı hayvancılığın çevreye verdiği zararları önlemek. Hayvancılık en büyük kalıcı çevre felaketlerinden biri diye uyardı örneğin Stanford Üniversitesi biyokimyacısı Patrick Brown. Halihazırdaki et üretimi için diğer herhangi bir gıda ürününden daha fazla tarım alanı, su ve tahıl gerekiyor. Brown da şu sıralar tahıl ürünlerinden köfte, biftek ve “hayvan yağı” üretiyor. Nilgün Özbaşaran Dede
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle